Mehmet Özay 17
Mart 2013
Xi Jinping, yaklaşık dört ay önce Komünist Parti
Başkanlığı'na atandı. 14 Mart'ta da Ulusal Halk Kongresi üyelerinin katılımıyla
Çin Parlamentosu'nda yapılan seçimin ardından resmen devlet başkanlığı görevine
başladı. Geçen yıl, özellikle ABD'ye yaptığı geziyle dünyaya 'güler yüzlü
başkan' modeli çizen Jinping değişim/dönüşüm (reform) mesajları vermesiyle
dikkat çekiyor. Dört ay önceki atamalarda sadece Jinping değil, politbüro'nun
üst düzey kadroları da yenilenmiş ve adları 'reformcu' sıfatıyla anılan
isimlere dikkat çekilmişti. Neredeyse her ülkede hiç de eksik olmayan bir
popülerliği olan 'reform' sözcüğünün Çin için ve bünyesinde barındırdığı
çoğunluk ve azınlık halklar için değil, küresel bağlamda kaçınılmaz bir önem
ifade ediyor. Aşağıda söz konusu bu reform sürecinin biri Çin diğeri ABD olmak
üzere iki kanadı olduğunu ileri sürerek, reformu kim, ne için istiyor bağlamına
kısaca değineceğim.
Jinping, Komünist Parti Başkanlığı'na
atanmasından bu yana geçen dört aylık süre zarfında henüz 'elini taşın altına'
koymasa da, Devlet Başkanı sıfatıyla yeni dönemde nasıl bir performans
sergileyeceği merak konusu. Çin'de parti liderliği ülkede neredeyse her şey
demek. Devlet Başkanlığı pozisyonu ise iç politikadan ziyade uluslararası
arenada Çin'i temsil makamında kabul edilen bir kurum. Jinping'in gücünün
sınırlarına baktığımızda karşımıza ordudan birinci dereceden sorumlu olması
kadar -ki bu daha önceki başkanların da görev ve yetkileri içerisindeydi-,
selefi Hu Jintao'nun sorumluluk alanından radikal bir değişim olarak Merkezi
Askeri Komisyon'un başkanlığını da bir üst düzey askerden devralması, onu
önümüzdeki süreçte daha güçlü bir lider kılacak faktörler arasında sayılabilir.
Çünkü bu ikinci sorumluluk alanının, Jinping'i siyasi ve askeri karar
mekanizmasının odağına yerleştirdiğini unutmamak gerekir. Böylesi bir
farklılık, bir anlamda onu ülkede yegâne söz sahibi yapmaya aday nitelikler
olarak dikkat çekiyor.
Jinping'in 'kimdir' bir bakalım... Babası
devrim liderlerinden biri olması onun, diğer özelliklerinin yanı sıra dikkat
çekilen bir yönü. Haddi zatında, bu özellik devrimci bir babayla, reform
sürecinin başlatıcısı bir oğul arasındaki ilginçliği ortaya koymasıyla da
önemli. Çin'de değişim/dönüşüm (reform) derken tabii olarak akıllara 1989
Tiannenmen Meydanı gösterileri ve sonuçları geliyor ilk olarak. Bununla
birlikte, dünyanın bu dev ülkesinde geniş halk kesimleri kadar uluslararası
kesimlerin de önümüzdeki süreçten beklentileri büyük.
Jinping'den devrim ilkelerine -her neyse onlar-
muhalif bir yönelim beklenmiyor elbette. Ancak özelde ülkede ve bölgede genelde
ise küresel anlamda değişen şartlar, yeni talepler ve zorlamalar ekonomi
alanındaki 'sağlıksız' genişlemeden başlayarak bir dizi önemli 'kontrol'
mekanizmalarını hayata geçirmeyi; toplumsal mobilitenin artmasıyla kitlesel
göç/şehirleşme dolayısıyla orta sınıflaşmanın ve bunun doğurduğu -özellikle üç
dört büyük şehirde- sivilleşme yönündeki 'talepleri' göz önünde
bulundurmayı da gerektiriyor. İç çelişkiler bağlamında genel itibarıyla Batı
standartlarında 'insan hak ve özgürlükleri' gelirken, bunun hem geniş anlamıyla
Çin vatandaşlarını hem de Tibet ve Uygur gibi etnik azınlıkların taleplerini
hatırlamak gerekir. Bu çerçevede Uygur Türkleri, Budist Tibet içerde reformun
sonuçlarını bir an önce gerçekleşmesini arzulayan kesimler olarak dikkat
çekiyor.
Sorunlar bununla bitmiyor tabii ki. Tıpkı
Batı'nın tipik örneğini 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren tecrübe ettiği
sorunlar, Çin'in sanayileşme ve kalkınma hamlelerine paralel olarak özellikle
ilerlemecilik yarışında liderliğe oynayan şehir ve bölgelerinde nükseden ve son
dönemde artış gösteren sorunlar silsilesi çözüm bekliyor. Neler yok ki... Hava
kirliliği, yoğun trafik, doğa katliamı, yaşlı nüfusun artışı, istihdam vb. Konu
'milyarlık' bir ülke olunca, kapitalist sistemin ürettiği yukarıda zikredilen
sorunlar da o ölçüde 'devasa' oluyor. Dikkatlerden kaçmasın, Çin'in henüz
hakkıyla yüzleşmediği bu sorunlar 'can yakacak' cinsten... Tabii, tam da bu
noktada, kapitalist üretim araçlarını manipüle etmekle birlikte, nihayetinde
'maddeyi' kullanma bağlamında 'Batılı' yöntemlerden pek de bir fark olmadığına
göre ortada ciddi bir ideolojik sarsıntı ihtimaline dair söylemler geliştirmeye
müsait bir alan doğuyor. Bu çerçevede, 'komünizmin' bu alanda ne
söylediğine dair ortada elle tutulur bir yol haritası olmadığına göre, çözümün
gene 'Batı tandanslı' geçici modellemelere endeksleneceği öngörülebilir.
Gelecek on yıla damgasını vuracak lider gözüyle
bakılan Jinping bu süreçte yukarıda zikredilen sorunlarla baş etmede oynayacağı
rolde yalnız değil elbette. Parti kadrolarından süzülerek gelen ve Başbakan
seçilen, Li Keqiang başta olmak üzere 25 kişilik üst düzey yönetimin atılacak
her adımda yakın dirsek teması gözlemleneceğine kesin gözüyle bakabiliriz.
Peki, Batı'nın Çin'e bakışı bağlamında ne
söylenebilir? Genel itibarıyla bakıldığında, Çin'in 'gelişmesinden' değil,
'kontrolsüz' gelişmesinden rahatsız olan Batı için sorun yok. Sorun, 'kontrolü'
sağlayacak mekanizmanın 'Çin'de devreye sokulması. İşte Amerika'nın özellikle
Jinping'den tüm beklentisi bu... Çin siyasal yapısında ve bürokrasisinde bir
'niyetin' hasıl olması safhasını, ülke içinde bir mekanizmanın ve bu
mekanizmayı destekleyecek ithal Batılı kurumların varlığı izleyecek. Böylesi
bir tedbir, Amerika için bir zorunluluk. Ocak ayında Ankara'da yapılan
'Büyükelçiler' toplantısına davetli olarak katılan Singapur Dışişleri Bakanı K.
Shanmugam'ın konuşmasında Çin-ABD bağlamında dile getirdiği hususiyetler bunu
kaba hatlarıyla ortaya koyuyor. Ekonominin merkezinin coğrafi sınırını
değiştirmesi ABD'yi pek etkilemez, öyle değil mi? Küresel ilişkiler ağında, tüm
mali işlemlerin sanal alemde yürütülmesi kadar, ulus-devletlerin değil,
ulusaşırı dev şirketlerin başat varlığı dikkate alındığında merkez'in New York
olmasıyla Beijing olması arasında pek de bir fark olduğu söylenemez. Sistemin
varlığına hayat kaynağı olacak veya güç katacak ne türden 'mali ilişki' varsa
-ki buna 'İslam Bankacılığını da eklemekte bir sakınca yok-, mevcut sistemin
değil, genişletmesi anlamına gelir. Bu hususu, bir vesileyle Singapur Maliye
Bakanı'ndan kayda değer bir alıntıyla gündeme getirmiştik. Tekrara gerek yok...
Ekonomisindeki gelişmişlik nedeniyle çoğunlukla
dikkat çekmese de, Çin'in en önemli toplumsal sorunu olarak dikkat çeken, parti
yönemitinin elinin uzandığı hemen her alandaki yolsuzluklar bu dönemde üzerine
gidilecek ve yeni bir 'Çin etiği' oluşturulmasına zemin hazırlayacak
politikalara gebe. Çünkü bu yolsuzluklar zinciri, önceki Başkan Hu Jintao'nun
samimiyetle dillendirdiği üzere "partinin ve de dolayısıyla devletin
çöküşü anlamına gelebilir". Artık bu bağlamda ülkede 'inşa edilecek' bir
'etik' sistem, Budizmden mi, Konfüçyüscülükten mi, ya da Batı'dan ithal
'Protestan Ahlakı'ndan mı beslenir veya 'üçüncü yol' olarak Lee Kuan Yew ve
Dr.Mahathir Muhammed'in 'Asyalılık Değerleri' kavramından mı birşeyler üretir
bunu zamanla göreceğiz. Öyle ya, bu arada kimseden 'dini özgürlükler' sayfasını
açtığı henüz duyulmuş değil.
Tüm bu iç ve dış taleplerin oluşturduğu
perspektifin ötesinde, acaba Çin 'devlet aklı' dönüşümü kendisi için istiyor
olamaz mı? Öyle bir akıl kı, Mao Zedong'un 'Kültür Devrimi'nden sonra ideolojik
olarak Batı sistemine kafa tuttu, Sovyet Bloku'nun dağılması ve Soğuk Savaş
sona ermesiyle küresel sistem içerisinde varlığını sürdürmenin 'pragmatik'
yolunu 'ekonomide liberalleşerek' buldu. Şimdi Çin Devlet Aklı, aradan geçen
çeyrek yüzyıl sonrasında 'Asya Çağı' sinyallerinin kuvvetle gündemde tutulduğu
günümüzde yeni bir çıkışla, devlet ideolojisinde bulacağı uygun kanallarla
'liberal' açılımlarını zamana yayarak ortaya koymaya çalışacaktır. Bu noktada
başka bir şansı var mı diye sorulabilir?
Çin'de başlayan yeni dönemin Doğu ve Güneydoğu
Asya ilişkilerinde rolü ne olur kısaca bakalım. Bu süreçte hemen yanı başındaki
tarihi rakibi Japonya ve güneye doğru genişleyen coğrafyadaki komşu ve bölge
ülkeleri de farklı bir heyecana büründükleri söylenebilir. Çin
milliyetçilerinin sığınağı olan, ancak her daim Çin'in soluğunu ensesinde
hisseden Tayvan ile, ASEAN bağlamında Çin'le başı dertte olan ülkeler
sıralamasında başı çeken Vietnam'la yaşananlar Soğuk Savaş döneminin eseri.
Jinping'li dönem, aslında Çin'in bizatihi kendi halkıyla ve bölge ülkeleriyle
olan 'Soğuk Savaşı'nın bitip bitmeyeceği anlamına geliyor. Peki Japonya'yla
sorun nedir dendiğinde sadece birkaç küçük adadan ibaret sürtüşmeyle
sınırlandırmak hata olur. Adalar krizi, iki ulus arasında var olan husumeti
görünür kılan araçlar konumunda büyük ölçüde. Bu süreç özellikle Çin'de önemli
yatırımları olan Japon firmalarını etkileyeceği dikkate alındığında, -aşağıda
değinileceği üzere- Çin'den beklenen reform çabalarının liberal sisteme
endekslemeye matuf olduğu görülecektir. Milliyetçi damarı ağır basan Çin'in,
başta Japonya olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkisinde 'törpülenmesi' gereken
bir tür 'ur' mesabesinde.
Bu, elbette ki Pasifik'in öte yakasındaki ülke,
yani ABD'nin beklentilerinin ne kadar karşılanıp karşılanmayacağının da
sınanacağı bir süreç olacağına kuşku yok. Bu 'beklentilerin' önemli bir
bölümünü sadece kapitalizmin değerleriyle değil, 'Batı'nın ürettiği siyasi ve
sosyal değerleri de içine alacak bir kapsam genişliği sunduğu gözlerden
kaçmıyor. Başta ABD olmak üzere genelde Batı'nın Çin'e yönelik 'konsep
dayatması'nın odağında "küresel sisteme" tümüyle entegrasyonu geliyor.
Bu entegrasyonun sağlanamaması, kolay olmasa da, Çin'le şu veya bu şekilde
'yüzleşmeyi' gerektiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder