Mehmet Özay 26 Kasım 2012
Geçen hafta Phnom Penh’de gerçekleştirilen 21.
ASEAN Zirvesi ve buna endekslenmiş Doğu Asya Zirvesi, dünyanın önemli gündem
maddesini teşkil ediyordu. ASEAN adı verilen briliğe mensup üyeler için bu
toplantının önemi 1 Ocak 2015 tarihine kadar hayata geçirilmesi plânlanan
‘Asean Topluluğu’na giden yolda önemli bir virajın alınmasıydı. Bu viraj
Birlik’in bugüne kadar görmezden geldiği ‘insan hakları’ konusunda bir çerçeve
anlaşmasına imza atılması şeklinde somutlaştı.
İmzalar atılmasına atıldı da, şimdi asıl iş
bunun gereğini yerine getirmek. Çünkü bugüne kadar bu hususu göz ardı eden üye
ülkeleri, aşağı yukarı herbirinin benzer sorunlar karşısında benzer ‘suçlar’
işlemeleri dolayısıyla gözardı edilegelen ‘insan hakları’ zannedilmesin ki,
yarısı Müslüman, önemli bir bölümünün Budist, görece azınlık kısmının da
Hıristiyan olduğu Birlik halklarının siyasi temsilcilerinin canla-başla
çalışmaları sonucu ortaya çıkmış değil.
Öte yandan, altına imza atılan ‘insan hakları’
belgesi, bugüne kadar özellikle iki önemli devlet adamının öncülüğünde ve de
sözcülüğünde dile getirilen ve bu anlamda siyasi literatüre çoktan geçmiş olan
‘Asya Değerleri’nin akibetinin ne olduğunu hiç kimsenin sormamış olması da
oldukça şaşırtıcı. Düne kadar, Batı’nın yönelttiği ‘insan hakları’ eleştirilerine
gözlerini kapayıp ‘Asya Değerleri’ne omuz verenler ve de ‘Bizim değerlerimiz
farklı’ görüşünden hareketle Batı’yı alabildiğine eleştirenlerin ve de
destekçilerinin tabiri caizse sırra kadem basması nasıl bir dönüşümle karşı
karşıya olduğumuzu ya da olacağımızı dikkatlere sunuyor.
Aslında bu gelişme üye ülkelerin siyasi duruş olarak önemli bir
paradigma değişimine konu olduklarını ortaya koyuyor. Öte yandan, Birliğe üye
ülke yöneticileri ‘insan hakları’ anlaşmasına imza atarken acaba ne tür ‘ikilem’
yaşadıklarını sormak gerekir. Her görüşten birey ve grupların haklarının
korunacağını garantiye alan bu Anlaşma’nın gerçeklikte nasıl bir görüntü ortaya
çıkaracağını merakla bekliyoruz. Bırakın modern/post-modern özgürlükçü
grupları, az buz değil, yüzlerce etnik yapının mağduriyetine konu olan
bölgede siyasiler acaba bu yükün altından nasıl kalkacak?
Adı Güneydoğu Asya ile sınırlı olmakla birlikte, katılımcıları ve bu anlamda kapsam alanı dikkate alındığında hiç de yabana atılacak bir girişim değil açıkçası.
Adı Güneydoğu Asya ile sınırlı olmakla birlikte, katılımcıları ve bu anlamda kapsam alanı dikkate alındığında hiç de yabana atılacak bir girişim değil açıkçası.
Uluslararası ilişkiler bağlamında
değerlendirildiğinde, ABD ve bölgedeki -ki ASEAN ülkeleriyle sınırlı kalmayıp,
bünyesinde Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda’nın da olduğu- müttefiklerinin
gövde gösterisi şeklinde algılanmaya matuf bir hazırlık olarak kabul
edilebilecek girişim sadece siyasi bir oluşum olarak değerlendirilmemeli.
Yeri gelmişken, ABD-ASEAN siyasi ilişkilerin
‘stratejik ortaklığa’ evrileceğinin mesajının da verildiğini hatırlatalım. Bu
vesile ile gündemi teşkil eden liderler arasındaki ikili ve genel kurul
toplantılarının, bölge ülkelerinin ekonomik işbirliğinden küresel ekonomik
işbirliğine uzanan bir ilişkiler silsilesine konu olduğuna dikkat çekmek
gerekir. Bölge ülkelerini arkasına almış görüntüsü çizen ABD, Obama’nın
demeçlerinde ifadesini bulan yeni bir siyasi-ekonomik küresel girişimden
bahsediyordu. Nedir bu girişim? Kimi çevrelerin beklentisinin aksine, ABD ile
Çin arasında yaşanacak bir Post-modern Soğuk Savaş dönemi değil, aksine,
ABD-Çin ilişkilerine her anlamda yeni bir ivme kazandıracak tasarımlarla
ilgilidir. Obama, ‘Adalar’ krizi nedeniyle Çin’in üzerine gitmek yerine Amerika
ekonomisini ve halkını derinden etkileyecek orta ve uzun vadeli ekonomik
ilişkiler ağının ilk ilmiklerini atıyordu. ABD ile Çin arasında sadece Pasifik
değil, aynı zamanda, bir dünya görüşü farkı olsa da, uzmanlar bu farkın
‘yatırım’ ve ‘ticaret’le daralacağı görüşündeler. Zaten Obama da, görüşmeler
sırasında bu ‘daralmayı’ sağlayacak unsurlar üzerinde duruyordu.
Dünyanın gelişmiş ekonomilerinde yaşanan
tıkanıklıkların aşılmasında üçüncü dünyanın gelişmekte olan veya henüz küresel
kapitalist ekonomi modeline adepte olmakta ‘gecikmiş’ ülke ve bölgelerinin bu
tıkanıklığın aşılmasında katalizör işlevi göreceği aşikâr hale gelmiştir. Başta
ABD olmak üzere Japonya, Kanada, Avustralya ve AB gibi ülke ve bölgesel
kuruluşların Güneydoğu Asya-Pasifik-Doğu Asya üçgeninde kurmakta oldukları ‘ağ’
elbette bu tıkanıklığın aşılmasına matuf girişimler olarak dikkat çekmektedir.
Bununla birlikte, söz konusu bu üç bölgede onyıllar öncesinde neşet eden ve şu
veya bu şekilde bugüne kadar devam eden cunta, diktatör, otokrat yönetimlerin
halklarıyla olan sorunların aşılması da liberal-kapitalist demokrasilerin
hükmetmek istedikleri acil bir alan olduğu da görülmektedir. Söz konusu
gelişmekte olan Üçüncü Dünya ülkelerinin küresel kapitalizmin acımasız rekabet
kulvarında yer almalarında salt sahip oldukları ucuz işgücü, zengin yer altı ve
üstü kaynakları, ehlileştirilmeye fevkâlade müsait Batılılaş/tırıl/mış elit
tabakasının kafi gelmediği kapitalizmin ağababalarınca ve öncü kurumlarınca
dile getirilmektedir. Bugün Kamboçya’da, Myanmar’da, Endonezya’da, Vietnam’da,
Laos’da, Bangsamoro’da dahil olmak üzere Filipinler’de beklentiler bu halkların
ivedilikle tüketimci ekonomi skalasında yerlerini almasıdır.
Nasıl ki, IMF Genel Direktörü Christine Lagarde
çok kısa bir süre önce Malezya’daki ekonomik gelişmelere dikkat çekerek, 97-98
Güneydoğu Asya krizi sonrasında gösterilen ‘progresif’ ekonomik girişimler
neticesinde Malezya ekonomisinin sadece “ihracata yönelik” bir ekonomik olmakla
kalmadığını, bundan da öte, yerli tüketime devinim kazandıracak politikalarla
şekillendirdiğinden övgüyle bahsediyordu, hiç kuşku yok ki, en azından ASEAN
içinde dünyaya ‘gözlerini’ yeni açmakta olan ülkeler için bir kılavuz işlevi
görecektir. Bu yaklaşımda kendini açıkça ortaya koyan olgu şudur: artık, çok
uluslu şirketler, bu coğrafyalarda Batı’nın ultra-kapitalist sınıflarını
doyurmaya değil, yerli halkların da, henüz aynı tüketim hırsıyla olmamakla birlikte
giderek artan bir eğilim ve ivmeyle benzer sosyo-ekonomik oluşumlara zemin
hazırlamakta ve bu yönde bir gayret içerisindedirler. Zaten Avro bölgesi krizi
süresince Malezya’nın ve Endonezya’nın büyüme rakamlarının ‘yüksek artı
vermesinin’ ardındaki gerçek, bu ülke maliyecilerinin de ortaya koyduğu üzere
iç tüketimdeki artışa dayanıyordu. Bu yönelim ve yönlendirme sayesinde Batılı
liberal ekonomiler “soluklanacak” yeni bir güç ile ileriye -her neye tekabül
ediyorsa- doğru hareket edebilme kabiliyetine sahip olacaktır. Bugün gelişmiş
ekonomilerin yıllık 3.3 gibi bir düzeyde olduğu -ve bu anlamda ‘sistemin
tıkanma sendromu geçimekte olduğu şeklinde de yorumlanan- büyüme oranlarına
mukabil, örneğin başta Endonezya, Malezya, Türkiye, Brezilya gibi gelişmekte
olan, Üçüncü Dünya’nın ve de önemli bir bölümünün adına İslam dünyası denilen
bütün içerisinde yer aldığı düşünülebilecek ülkelerin ve düşük kalkınma
pörtföyünde yer alan, ancak ümitvar bir gelecek imkânına sahip ülkelerin
varlığı bir ‘garanti’ olarak gözleri kamaştırmaktadır. Çünkü bu ülke ve
bölgeler, gene Batı ekonomi standartlarıyla değerlendirildiğinde aşılması ve bu
çerçevede küresel bir sorun olarak telâkki edilen ‘kapitalizm açlığıyla’
yüzyüzedirler. İşte bu nedenledir ki, ‘küresel kalkınma’nın motoru ‘hizmete’
hazırlanmaktadır.
Bu nedenle değil midir ki, Çin’in ekonomik
kalkınmacı politikaları karşısında, çözümü Güneydoğu Asya/Pasifik/Doğu Asya
üçgeninde kurulacak yeni ittifaklarla yüzyılın dönüşüm plânı gündeme
getirilmektedir. Obama’nın ASEAN zirvesinde üzerinde durduğu önemli hususlardan
biri bu üç bölge kadar, küresel ekonomileri de doğrudan etkileme potansiyelini
içinde barındıran Güney ve Doğu Çin Denizi’ndeki ‘Adalar’ sorununun halline
yönelikti. Yukarıda dile getirdiğimiz üzere Obama’nın bu konudaki ‘soğutma’
çabaları görülse de, toplantının sonuç bildirgesi hazırlanmasında Adalar
krizini içeren maddeye dair özellikle Filipinli yetkililerin karşı çıkışı,
Birlik’in geçen Haziran ayındaki toplantısında yaşanan krize yol açtığı
görüşünü dillendirenler bile oldu.
Bu süreç, Batı ekonomi sistemi ve
terminolojisine göre tasarımlanmış yoksulluk sınırından orta sınıf denilen
sadece ekonomik olarak değil, zihniyet ve düşünce olarak da epeyce bir evrime
maruz kalmış kitlelerin ortaya çıkarılması gayretidir. Bu gayret içerisinde
Batılı/uluslararası değerler muvacehesinde insan hakları, demokrasi, özgürlükçü
söylemin yeri de elbette ekonomideki değişim sürecini tamamlayan kombinasyonda
güçlü ögeler olarak yerini aldığına kuşku yok.
http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=236492