5 Kasım 2024 Salı

Prabowo yönetimi ve Endonezya dış politikası / Prabowo administration and Indonesian foreign policy

Mehmet Özay                                                                                                                            05.11.2024

Endonezya’da başkan Prabowo geçtiğimiz hafta görevine başlarken, hiç kuşku yok ki, en çok merak edilen konuların başında, yeni dönemde, ‘nasıl bir dış politika takip edileceği’ konusu geliyor.

Bugünlerde, bu hususa açıklık getireceği düşünülebilecek, bazı ipuçlarının ortaya çıkmaya başladığı gözlemleniyor.

Örneğin, bunların başında kavramsal bağlamda, ‘güçlü dostluklar ağı’ söylemi gelirken, pratikte Rusya ile ikili askeri işbirliği çerçevesinde deniz tatbikatı dikkat çekiyor...

Yeni mesaj

Birbiri ardı sıra gündeme getirilen bu iki örneğin, kime ve hangi çevrelere ne tür bir mesaj verdiği meselesi belirsizlik kadar, içinde şüpheyi de içinde barındıracak yeterliliktedir.

Prabowo’nun, daha başkanlığa resmen atanması öncesinde yaptığı yurt dışı gezilerinde, ‘çoklu dış politika’ izleği ortaya koyuyordu.

Bugün, aktif başkanlığının ikinci haftasında Prabowo’nun, dış politikaya Rusya ile askeri tatbikat ile başlaması iki açıdan değerlendirilmeyi hak ediyor.

İlki, askeri yapılaşmada ABD ile olan ilişkileri seyreltme, Rusya gibi yeni bir aktörle yakınlaşma. İkincisi ise, asker kökenli olmasından hareketle Prabowo’nun, ülke siyasetini ‘militarizasyonlaştırma’ sürecinin gizli/açık ilk örneğini teşkil etmesidir.

Güçlü dostluklar ama nasıl?

Bu gelişmelere rağmen, başkan Prabowo dış ilişkilerde ‘güçlü dostluklar ağı’ söylemini gündeme getirirken, temelde bunun neye tekabül ettiğini, en azından henüz söylemek güç.

İlk bakışta, kapsayıcılığı akla getiren bu söylemle, keskin bir ayrıma giden küresel güç unsurları arasında, bir ayrım yapılmayacağı algısı oluşturuluyor.

Bu çerçevede, Prabowo’nun resmen başkan olmadan Avusturalya ve Çin’e yaptığı ziyaretlerdeki güvenlik işbirliği anlaşmalarını bu kapsamda değerlendirmek mümkün.

Bununla birlikte, burada, iki temel sorun olduğunu vurgulamak gerekiyor. İlki, ‘güçlü dostlukların’ güçlü bir ülke ve siyasal sistemin varlığıyla başlatılabileceği hususudur.

Bugün, Endonezya’nın bu anlamda, güçlü bir ülke ve siyasal temsiliyet sahibi olup olmadığı tartışmaya açıktır.

Bu durumu, iç politikada var olan ve şu veya bu şekilde gerçekleşmekte olan demokratik süreçlere bakarak değerlendirmek hatalıdır.

İkincisi, güçlü ilişkileri oluşturacak, sürdürecek ve yapılandıracak insan kaynaklarının var olup olmadığı meselesidir.

Bu noktada, böylesi kapsamlı bir dış politika için Endonezya dışişleri’nin yetişkin insan alt yapısı ile bunu sürdürecek güçlü düşünce kuruluşlarının ve üniversitelerin ilgili bölümlerinin ve tüm bunları içeren akademik, bilimsel yayınlarının varlığının olup olmadığı da sorgulanmayı hak ediyor.

Güçlü dayanak: Militarizasyon

Başkan Prabowo’nun asker kökenli başkan olması dolayısıyla, gözlerin ülke yönetiminin giderek militarizasyona doğru evrileceği yönündeki görüşler ile dış ilişkilerde, ‘güçlü dostluklar ağı’ söylemi arasında, açıkçası önemli bir ayrışmanın olduğuna dikkat çekilmelidir.

Militarizsyon kuşkusunun varlığı, ülke içinde kendilerini demokratik değerlere bağlı siyasal ve toplumsal çevrelerle sınırlı olmadığı aksine, uluslararası camiada Prabowo faktörüne, birkaç on yıl öncesinden vakıf olan çevrelerce de gündemde tutulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Rusya ile bu hafta başında Doğu Cava Denizi’nde başlayan ve beş gün sürecek olan deniz tatbikatının, militarizasyon iddiasını destekleyici mahiyetteyken, ‘güçlü dostluklar ağı’nı da şüphe ile değerlendirmeyi destekleyecek bir mahiyeti bulunuyor.

Askeri tatbikatları, ‘rutin’ gelişmeler kabul edildiğini akıldan çıkarmamakla birlikte, başkanlığının ikinci haftasında Güneydoğu Asya sularında varlığına pek de aktif olarak rastlamadığımız Rusya gibi bir ülke ile tatbikatta yer almak, Endonezya’nın askeri ilişkilerini de içerecek şekilde, dış politikasında niyetine dair bir fikir verdiği herkesin malumu olsa gerektir.

Herhalde, bu durumda kimse Rusya ile askeri tatbikatı, ne ülkenin dış politikasına dair, -en azından- son on yıldır, uluslararası ilişkiler araştırmacılarının kahir ekseriyetinin birbirini tekrar edercesine ‘hedging’ teorisiyle ne de, ‘güçlü dostluklar ağı’ söylemiyle açıklanır bir yanı bulunuyor.

Bugünkü jeo-politik gelişmeler dikkatle analiz edildiğinde, Doğu Cava denizinde sürmekte olan tatbikatın, Endonezya’nın güçlü dostluk kurmak ve geliştirmesinden ziyade, Rusya’nın Güneydoğu Asya sularına açılma sürecinin gayet önemli bir adımı olarak değerlendirmek daha makul gözüküyor.

Kapsamlı politikalar var mı?

Şayet Endonezya yeni yönetimi, dış politikasında ‘güçlü dostluklar ağı’ kavramını gündeme getirmek istiyorsa bunu bölge ülkelerinden başlayarak, içerisinde güçlü sivil inisiyatiflerin de yer aldığı dikkatle tasarımlanmış geniş kapsamlı politikalar ve bunların icraat boyutlarıyla ortaya konması beklenir.

‘Prabowo yönetimi, buna hazır mı?’, ‘Prabowo yönetiminin, böyle bir hazırlığı var mı? vb. soruların, henüz olumlu yanıtlanmayı bekleyen bir süreçte olduklarını söylememiz gerekiyor.

Öte yandan, ‘güçlü dostluklar ağı’ söyleminin ABD-Çin, Batı-Rusya çekişmesinde taraf tutmamakla açıklamaya çalışmak, güçlü, aktif bir politakının değil, olsa olsa pasif, içe kapanık bir politika unsuru olduğunu görmek gerekiyor.

Kaldı ki, güncel olması dolayısıyla, Rusya ile askeri deniz tatbikatı kararının bile, böylesi bir dostluk ağına referans etmeyecek boyutu olduğu gayet aşikâr.

En azından, söz konusu bu iki kavrama -hangi açıdan bakıldığına bağlı olarak-, kayda değer bir şüphenin de olasılığını yadsımamak gerekir.

Endonezya’da Prawobo yönetimi güçlü bir dış politika inşası mesajı vermekle birlikte, bunun nasıl tesis edileceği konusu açıklık kazanmayı bekliyor.

Yeni yönetimin daha ikinci haftada Güneydoğu Asya’ya görece uzak küresel aktör Rusya ile başlamayı tercih etmesini de, yakından takip etmek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/prabowo-yonetimi-ve-endonezya-dis-politikasi-prabowo-administration-and-indonesian-foreign-policy/

4 Kasım 2024 Pazartesi

Arap denizciliği ve Malay Takımadaları / Arabian seafaring and the Malay Archipelago

Mehmet Özay                                                                                                                            03.11.2024

Malay Takımadaları ve Arap dünyası ilişkilerine tarihsel olarak baktığımızda karşımıza, ilginç bir yönelimin çıktığı görülür.

Bu iki coğrafyanın ve medeniyetin karşılaşmasını, bir din olarak İslam’ın yayılması öncesinden başlatmak gerekir.

Ve bu durum, hiç kuşku yok ki, bize Arapların geçmişte denizcilikleriyle öne çıkan bir millet oldukları ve aynı zamanda, Hint Okyanusu’nun varlığının ne denli önemli olduğunu hatırlatır.

Bu yaklaşım, aynı zamanda İslamiyetin yayılması sürecinde Arapların, niçin denizlere açıldığının da kendinde, doğal bir nedene dayandığı ve dini gerekçenin de, daha önceden var olan yapısal duruma adaptasyonunun söz konusu olduğu görülür.

Arap denizciliği

Günümüzde veya son bir kaç yüzyıllık süreçte Arap toplumlarının durumu dikkate alındığında, Arapların denizci millet olduklarına dair tarihsel yaklaşımın, “Acaba mı?” sorusunu gündeme getirmemize neden oluyor.

Evet, Araplar tıpkı Farsiler ve Hintliler gibi, denizci millet olarak Hint Okyanusu tarihinde rol oynayan milletler arasında yer alıyor.

İslamiyet öncesinde Hint Okyanusu’nu elverişli bir ulaşım aracı kılanın, bu geniş suyolunu çevreleyen toplumların belki de, Milat’tan Önce’sinde birbirleriyle ilişkilerinde aramak gerekir.

‘Araplar’ derken, elbette dikkate alınması gereken bir coğrafya vurgusu öne çıkarılmalıdır.

Yukarıda gizli/açık dile getirildiği üzere Araplardan kasıt, Hint Okyanusu’na komşu olan coğrafyada yaşayan Araplardır.

Bu noktada, Arapların, geniş bir coğrafyada yerleşik ve de göçebe olarak var olduklarını dikkate aldığımızda, çokça dillendirildiği üzere sadece, ‘çöllerin insanları’ olmadıkları anlaşılır.

Bu noktada, Arap yarımadası’nın sahil şeridi boyunca yer alan toprakların hem, dışardan tüccar ve denizci hem de, içerden tüccar ve denizci bağına sahip olmaları, geçmişte farklı toplumlar arasındaki bağların, -bu coğrafya özelinde söylemek gerekirse-, savaş eksenli olmak yerine, daha çok kültürel ve ticari ilişkileri öncelleyen bir yapıda seyrettiği anlaşılır.

Malay Takımadaları

Biraz uzunca kabul edilebilecek bu girişin ardından, Arapların Malay Takımadaları’na ulaşmalarının kasıtlı veya kasıtsız bağlamlarının olduğunu söylemek mümkün.

Temelde, bu geniş coğrafyada Hint ve Çin gibi iki köklü medeniyet söyleminin bizi, geniş Malay Dünyası’na dair bakış açımızı engelleyici, zorlaştırıcı bir mahiyet taşıdığına kuşku yok.

Bu söyleme devam edildiğinde, Arapların her halükârda önce Hintliler ve ardından, Çinliler ile ilişkiler geliştirdikleri ve bu iki bölgeye denizci ve tüccarlarını gönderebilme başarısı sergiledikleri rasyonel bir çıkarım olarak görülebilir.

Bununla birlikte, Arapların, Malay Takımadaları’na yönelimlerinin olmadığı anlamına gelmiyor.

Dinamik süreçler

Malay Takımadaları’nda belirli bölgelerin insan stoğunun, yerleşim yerleri adlarının, bazı kültürel özelliklerinin sadece, İslamiyetin yayılmasıyla ortaya çıktığını güçlü bir şekilde söyletecek veriler olmasına rağmen, bu gelişmenin, İslam öncesi dönemde olmadığı anlamına gelmediğini de vurgulamak gerekir.

Hiç kuşku yok ki, çeşitli dönemlerdeki denizcilik teknolojisinin söz konusu uzun suyolları ilişkilerinde bağlayıcı olduğuna kuşku yok.

Ancak, görece yakın dönemlerden de, kapalı denizlerdeki gelişmelere şöyle bir göz atıldığında dahi, tedrici bir gelişmenin olduğu anlaşılır.

Benzer bir durumun, diğer suyolları gibi, Hint Okyanusu bağlamında da gerçekleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu durumda, Arapların örneğin, Arap Yarımadası’nın güneyinden bir yandan, Hindistan ve öte yandan, Doğu Afrika’ya uzanan gelişim süreçlerinin bir yerinde karşılaştıkları coğrafyanın Malay Takımadaları olması doğaldır.

Malay Takımadaları’nın Hint Okyanusu’na en yakın bölümünü oluşturan Sumatra’nın her üç yönünde yani, Kuzey, Batı ve Doğu sahilleri ile Ana Kıta Asya’nın en güneyini teşkil eden Malaya’nın en batısında, Kedah bölgesinin Arap denizciler ve tüccarlarla karşılaşılması güçlü olan ve akla gelen ilk yerler olduğunu söylemeliyiz.

Coğrafi yakınlıktan ötürü, Arapların önce Hindistan’ın Batı sahil şeridinde ve ardından hem, var olan rotayı hem de, Hintli denizcilerle birlikte güneye seyahatlerin onları ulaştıracağı yerlerin yukarıda dikkat çektiğim iki temel bölge olması kaçınılmazdır.

Yeni bir evre

İslamiyetle birlikte, Arap denizci ve tüccarlarının bölge ile olan ilişkisinde yeni bir evre ortaya çıkar.

Bir yandan, hem, bu iki grubun yani, denizci ve tüccarların Müslüman olmalarınıng etirdiği yeni bir dini-kültürel etkileşim hem de bu yapıya eklemlenen İslam’ı bir dini bilge ve misyon vesilesiyle farklı toplumlara taşıma iradesiyle hareket eden ilim sahibi çevrelerdir.

Bu ikinci grubun sayısını sanıldığının aksine, çoğul kabul etmek mümkün gözükmüyor...

Ancak tarihsel gelişim seyri içerisinde, iki bölge arasındaki ilişkilere gayet önemli bir dinamizm kattığına kuşku yok.

Buna ilâve olarak, söz konusu bu sürecin Malay Takımadaları’ndan Arap coğrafyasına doğru olan bir genişlemenin de olması tarihi bir tesadüf değil, var olan  ilişkiler ağının doğası gereği kabul etmek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/arap-denizciligi-ve-malay-takimadalari-arabian-seafaring-and-the-malay-archipelago/

31 Ekim 2024 Perşembe

Endonezyalı dostlar ve tarih algımız / Indonesian friends and perception of history

Mehmet Özay                                                                                                                            31.10.2024

Cakarta’da, süpriz sayılabilecek yeni isimlerle tanışmak hem, bugüne hem de, uzun tarihi geçmişe dair bir fikir cimnastiği yapma olanağı tanıdı.

Geçtiğimiz gün, akşam namazı sonrasında, ülkenin dört farklı bölgesini, bir anlamda temsil eden, dört kişiyle buluşmak oldukça ilginç ve heyecan vericiydi.

Sungai Iyu’lu Indra, Pasai’li T. Bustamam, Minang Pagaruyung’dan Bapak Rizal, Orta Cavalı ve Cogca sarayına yakın bir isim olan Bapak Purworo ile kısa ancak gayet anlamlı sohbet etme imkânı buldum

Bu isimleri biraraya getiren, Endonezya Birlik Derneği’nin üyeleri olmalarıdır...

Birbirlerini yakinen tanıyan ve dost olan bu isimlerin, Endonezya birliği gibi bir isim altında birlikte olmalarının da hem, bu topraklara hem de, tarihe bakışlarına yeni bir önem ve ilgi kattığını söyleyebilirim.

Pagaruyung

Sohbetin hemen tanışma safhasında, Bapak Rizal’e, geçmişte ve bugün, Pagaruyung’un sahip olduğu önemden hareketle ve bu bağlamda Minanglıların, Pagaruyung ile bağlarının devam etmesinden ötürü, “king of the kings” yakıştırmam sıradan bir söylem değildi.  

Sohbetin sonlarına doğru Bapak Rizal, “Niçin, öyle bir söylem kullandın?” tarzında yönelttiği sorusu aslında, Pagaruyung’dun tam da, bu söylediğim özelliğinden dolayıydı.

Yani, bugün dahi Minanglılar sadece Endonezya sathında veya Singapur ve özellikle de, Malezya’nın farklı bölgelerinde sıklıkla rastlanan geleneksel lokantalarıyla değil, -içinde Pagaruyung olgusunun da gayet güçlü bir şekilde yer aldığı- sahip olduğu kültürel ve tarihi bilinçleri nedeniyle, bölgedeki geleneksel sultanlıkların devam eden sözlü veya fiili varlıklarının en dikkat çekici boyutunu oluşturuyor.

Merkezde ne vardı?

Sohbetin merkezinde, Malay-Osmanlı ilişkileri yer alıyordu...

Bu buluşmayı sağlayan kıymetli Indra, “Seni bir kaç önemli kişiyle tanıştıracağım. Tarih, ‘bizim tarihi’ konuşacağız!” dediğinde hiç şaşırmamıştım.

Çünkü Indra ile daha öncesinden, tadı damağımda kalan, uzun bir sohbeti tecrübe etmiş olmamın verdiği güvenle, bu sohbet önerisini hemen kabul etmiştim.

Sohbete bir girizgâh olması hasebiyle Indra’nın, Sungai Iyu’nun bölge tarihi ve Malay-Osmanlı ilişkilerinde neye tekabül ettiğine dair kısa anlatısı oldukça yerindeydi.

Sohbetin aktörü

Sohbetin aktörü Teuku Bustamam’dı...

İlerlemiş yaşının getirdiği ve de yukarıda bahsettiğim dernekte aldığı görevden kaynaklanan önem ve ağırlıkla, dikkatli bir şekilde bazı tarihi gelişmeleri ortaya koymaya çalıştı.

Benim pek fazla gevezelik etmeme gerek yoktu...

Nihayetinde Indra’nın, benden bahsetmiş olmasından ötürü ve de susup ‘bizim tarihi’ bir de, Bapak Bustamam’dan dinlemeyi tercih etmem gayet yerindeydi.

Bapak Bustamam’ın, Roma İmparatorluğu’na kadar geriye giden bir dünya tarihi algısına sahip olmasının, Malay dünyasını İslamiyet’in gelişimiyle ilişkilendirme biçimi ve ardından, yine Malay dünyasının Osmanlı ile -bazısı gerçek, bazısı ‘olası’- ilişkiler boyutunu gündeme taşımasının, güçlü bir tarihi hafızanın eseri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Osmanlı’nın varlığı bağlamında ve dolayısıyla Mala-Osmanlı ilişkilerin boyutu noktasında, 1. Selim, 1. Süleyman’ı içine alan ve Osmanlı’nın teritoryal sınırlarına yaptığı gönderme, ardından sürecin nereye geldiğini göstermesi açısından Mustafa Kemal’e yaptığı atıf, Bapak Bustamam’ın uzun tarihi perspektifi ele alışını gayet açık bir şekilde ortaya koyuyordu.

Gelişmelerin Malay dünyası boyutunda, memleketi Pasai’nin tarihini net bir şekilde ortaya koyuşu, Pasai’den başlayan ve Açe Darüsselam ile devam eden bölgedeki siyasi yapılaşmanın ve bu uzun süreci bir anlamda taçlandıran İskender Muda referansı, hiç kuşku yok ki, bölgenin kollektif aklının doğrudan yansımasıydı.

Bunun yanı sıra, anlatılarını kitabi bilgi kadar, belki de bundan daha çok, zamanında ailenin büyüklerinden edinmiş olmasının, Bapak Bustamam’da bir güven duygusu oluşturduğu anlaşılıyordu.

Başvurduğu anlatı kaynaklarına güven kadar, ihtiyatı elden bırakmayacak ve de, önemli bir metodik açılım oluşturacak şekilde, ‘benim anladığım kadarıyla’ vb. eklemelerle ortaya koyduğu söylemin ‘sübjektifliği’ne dair açık bir kapı da bırakıyordu.

Bu noktada şunu söylemeyim ki, Bapak Bustamam’ın bir anlamda, amatör tarihçi olarak sergilediği yaklaşım ve metodun, çevremizde -yaşlısı genciyle- tarihçi olarak geçinen sözde sosyal bilimciler tarafından maalesef henüz fark edilmemiş olması bile aslında, akademi çevrelerinde bölge ile kurulmaya çalışılan tarihi ilişkinin güdüklüğünü ortaya koyması açısından dikkat çekiciydi.

Yerelde nelerin olup bittiğini anlamak ve mümkünse uzun uzun dinlemek gerekiyor.

Bu çerçevede, bireylerin ve de bu bireylerin ait oldukları toplumsal kesimlerin tarihe bakışlarında metodolojik olarak gündeme gelen sözlü kültür ve bunun teşekkül ettirdiği sosyal hafıza ile diğer olası bilgi edinme yöntemlerinin mecdezilmiş olması gayet önemlidir.

Bu durum, söz konusu bu bireylerin içinde bulundukları topluma aidiyetlerinin -yaşanan onca değişim ve kargaşaya rağmen, ne denli güçlü olduğunu ortaya koyuyor.

Bölgede, sıklıklı başvurulan ‘nenek moyang’ kavramının sözlü kültür ile bağı, bireylerin tarihle ve toplumlarıyla kurdukları ilişkinin yakın bağını gösteriyor.

Kendileriyle tanışma imkânı bulduğum yukarıda zikrettiğim isimlerle, özellikle de Teuku Bustamam’ın ortaya koyduğu tarih perspektifi, Malay-Osmanlı ilişkilerini yerelden yaklaşımla yeniden ele alınabilecek boyutları olduğunu gösteriyor.

Bu kısa ancak önemli sohbetin gerçekleşmesini sağlayan kıymetli Indra’ya teşekkür ederim.

https://guneydoguasyacalismalari.com/endonezyali-dostlar-ve-tarih-algimiz-indonesian-friends-and-perception-of-history/

27 Ekim 2024 Pazar

Bir başkent ve zengin-fakir dikotomisi: Cakarta / A capital city and the rich-poor dichotomy: Jakarta

Mehmet Özay                                                                                                                            27.10.2024

Yine Cakarta’dayız... Bu karmaşık, gürültülü ve bir o kadar da, doğasıyla ve insanlarıyla güzel şehirde...

Şehrin ana arterlerinde, trafiğin boğucu etkisine maruz kalırken, başınızı biraz sağa, sola ve yukarıya çevirdiğinizde ya da ana arterlerden ara caddelere ve sokaklara saptığınızda, insana dinginlik hissi veren ve yağmur ormanlarını temsil edebilecek yeşilin ve diğer renklerin tüm tonları ve renkleriyle karşılaşırsınız.

Yaratıcı’nın, bu coğrafyaya bahşettiği tüm güzelliklerin en asgari unsurlarıyla bu ortamda dahi karşılaşmak bile, bu şehri ziyaret etmeye hatta, dönem dönem yaşamaya sevk etmeye kafi gelir.

Bu yazıda, şehri iki açıdan ele alacığım...

İlki şehrin alt yapı, maddi gelişme ve kalkınma boyutuyla; ikincisi, şehir ve insan ilişkisinde insan faktörü üzerinde kısaca duracağım.

Bu olguları ele almada ise araç olarak, zengin ve fakir ikilemini gündeme getireceğim...

Alt yapı ve düşünce

Şehrin alt yapı ve maddi gelişmişlik olgusu kadar, entellektüel düşünce ve inanç boyutundan uzak kalmadığını ve bu boyutların sıradan insanların gündelik yaşamında gizli/açık ortaya çıkıyor.

Şehrin, düşünce dünyamızda ve gündelik yaşamda ayırdığımız -yukarıda dikkat çektiğim- bu ikili kategorinin sadece, birinci yanını öne çıkartmak haksızlık olur.

Öte yandan, ikinci yanını görebilmek için ise, olan bitene, yakın ve uzak çevreye, biraz detaylı bakmak ve baktığımızı, anlamaya çalışma konusunda gayret göstermek gerekir.

Öyle ki, tam da bu çelişkilerin bir ifadesi olarak, Cakarta’da bulunmak, bize pek çok siyasal ve toplumsal olgunun, birbiri peşi sıra zihnimizde uçuştuğunu fark etme ve tecrübe etme imkânı verir.

Aslında, şehir, bize bunu hissettirmek için elinden geleni yapar...

Nereden nereye...

Başkent Cakarta, bir dönemin politik tanımlamasıyla, 3. Dünya kategorisinde giren devletlerin az gelişmişlikleriyle öne çıkan başkentleri arasında sıralanırdı.

Yaklaşık, son yirmi yıllık gelişmeler ise, bu başkenti kapsamlı dönüşümlerin gündeme geldiği, gelişmekte olan bir ülkenin başkenti konumuna taşıdı.

Bu gelişmenin, küresel bir zorunluluk eseri olduğunu da söyleyebiliriz...

Yolsuzluğu azaltma, toplumun yoksul ve yoksun kesimlerini biraz olsun, daha fazla gözetme ve bir nebze olsun ferahlatma anlamında, sabık başkan Joko Widodo’nun, son on yılda izlediği politikalarla ülke dönüşürken, temsil gücü yüksek olması nedeniyle başkent de, bundan hiç kuşku yok ki, en büyük payı alan şehir konumunda oldu.

Ancak, şehir, bu kalkınmacı politikaların önemli bir bölümünün hayata geçirilme süreçlerinin akamete uğradığı ve bugün bunlardan belki de, pek azının arzu edilen şekilde meyvelerini verdiğini söyleyebilebeceğimiz bir gelişme evresi tecrübe etti.

Şehrin ana arterlerinde şöyle bir dolaşıvermek, bu sürecin bittiğini söylememizi zorlaştırırken, nelerin gecikmeli olarak ortaya konulmaya başlandığı ve potansiyel olarak, daha nelerin ortaya konulması gerektiği konusunda bizi düşüncmye sevk ediyor...

Bu noktada, Cakarta’nın, geniş toplum kesimleri için yaşanabilirliğini artırma konusunda ve bu anlamda, alt yapıdan üst yapıya -veya tersinden(!)- değiştirme konusundaki azimli duruşlarıyla öne çıkan valiler ile ulusal başkenti uluslararası arenada temsiliyetini güçlendirme konusunda valilere yardımcı olmayan çalışan devlet başkanlarının çabalarına karşın, bugün karşımızda arzu edilen seviyeye ulaş/a/mamış bir Cakarta olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Belki de, ‘bu nedenledir ki, sabık başkan Jokowi hem, valiliği hem de, devlet başkanlığını kapsayan, 2012’den 2024’de değin, toplam on iki yıllık süreçteki tüm çabalarına karşın, nihayetinde pes edip, ülkenin bir başka Adası’da yani, Kalimantan’da sil baştan yeni bir başkent icadına ve inşasına müracaat etmek zorunda kalmıştır’ dersem, yanlış söylemiş olmam.

Sıradan insanlar (rakyat)

Bunca alt yapı ve üst yapı karmaşasına ve açmazlarına karşın, Cakarta’yı algımızda, tecrübelerimizde ve bugünümüzde bize olumlu gelen ve hatta sevimli kılan, geniş toplum içerisinde alçak gönüllü bir yaşama sahip olan ‘samimi’ insanlarıdır.

Bu insanların büyük bir kısmı, başlıkta yer aldığı üzere ikinci kısımda yer alır...

Zenginin en zengin, fakirin en fakir (kaya terlalu kaya, miskin terlalu miskin) olduğuna şahitlik edilecek şehirlerden birisidir Cakarta...

Hayatın insan zihnini ve ruhunu sindirici ve yıkıcı tüm dinamiklerine karşın, fakirlikle/yoksullukla hem hâl olan kesimleri, içinde var oldukları tüm dezavantajlı konumlarına rağmen, sahip oldukları insani unsurlarının, inanç ve geleneklerince olgunlaştırılmış değerlerinden gelen olgunlukla, şu ya da bu şekilde suskunluğunu, sadeliğini ve de nezaketini yitirmeden, bu haliyle bile var olmasını becerebilen insanlar olarak adlandırmak yerinde olur.

Değerler ve anlam

Zenginlerin, -şimdilik- ne halde oldukları bir yana, toplumun ağırlıklı bir bölümünü oluşturan fakir/yoksul kesimlerin varlığı, inancı, yaşam ritüelleri ve sıradanlıkları kanımca hem, kendi aralarında hem de, bizler gibi dışarlıklı ziyaretçiler için olumlu ve anlamlı bir yaşam alanı açıyor.

Ve bu durum, şehrin geniş arterlerinde fiziki anlamda yaşamı boğan tüm süreçlere rağmen, şehirde yaşamayı anlamlı kılmaya ve insani olanı öne çıkarmaya yeter bir durum kazandırıyor.

Bu fakir/yoksul insanları görebilmek için şehre ve topluma biraz daha derinden bakmak, içlerine biraz daha girmek, onlarla az da olsa yüz-göz olmak, mümkünse biraz hasbihal etmek gerekiyor.

Bu şehre, ‘zengini en zengin, fakiri en fakir’ demek suretiyle, bir ölçüde sınırlandırıcı bir toplumsal tanımlama yaptığımın farkındayım.

Bu yaklaşım, sadece şehri ve şehir yaşamını anlamada, bir yol ve yordam olmasıyla bize yardımcı olacağını düşünüyorum.

Bu ikili kategorinin arasında yer alan ve -ekonomik geliri bir yana-, diğer pek çok açılardan, orta sınıf demeye pek de dilim varmayan geniş bir kitlesinin de var olduğuna kuşku yok.

Bu kesimin sınırlılıkları ise, farklı toplumsal gerçeklikleriyle anılmayı gerektiriyor.

Ancak, öncelikle bu geniş kesim, iki temel zıt toplumsal yapıdan birine yanaşma ve ötekinden uzaklaşma çabasıyla diğerlerinden ayrılıyor.

Bu geniş kesimin belki, görece az bir bölümü ‘zenginin daha zengin olduğu’ toplumsal çevreye ve evreye dahil olmanın yollarını aramakla meşgulken, önemli bir bölümünün geleceği olmayan kötü talih ya da  kör talih (!) ve kader’in cilvesi sonucu ya da toplumsal nizamı tesis noktasında sorumlu olanların, yöneticilerin, bürokratların, siyasilerin vurdumduymazlığıyla, ‘fakirin en fakir olduğu’ toplumsal alana düşmemek için gayret sergiliyor.

Zengin’in en zengin, fakirin en fakir olduğu bu şehirde ikiyüzlülüğe kapılmadan, hayatın ağırlığını olduğunca -ve de zorunlu olarak yüklenen ve bunun altından kalkmaya çalışan geniş fakir ve yoksul kitleler sahip oldukları ve devam ettirmeye çalıştıkları değerlerle kendi yaşamlarına, toplumsal ilişkilere ve de şehre anlam katıyorlar.

Bu insanları, kendi ortamlarında görebilmek, oturup sohbet edebilmek, hallerini anlayabilmek hiç kuşku yok ki, gayet önemli öğretici özellikler sunuyor.

 https://guneydoguasyacalismalari.com/bir-baskent-ve-zengin-fakir-dikotomisi-cakarta-a-capital-city-and-the-rich-poor-dichotomy-jakarta/

Dua pria terhormat di Istanbul: Al-Shidyaq dan Al-Zahir

Mehmet Özay                                                                                                                            22.10.2024

Di awal artikel ini, saya ingin menyoroti pertanyaan penting apakah dua tokoh Arab yang terkemuka di Semenanjung Melayu, bernama Ahmad Faris al-Shidyaq bertemu dengan Abd al-Rahman al-Zahir di Istanbul. Untuk dapat memberikan jawaban yang memuaskan atas pertanyaan ini, saya akan mencoba menyelidikinya dengan menganalisis beberapa dokumen secara singkat. Hal ini penting tidak hanya dalam konteks kondisi politik selama tahun-tahun di akhir abad ke-19, tetapi juga akan mengungkap jenis komunikasi intelektual antara dua geografi, yaitu wilayah Uthmani dan Kepulauan Melayu.

Istanbul merupakan kota metropolitan yang menarik bagi individu-individu tertentu seperti politisi, jurnalis-intelektual, cendekiawan karena berbagai alasan pada paruh kedua abad ke-19. Di antara mereka adalah tokoh-tokoh penting Ahmad Faris al-Shidyaq dan Abd al-Rahman al-Zahir. Al-Shidyaq (1801/4-1887), seorang asal Katolik Maronit berkebangsaan Lebanon yang masuk Islam selama berada di Tunisia pada tahun 1857 diundang oleh penguasa Uthmani dan menetap di Istanbul antara tahun 1857 dan 1860. Dalam masa itu, ia menjadi nama pelopor surat khabar bernuasa renaisans Arab, Nahda (Kebangkitan). Dan al-Zahir (1833-1896), yang dianggap sebagai Perdana Menteri atau “Maharaja Mudabbir’ul Malik’, “menteri dalam negeri pemerintah Aceh” dan “wakil-i mutlak” Sultan Aceh sebagaimana tercantum dalam dokumen arsip Uthmani melakukan dua kunjungan yang sangat penting untuk tujuan pembangunan Aceh. Saya dapat mengatakan bahwa kepekaan budaya dan kecenderungan politik mereka pasti telah menuntun mereka untuk bertemu langsung.

Tujuan al-Shidyaq adalah untuk meningkatkan kapasitas intelektualnya, untuk berkontribusi pada kalangan ilmiah dengan menerbitkan buku-buku sumber berbahasa Arab dan bekerja sebagai jurnalis melalui penerbitan surat kabar berjudul al-Jawaib sesuai dengan afiliasi politik Uthmani. Dalam hal ini, ia sangat produktif dalam kegiatan jurnalistik dan intelektual. Dalam hal ini, tidak salah jika saya mengatakan bahwa ia memperoleh karier yang gemilang. Al-Zahir tidak diundang oleh otoritas Uthmani tetapi dikirim oleh elit politik Aceh ke Istanbul, mungkin untuk dua kali yaitu, pada tahun 1868 dan pada tahun 1873. Kunjungan pertamanya mungkin ke Jeddah untuk komunikasi lebih lanjut dengan gubernur Uthmani pada tahun 1868 untuk memulai hubungan sebelumnya dengan Istana Uthmani. Khususnya, kunjungan keduanya ke Istanbul cukup lama yang diyakini telah memungkinkannya untuk berhubungan dengan berbagai kalangan termasuk al-Shidyaq, saya percaya. Saya tegaskan bahwa kehadiran mereka di Istanbul cukup berarti bagi jalannya gerakan reformasi Uthmani dan hubungan internasional. Namun, saya tidak dapat membahas masalah ini dalam artikel singkat ini.

Meskipun tujuan intelektual dan politik kedua pria ini tampak sangat berbeda satu sama lain, saya tidak dapat memisahkan mereka dengan mudah. ​​Keduanya saling memberi arti dan saling mendukung dalam beberapa hal atau lebih. Selain itu, tidak dapat disangkal bahwa kedua tokoh, yaitu al-Shidyaq dan al-Zahir memiliki pengalaman luas hidup di geografi yang berbeda dan melayani berbagai jenis orang. Al-Shidyaq bekerja untuk proses penerbitan misi Protestan di Beirut, Malta dan London, dan menghabiskan beberapa waktu di Paris dan Tunisia sebelum menetap di Istanbul. Ia menjabat sebagai jurnalis-intelektual yang bekerja sebagai kolektor, editor dan penerbit pada tahun-tahun antara 1859 dan 1887 di Istanbul selama pemerintahan Abdul Majid, Abdul Aziz, Murad V, dan Abdul Hamid II di Negara Uthmani. Dimulai dari 31 Mei 1861 Ahmad Faris al-Shidyaq telah mengoperasikan al-Jawaib, surat kabar berbahasa Arabnya. Dia tidak diragukan lagi merupakan salah satu individu yang selama tahun-tahun itu dikenal di Istanbul karena produktivitasnya yang tak henti-hentinya dalam jurnalisme dan intelektualisme. Energi dan hasil intelektualnya didedikasikan untuk arah politik Uthmani dan kebangkitan Arab, khususnya penyederhanaan Bahasa Arab dan menghidupkan kembali manuskrip-manuskrip kuno. Yang terakhir ini sangat jelas dan membuatnya terkenal di kalangan intelektual Arab setelah dia meninggal, karena banyaknya lanskap intelektual bahasa Arab, buku-buku, dan manuskrip yang dia reproduksi.

Dan distribusi al-Jawaib mencapai pelosok-pelosok dunia Muslim selama tahun-tahun itu dari Maroko hingga India. Jelaslah bahwa surat kabarnya meninggalkan jejak abadi pada jurnalisme dan kehidupan intelektual Uthmani. Selain itu, ia memainkan fungsi politik yang relevan secara langsung atau tidak langsung dari apa yang disebut kebijakan Pan-Islam Uthmani yang dimulai sejak masa pemerintahan Sultan Abdul Aziz (1861-1876). Selain menjadi aktor intelektual di Istanbul, al-Shidyaq dekat dengan tokoh-tokoh politik yang memegang jabatan penting dalam birokrasi Uthmani. Namun saya tidak mengamati bahwa ia memainkan panggilan politik selama tahun-tahun itu di Istanbul. Sebaliknya, ia mundur dari dimensi politik seperti nasionalisme Arab yang secara bertahap berkembang di Suriah dan Mesir dalam beberapa dekade itu.

Al-Zahir, seorang Hadhrami terpelajar dan seorang perantau di Dunia Melayu, belajar di pusat-pusat pembelajaran Islam klasik bekerja sebagai penasihat Sultan Abu Bakar dari Johor, selama satu setengah tahun di Johor Bahru, melakukan kegiatan dagang di Penang, Singapura dan Pedir sebelum ditugaskan untuk tugas mulianya di Aceh. Kemudian, ia menjabat sebagai penasihat dan perdana menteri pada tahun-tahun antara 1864 dan 1878 untuk sultan-sultan Aceh yaitu, Sultan Mansur Syah (w. 1870), Sultan Mahmud Syah (w. 1874) dan Sultan Muhammad Daud Syah (w. 1939), penguasa terakhir Aceh sebelum ‘pensiun!’ ke Jeddah setelah ia menyetujui persyaratan yang ditawarkan oleh otoritas Belanda. Al-Zahir telah mengaitkan dirinya secara aktif dalam politik Aceh sejak kedatangannya di Banda Aceh pada tahun 1864. Dan sebagai cerminan dari karakter politiknya yang kuat dan ambisius, ia mendapatkan kepercayaan dari Mansur Syah. Dan itu diubah menjadi politik praktis di lapangan ketika ia mengunjungi Istanbul atau Jeddah untuk berkomunikasi dengan penguasa Uthmani pada tahun 1868 untuk pertama kalinya. Masalah apakah ia secara pribadi berkunjung ke Istanbul pada tahun 1868 masih belum dapat dijelaskan. Namun, kita memiliki cukup bukti bahwa ia tinggal selama hampir sembilan atau sepuluh bulan pada kunjungan kedua yang dimulai dari akhir tahun 1872 atau awal tahun 1873 hingga musim gugur, yaitu September atau Oktober berdasarkan dokumen arsip Uthmani, al-Jawaib, dan sumber-sumber Belanda di Batavia.

Ini adalah latar belakang kedua individu yang saya teliti dalam hal komunikasi dan korespondensi mereka selama era Perang Sabil di Aceh. Saya berasumsi bahwa komunikasi mereka sangat penting dalam hal penyebaran persoalan kemanusiaan Aceh agar menjangkau berbagai geografi dan kaum berpengaruh yang tinggal di berbagai belahan dunia Muslim. Namun, orang dapat menegaskan bahwa proses ini mungkin telah memainkan lilin yang tertiup angin.

Diketahui bahwa redaksi al-Jawaib tidak mengetahui perkembangan di Dunia Melayu hingga ia bertemu dengan Al-Zahir. Karena itu, al-Jawaib, dalam edisi No. 637, dengan merujuk pada surat kabar Times, memberi tahu para pembacanya tentang kasus Aceh di Sumatera. Dengan mengatakan bahwa "sebuah cerita aneh dari Hindia Timur," redaksi al-Jawaib mengungkapkan keterkejutannya tentang isu-isu di Sumatera. Disimpulkan bahwa al-Jawaib tidak memiliki agen atau reporter di Penang, Singapura, dan Batavia untuk menyampaikan perkembangan tersebut melalui kawat. Akan tetapi, selama hari-hari itu, al-Shidyaq diberi tahu oleh utusan Aceh, yaitu al-Zahir di Istanbul dan menerbitkan isu-isu tertentu di al-Jawaib. Orang dapat dengan tepat bertanya apakah al-Shidyah kemudian mengembangkan komunikasi langsung melalui kawat dengan 'Dewan Delapan' di Penang setelah ia bertemu dengan al-Zahir. Secara materiil ada fasilitas dan seperti yang diamati dalam terbitan No. 641 di al-Jawaib, al-Zahir menerima telegram yang dikirim dari Penang. Di luar publikasi ini, ada juga dokumentasi penting yang dipegang oleh otoritas kolonial Belanda. Dan dokumen-dokumen kecil Belanda ini memberi tahu kita bahwa beberapa individu di Jawa dicurigai sebagai pelanggan dan agensi al-Jawaib.

Saya berpendapat bahwa al-Shidyaq dikenal sebagai wartawan dan penerbit terkemuka di Istanbul, bukan tidak mungkin ia bertemu langsung dengan al-Zahir. Apakah komunikasi antara kedua orang ini pada tahun 1868 dapat dikonfirmasi lebih lanjut masih dalam penelusuran, mengingat beberapa seri terbitan al-Jawaib pada tahun itu belum terjangkau. Akan tetapi, jelas bahwa isu-isu al-Jawaib pada tahun 1873 memberi kita wawasan yang cukup bahwa al-Zahir menyerahkan beberapa dokumen terkait diplomasi perang Aceh kepada editor al-Jawaib. Meskipun al-Zahir, utusan Aceh tidak dapat menemukan kesempatan atau tidak diterima secara resmi oleh istana Uthmani untuk bertemu langsung dengan Sultan Abdul Aziz selama kunjungan keduanya, setidaknya ia memiliki kesempatan yang lebih besar untuk bertemu dengan al-Shidyaq, seorang wartawan-intelektual untuk menyampaikan sikap dan politik pertahanan Aceh.

https://epaper.waspada.id/epaper/waspada-selasa-22-oktober-2024/

Waspada (Opini), 22 Oktober 2024, (Selasa), B3.

 

22 Ekim 2024 Salı

Endonezya’da Prabowo dönemi / The era of Prabowo in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                            22.10.2024

Endonezya’da yeni dönem, Prabowo Subianto başkanlık koltuğuna oturmasıyla başladı...

Bu gelişmeyi, ‘Prabowo nihayet başkanlık koltuğuna oturdu’ başlığıyla da vermek mümkün.

Ordudan ayrılmasının ardından, ulusal siyasette rol almaya başlayan ve bu süreçte, Büyük Endonezya Partisi (Gerindra) adıyla siyasi bir parti kuran Prabowo, 2014 ve 2019 seçimlerine başkan adayı olarak katılmasına rağmen, başarıyı ancak, 2024 yılı 14 Şubat’ında yapılan seçimlerde yakalayabildi.

Üç seçimle, kendini ulusal siyasette akredite etmeye çalışan Prabowo’nun, aynı zamanda belki de askerlik mesleğinden kalan bir nitelik olarak, azimli ve kararlılığının sonucunda emeline ulaştığını söylemek mümkün.

Nasıl bir Endonezya?

Endonezya’yı önümüzdeki beş yıl boyunca yönetecek olan 73 yaşındaki Prabowo Subianto’nun ‘nasıl bir Endonezya inşa edeceği?’ gibi standart bir soru, elbetteki pek çok kişi tarafından soruldu ve sorulmaya devam ediliyor.

Daha önceki yazılarımızda özellikle, 2024 Şubat seçimlerinin ardından, Savunma Bakanı sıfatını taşımaya devam etse de, sanki de facto başkan edasıyla, çeşitli ülkelere yaptığı seyahatlerde ülke başkanları, başbakanları ve hatta monarklarıyla yaptığı görüşmelere rağmen, Prabowo’dan yukarıdaki soruya karşılık gelecek kapsamlı cevaplar bulmakta zorlandık.

Elbette, zaman zaman sabık başkan Joko Widodo’ya ve de politikalarına övgüler düzerek “mevcut politikalara devam edeceğim” tarzında açıklamaları olsa da, bunları daha çok kendisine başkanlık yolunu sonuna kadar açan Jokowi’yi onere etme olarak değerlendirmek gerekir.

Örneğin, şayet böyle bir benzerlik kurulacak ise, uluslararası ilişkiler bağlamında, Prabowo’nun Jokowi’yi takip etmesi halinde içine kapanık, çekingen, dış ilişkileri bakanına havale eden vb. bir yaklaşım sergilemesi beklenir.

Oysa, yukarıda dile getirdiğim üzere, Şubat ayından itibaren yurt dışı gezilerinde en azından, niceliksel olarak sergilediği agresifliğin, Jokowi’nin bizatihi kendisinin ortaya koyduğu dış politika yönelimleriyle uzaktan yakından ilintisi bulunmuyor.

Bunun en açık göstergesi, Pazar günü Cakarta’da parlamentodaki yemin törenine katılan aralarında başbakanların da bulunduğu yabancı ülke temsilcileriyde.

Singapur başbakanı Lawrence Wong, Malezya başbakanı Enver İbrahim, Güney Kore devlet başkanı Han Duck-soo, Çin başkan yardımcısı Han Zheng, Avustralya başbakan yardımcısı ve savunma bakanı Richard Marles gibi isimler yer alıyordu.

Başkanlık iktidarı

“Acaba başkanlık iktidarında Prabowo ne yapacak?” sorusunun bazı cevaplarını en azından, geçtiğimiz Pazar günü Cakarta’da parlamentodaki yemin töreni sonrasındaki konuşmasında bulmak mümkün.

Basına yansıdığı kadarıyla veya basının öne çıkardığı kadarıyla ilk dikkat çeken husus, “Tüm Endonezya’nın başkanı olacağım” ifadesiydi.

Bunun hakikaten Prabowo’nun icad ettiği, özgün bir söylem olmadığını, küresel siyaseti az çok takip eden insanların fark etmiş olması gerekir.

Bazı ülkelerde, ulu orta hale gelen bu söylem tarzının, Endonezya’da Prabowo gibi bir siyasetçi tarafından dillendirilmesinin, kamuoyunun önemli bir kesiminde nasıl karşılık bulduğunu anlamak için Prabowo’nun acilen bu yönde icraatlar ortaya koyması gerekir.

Yoksa ne, ordudaki görevi sırasında ne de, sivil siyasette yer aldığı dönemde, örneğin, 2016 yılın Ağustos ayı ve sonrasında yaşananlarda oynadığı rol Prabowo’nun, böylesi bir yönelimde siyasetçi olabileceğini anlamayı kolaylaştırıyor.

Tüm Endonezya ideali ve gerçekler

Yine basın organlarında öne çıkartılan ve belki de, kimilerince, “tüm Endonezya’nın başkanı olmak” söyleminin pratikteki yansıması olabilecek icraat, Endonezya toplumunun en fakir kesimlerin özellikle de, çocukların ve hamile kadınların yararlanacağı “ücretsiz öğle yemeği” programı oldu.

Yaklaşık 6 milyar Dolar (71 trilyon Rupiah) bütçeyi içeren bu programın kulağa hoş gelen yanı olduğuna kuşku yok.

Gizli açık ekonomik yardım programı altında değerlendirilebilecek olan bu uygulama, bir tür sosyal devlet sistemini andırsa da, kanımca daha çok STK’cı devlet modelinin bir örneği olabilecek gibi görünüyor.

Prabowo’nun gündeme getirdiği ve daha başkanlık koltuğuna oturmadan başlatılan bu politikayı savunan görüşü Pazar günkü başkanlık konuşmasında da değindi.

Prabowo, “Pek çok kardeşimiz fakirlik sınırının altında yaşıyor. Pek çok çocuğumuz okula kahvaltı etmeden gidiyor” açıklaması, ülkenin sosyal realitelerinden birine ortaya koyması açısından gayet önemli.

Ancak, son on beş yıldır ulusal siyasette rol alan bir siyasetçi olarak bu sosyo-ekonomik durumun nedenlerine dair açıklamalar nelerdir sorusuna da, başkan Prabowo’nun cevaplar üretmesi gerekir(di).

Ekonomi

Konu ekonomiden açılmışken...

Başkan Prabowo yaptığı konuşmada, ülke ekonomisinin ki, son on yılda Güneydoğu Asya’da sürekli büyüyen bir ekonomi olarak dikkat çeken Endonezya’da, ortalama yüzde 5 olan yıllık büyüme oranını yüzde 8’e çıkarmayı hedeflediğine vurgu yaptı.

Bu alanda tıpkı, “tüm ülkenin başkanı” olacağı söyleminde olduğu gibi, küresel gelişmeleri yakından takip edenler, yıllık büyüme oranları ile sosyal adalet sistemi arasında doğrusal bir orantının olmadığı bilir.

En azından bu fark edilebilir, gözle görülebilir bir sosyal gerçekliktir.

Bu noktada, başkan Prabowo’nun büyürken, nasıl bir ekonomik büyüme hedeflediğini ve hangi mekanizmalarla bu büyümenin sağlanacağını detaylı, basitleştirilmiş haliyle de olsa programları sayıp dökmesi beklenirdi.

Evet, Endonezya son yılların sürekli büyüme sağlayan ülkelerinden biri...

Zaten bu nedenledir ki, uluslararası kurumlarca orta büyüklükte yükselen ülkeler kategorisinde yer verilmiş durumda.

Endonezya’da var olan ekonomik büyüme ile ve örneğin, yine yukarıda kısaca değindiğim üzere, ASEAN üye ülkeleri arasında en büyük ekonomi olarak ortaya çıkması, üretim gücü, teknolojik kalkınma, imalât sanayi vb. gibi alanların bir sonucu değil.

Daha çok, 300 milyona yaklaşan nüfusunun iç tüketimince belirlenen ve buna ilâve olarak, halen küresel piyasaları besleyen doğal kaynakların içeriden dışarıda aktarılmasından neşet eden bir büyüme var karşımızda.

Zaten bu tür büyümeden dolayıdır ki, yine başkanın, “açlık sınırı altında olan kardeşlerimiz, kahvaltı etmeden okula giden çocuklarımız” söylemi, sosyal gerçeklikte yer almaya devam ediyor.

Aciliyet bekleyen alanlar

Bu çerçevede, ASEAN ülkeleri arasında en büyük ekonomi olmakla öne çıkan Endonezya’da, yeni başkanın dile getirmesi beklenen gayet temel bazı alanlar bulunuyor.

Örneğin bu alanları şu şekilde sıralamak mümkün: gelir dağılımı eşitliği, istihdam, temel eğitim ve mesleki eğitim, genç nesillerin üretken meslek sahibi olması, dünyayı beş yüz yıldır besleyen kaynaklara sahip Takımadalar’ın çeşitli bölgelerindeki sosyo-ekonomik kriterler bağlamında geri kalmış kitlelerin kendine yeter bir ekonomiye ulaşmaları, işsizlik nedeniyle dışarıya önemli bir göç veren ülke konumundan insanlarına kendi topraklarında istihdam edebilecek olanakları sağlama vs

Ya da, ülkenin belirli bölgelerindeki elektrik açığının kapatılması dalga, rüzgâr gibi alternatif enerji kaynaklarının oluşturulması ve geliştirilmesi; bugünün popüler kalkınma araçları arasında yer alan karbon emisyonu bağlamında, yağmur ormanlarıyla dikkat çekmesi nedeniyle Endonezya’nın bir ‘hub’ olarak küresel arenada yer alması; ‘helal’ olgusunun bir endüstri haline gelmesinden hareketle ve yanı başındaki Malezya’nın bu işin üstesinden gelebilmiş bir örnek teşkil etmesini dikkate alarak, hem iç hem de küresel pazara yönelebilecek kapsamlı düzenlemelerle ancak yerel üreticilerin önünü açacak yapılanmanın yürürlüğe konulması; zamanında, ülkenin en yoksul eyaletlerinden biri için gündeme getirdiğimiz üzere, belirli sektörler bazında, mikro kalkınma bölgelerinin oluşturulması ve bu bölgelerin bölgesel ve küresel pazarlara erişimini sağlayacak mekanizmaların kurulup geliştirilmesi; bölgedeki Japonya, Tayvan, Güney Kore, Singapur gibi ülkelerin kalkınma yönelimlerinde imalât sanayilerin ve bunlara eklemlenebilecek teknolojik yeniliklerin, aynı ölçüde olmasa bile, zamana yayılacak şekilde üretim süreçlerinde etkinliğinin artırılması vs.

Başkan Prabowo’nun ve açıkladığı kabinenin hiç kuşku yok ki bu alanlarda söz söylebilecek niteliklerde üyeleri bulunuyor. Önemli olan, bunları bütüncül ve sürdürülebilir bir şekilde ulusal politakanın merkezine acilen taşımak olmaladır.

Endonezya’nın bu yeni dönemini yakından izlemeye devam edeceğiz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/endonezyada-prabowo-donemi-prabowo-era-in-indonesia/