16 Ekim 2024 Çarşamba

Çin ve Tayvan arasında gerilim artıyor / Increasing the tension between China and Taiwan

Mehmet Özay                                                                                                                           16.10. 2024

Çin’den Tayvan’a göz dağı artarak devam ediyor...

Tayvan milli günü dolayısıyla başkan Lai Ching-te’nin 10 Ekim’de yaptığı konuşmanın ardından, Pekin yönetimi geçtiğimiz Pazartesi günü tüm askeri birimlerin katılımıyla Tayvan’ı çevreleyen sularda bir günlük tatbik gerçekleştirdi.

Bu gelişme, Avrupa’nın göbeğinde ve Ortadoğu’da sıcak çatışmalar sürer ve bir şekilde, barış adımları atılmaya çalışılırken, dünyanın farklı bölgelerinde potansiyel çatışma alanlarının başında gelen Tayvan Boğazı’nda tehlike sürekli büyümeye devam ettiği anlamına geliyor.

Küresel bir güç olarak Çin Halk Cumhuriyeti’nin (People’s Republic of China-PRC), Tayvan’a, ki resmi adı Çin Cumhuriyeti (Republic of China), yönelik tehditlerinin sadece lafta kalmadığı aksine, günden güne artan askeri tatbikatlarla, neredeyse her an Ada’ya yönelik bir askeri harekatı başlatacağı izlenimi veriyor.

Kognitif savaş

Geçtiğimiz Pazartesi günü, ‘Ortak Kılıç-2024B’ adı verilen ve Çin ordusunun (Chinese People’s Liberation Army-PLA) tüm birimleriyle katıldığı ve Tayvan’ı çevreleyen sularda gerçekleştirilen bir günlük tatbikatı, gelişigüzel yapılmış bir eylem olarak değerlendirmek yanlış.

Tüm ordu birimlerinin iştirak ettiği bu tatbikat, aynı zamanda literatürde “kognitif savaş” (cognitive warfare) olarak adlandırılan ve askeri yapı dışındaki unsurların da katılmasıyla belki de, önceki tatbikatlardan ayrıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu yöntemle, Tayvan kamuoyunda algı değişiklikleri hedeflenirken, bunun sıcak savaş unsurlarının önünün açacak bir yol olarak kullanılacağı varsayılıyor.

Çin yönetiminin askeri tatbikatlar için, çeşitli vesileleri gerekçe gösterdiğini söylemek mümkün.

Pazartesi günkü tatbikat için de Tayvan devlet başkanı Lai Ching-te’nin, 10 Ekim günü, ulusal gün dolayısıyla yaptığı konuşma Pekin’de oldukça şiddetli bir karşılık buldu.

Başkan Lai, ne dedi?

Başkan Lai uzun bir konuşma yaptı... Konuşma metnine baktığımızda, pek çok konuya değindiği anlaşılıyor.

Ancak, öne çıkan temel hususlara kısaca değinmekte yarar var.

Lai, yaptığı konuşmada, “Tayvan ve Çin’in birbirinin hakimiyetine girmeyecektir” ve “Çin Halk Cumhuriyeti’nin Tayvan’ı temsil etme hakkı yoktur” ifadeleri açıkça, Pekin yönetiminin “Tek Çin” idealine muhalif bir bağlamda yer aldığına kuşku yok.

Tayvan’da bağımsızlık gününün 1949 yılından başlayan dönemden değil aksine, 1911 yılına yani, Çin hanedanlığına karşı gerçekleştirilen modern darbeye gönderme yapması dikkat çekiciydi.

Bu tarihi yaklaşım, hiç kuşku yok ki, 1945-1949 yılları arasında Ana kıta Çin’de komünist ve milliyetçi Çin arasında yapılan ve komünistlerin galibiyetiyle sonuçlanan iç savaşı ve devamını yok sayan bir açılımı içeriyor.

Başkan Lai’nin 1911 göndermesinin Çin hanedanlığını ortadan kaldıran milliyetçi güçler noktasında doğruluğu içinde barındırıyor.

Ancak, bu sürecin ardından bir toplumsal hareket olarak başlayan ve ardından, kurumsallaşan Çin komünizminin ve de 1949 sonrası Çin Komünist Partisi ve yönetiminin varlığını dikkate almamasıyla, gayet önemli bir tarihi söylem ortaya koyuyor.

Pekin’den güçlü tepki

Bu konuşmanın ardından, Çin’de Tayvan İşleri’nden Sorumlu direktör Chen Binhua Başkan Lai Ching’i “barışı baltalayan” vb. sıfatlarla suçlarken, açıklamasının devamında, Pekin yönetiminin, Tayvan Boğazı’nda barış ve istikrarın teminini sağlamaya yönelik olarak, olası gelişmelere karşı egemen devlet hakkını kullanmaktan çekinmeyeceğine vurgu yaptı.

Ve bu açıklamanın ardından, Pazartesi günkü tatbikat gerçekleştirildi...

Tatbikatın ertesinde yine, Chen Binhua’nın açıklaması gündemde önemli yer işgal ettiği görülüyor.

Chen’in, bu sefer, “... Barışçıl birleşme konusunda çaba harcama niyetindeyiz. Ancak, güç kullanmaktan da vazgeçmeyeceğiz...” şeklindeki ifadelerini, gayet güçlü siyasi demeçler olarak kabul etmek gerekir.

Elbette, bu söylem yeni değil...

Aynı ifadeleri, Çin devlet başkanı Şi Cinping’in söylemlerinde de tanık olunması, Pekin yönetiminin bu konuya ne denli önem verdiğinin bir kez daha kanıtı niteliğindedir.

Bu süreçte gündeme gelen söylemler çerçevesinde bakıldığında, aslında sorunun, Çin ve Tayvan arasında kalmayacak olduğunun işaretini de veren yine Chen.

Chen’in, olası bir sıcak çatışmanın hedefinin, “Tayvan’daki azınlık kitleyi oluşturan ayrılıkçılar ile müdahaleci olacak dış güçler”dir demesi, hem bölgesel ve hem de küresel güçlere gönderme yapıyor.

Köklü sorun

Hatırlanacağı üzere, Tayvan Boğazı sorununun Güney Çin Denizi ile yakın bağlantı kurulabilecek boyutlarının olması, küresel güçler yani, bu anlamda akla gelen ilk ülke elbette ABD ile bu ülkenin bölgedeki müttefiklerinden ilk akla gelen Japonya ve Filipinler oluyor.

Çin’in ‘Tek Çin’ politikasına ve bunun Batılı ülkelerce de tanınmasına karşılık, Tayvan’da son üç dönem devlet başkanlığı koltuğunda oturan devlet başkanları ve iktidardaki Demokratik Gelişimci Parti (Democratic Progressive Party-DPP) farklı bir söylemle gündeme geliyor.

Tayvan’ın demokratik kazanımlarına ve ekonomik gelişmişliği ve çeşitli alanlardaki öncülüğüne yapılan bu vurgu hiç kuşku yok ki, gizli/açık Tayvan’ın bağımsız ülke olduğuna gönderme yapıyor.

Bu yapıdan taviz verilmeyeceği söylemi ise Pekin’in siyasal olarak hazmedemeyeceği bir konu.

Çin ve Tayvan arasında yaşanacak olası bir sıcak çatışmanın Tayvan Boğazı’nın iki yakasındaki bu iki yapı ile sınırlı olmayacağı aşikâr.

https://guneydoguasyacalismalari.com/cin-ve-tayvan-arasinda-gerilim-katlaniyor-increasing-the-tension-between-china-and-taiwan/

12 Ekim 2024 Cumartesi

Erken dönem Portekiz sömürgeciliğinde bazı yapısal unsurlar / Some structural elements in early Portuguese colonialism

Mehmet Özay                                                                                                                            12.10.2024

Batı Avrupalı denizci ulusların, sömürgecilik süreçlerine dair erken dönem anlatıları bize, ‘kaba bir sömürgecilik’ vurgusu yerine, temellere dair kayda değer veriler sağlıyor.

Aksine ortada bir yandan, ekonomi ve bilgi alanında, kasıtlı ve niyetli bir yapılanma ve öte yandan, bu unsurları biraraya getirecek çevrelerde var olan araştırmacı ruhun özellikleriyle karşılaşıyoruz.

Temellerin oluşum

Bu maddi ve manevi bağlamları biraraya getirmeyi sağlayacak, gayet önemli bir hazırlık aşaması bulunuyor.

Bu durum, Avrupa’da ‘Karanlık’ dönemin geçilmiş ve Avrupa’da var olan milletlerin kendi aralarındaki çatışmacı yaklaşımlarını kısmen sona ermiş olmasının rolü yabana atılamaz.

Ya da, buna ilâve olarak, İber Yarımadası özelinde düşünecek olursak, Avrupa içi çatışmadan, -en azından, Avrupa Kıtası’nın güneyinde- kendini ayırabilen bir sürecin gelişmekte olduğunu da ileri sürülebiliriz.[1]

Bununla söylemek istediğimiz, kapalı denizlerden açık denizlere yani, Okyanuslara açılmada ilgili ulusların ne tür bir yöntem izledikleri, nelerle ve kimlerle karşılaştıkları, bu karşılaşmalar üzerine refleksif bir yaklaşım sergileyerek süreci yeniden ve de ‘onararak’ devam ettirdikleri gözlemleniyor.

Bu yazıda, söz konusu sömürgecilik süreçlerinin, erken dönem evrelerine dair bazı görüşleri, Portekizlilerin Afrika kıyılarındaki ilk tecrübeleri bağlamında kısaca ele alacağım.

1414 ilâ 1448 yılları arasına tekabül eden bu erken dönem denizciliğe dair teşebbüsler bize, 15. yüzyılın sonunda Portekizlileri, Hindistan sahillerine çıkartabilmiş olmasını yeniden değerlendirme imkânı tanıyacaktır.

Denizci Henry öncesi

Portekizliler ve denizcilik dendiğinde akla gelen ilk isim ‘Denizci Henry (Henry the Navy) (1394-1463). Kral Henry’nin, ‘Denizci’ (the Navy) lakabını almasının gayet açık bir şekilde, bu süreçteki rolüne atıfta bulunduğu ortada. 

Bununla birlikte, sürecin öncesi olduğuna da kuşku yok...

Nihayetinde bir kurumsal yapı olarak denizciliğin gelişmesinin İber Yarımadası gibi Güney Avrupa’nın, Akdeniz ve Okyanus’a komşu bölgesinde, 15. yüzyıl ilk yarısında icad edildiğini düşünmek, büyük ölçüde doğru olmayan bir yaklaşıma tekabül ediyor.

Belki, Denizci Henry bağlamında sorulması gereken husus, ‘O’nun, niçin böylesi bir eğilimi güçlü bir şekilde ortaya koyduğu ve bunda, istikrarlı bir süreci devam ettirdiği’ şeklinde olmalıdır.

Bu soruya belki, aşağıda kayda değer bir şekilde, cevap verme imkânı bulacağız.

Denizci Henry’den önce, babası Kral John’un denizciliğe, kayda değer bir yatırımı olduğu anlaşılıyor...

Portekizlilerin, 1415 yılında, İber Yarımadası’ndan Kuzey Afrika’nın en batısında Ceuta’ya düzenledikleri seferin baş aktörü Henry değil, babası John’dur.

Henry’nin, daha henüz 21 yaşındayken, prenslik döneminde meşhur Ceuta Seferi’ne katılmasının, ‘cengâver’ nitelikli bir prens veya geleceğin kralı ile karşı karşıya olduğumuzu akla getirdiği gibi, oğluna bu imkânı tanıyan kudretli bir Kral yani, baba John’un da varlığının yabana atılamaz olduğunu gösteriyor.[2]

15. yüzyılın başlarındaki bu süreç, gelecek yaklaşık elli yılda yani, 15. yüzyılın ilk yarısı boyunca, Portekiz denizciliğinin ilk aşamasını teşkil etmesiyle önem taşıyor.

Yukarıda dile getirdiğim üzere, denizcilik olgusu söz konusu, bu 15. yüzyılın başında keşfedilmediği gibi sadece, Portekizlilerden ibaret olan, bir Avrupa denizciliğinin ortaya çıktığını söylemek de mümkün gözükmüyor.

Kanımca, bu başka bir yazının konusu ve bu nedenle bu ifadeyle yetinmekte yarar var. 

Araştırmacı ruh

Henry, tahta çıktığında öyle anlaşılıyor ki, 21 yaşındaki tecrübesinin yapılandırdığı bir keşifçi ruha sahipti.

Bunun sadece, denizcilikle de sınırlı olmayan bunun dışında, coğrafya, ticari emtia, din ve belki de, erken dönem ulusculuk gibi bağlamları da içinde barındıran özelliklere sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.  

Bu noktada, denizciliği maddi bir gelişme safhası olarak değerlendirdiğimizde, bunun öncesinde bir coğrafya bilgisi, bilinci ve düşüncesinin olması gerektiği bir öncel olarak karşımıza çıkıyor.

Bilgi, yani bir yandan, sözlü öte yandan, yazılı kaynakların Kraliyet ailesince erişebilirliğinin önemi ortada.

Tabii, İber Yarımadası denince akla Endülüs yani, Müslüman Arapların uzun bir dönemin ürünü olarak geliştirdikleri bilgi birikiminden bahsetmek gerekiyor.

İber Yarımadası’nda yaşanan çatışmacı yaklaşımların dışında, Hıristiyan ve Müslüman unsurların birbirlerinden etkilenimlerinin öyle anlaşılıyor ki, önemli etkilerinden biri, Portekiz kraliyet ailesinin denizcilik konusuna eğilmelerinde karşılığını buluyor.

Denizci Henry’nin eğitim sürecinde ve gelişim aşamasında, bölgede var olan coğrafya, denizcilik vb. bilgi alanlarına dair verileri içkinleştirdiğini söylemek, doğal bir gelişme sürecini ortaya koymak açısından önemlidir.

Burada dikkat çekilmesi gereken husus, Denizci Henry’nin, Akdeniz’i çevreleyen coğrafyada oluşan coğrafya ve denizcilik bilgi birikiminden, millet ve din ayrımı gözükmeden istifade etmiş olmasıdır.[3]

Bu durum, bize aslında, farklı milletler arasında genel itibarıyla, medeniyet ve kültür unsurlarının değişimi, aktarımı, iletimi konusunda süreklilik arz eden bir durumun olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Burada ister istemez akla şu soru geliyor...

Portekiz saray çevresinin, ilgili bilim alanlarına yönelmelerine karşılık, benzeri bir ilginin, niçin bu bilgilere kaynaklık etmiş olan çevrelerce yani, Müslümanlarca sürdürülebilir bir şekilde ortaya konulmadığı hususudur.

Bu soruya, tabiri caizse, şipşak bulunabilecek hazır bir cevap vermek yerine kanımca, olan biteni değerlendirebilmemize olanak tanıyacak tüm süreçleri ele almak gerekiyor...

Bu hususu, şimdilik bir kenara koyuyorum...

Kendinde yapılanma

Portekizlilerin, ‘Ceuta’ sonrası denizcilik süreçlerini öyle uluorta geliştirmedikleri, gayet temkinli ve sürdürülebilir bir tarzda ele aldıkları bir vakıa olarak ortada.

Bu noktada, Müslümanlara ev sahipliği yapan Kuzey Batı Afrika sahillerinin tedrici olarak güneye doğru gelişen bir etkileşim ve haberleşme ağının, Portekizlilerce takip edildiğini ve geliştirildiğini söylemek mümkün.

Ancak, Portekizlileri bu süreci yönetebilecek ve belki de, başlangıçta ‘taklit’le başlayan ancak sadece, süreçte ‘taklit’ boyutunda kalmadan, ileriye taşıyabilecek bazı yapısal hususları ortaya koyduklarına kuşku yok.

Bunun ilk dikkat çeken örnekleri, dönemin gemicilik teknolojisinin ve de iklime dair bilginin sınırlılıkları içerisinde, sahil şeridinden uzaklaşmayan ve sahil şeridlerine komşu olan adaları takip eden bir ilerleyişte ortaya çıkıyor.

Portekizlilerin, güneye doğru ilerleyişlerinde, ‘daha önce geçilmemiş rotayı takip ettikleri’ görüşüne temkinli yaklaşılabilir.

‘Öteki’ olgusu

Ancak, bu sürecin Portekizliler için en dikkat çekici yenilik, “öteki”yle karşılaşmalarıdır...

Tıpkı, tarihin farklı evrelerinde farklı coğrafyalarda farklı milletlerin birbirleriyle ilk tanışma evrelerinde dile getirilen ‘barbar’ kavramına burada da rastlıyoruz.

‘Öteki’nin barbar oluşunu, kelimeye belki, bugün yüklenen olumsuz, diyelim ki, ‘vahşi’ anlamının dışında ve ötesinde, bilinmeyen bir toplum anlamında ve nötr bir anlama içkin ‘öteki’/’yabancı’ denildiğini düşünebiliriz.

Portekizlilerin ‘barbarların kıyılarına’ ulaşmaları, onları, hiç kuşku yok ki, çoğul ‘öteki’ ile, yani Afrika’nın güneyini dolaşmaları sonucu Asya toplumlarıyla karşılaşmalarının ilk evresini tecrübe ettiklerini ortaya koyuyor.[4]

Bu çerçevede, ortada, ‘bil/in/memekten kaynaklanan bir tarif sorunu olduğunu söyleyebiliriz.

Bu durum, bilinmeyene karşı geliştirilen ya da beslenen psikolojik temelli bir korku kabul edilebileceği gibi, Avrupa kıtası’nda Akdeniz’in karşı yakasında Afrika için, o döneme kadar oluşmuş, bir kısmı mitolojik ve diğer bir kısmı gerçek tecrübelere dayalı olarak da ortaya çıkmış olabilir.

Portekizlilerin, İber Yarımadası’ndan başlayan denizcilik süreçlerinin başlangıç aşamalarını değerlendirebilmek hem, Portekizlilerin ilerleyen süreçteki sömürgeciliklerini hem de onlardan epeyce sonra sürece katılan diğer Batı Avrupalı denizci milletlerin yaklaşımlarını anlamaya dair önemli bir yaklaşım sağlayacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/erken-donem-portekiz-somurgeciliginde-bazi-yapisal-unsurlar-some-structural-elements-in-early-portuguese-colonialism/



[1] Manuel de Faria y Sousa. (1695). The Portugues Asia or The History of the Discovery and Conquest of India by the Portugues, (Tr.: John Stevens), London: C. Brome, s. 1.

[4]The Portuguese Asia, p. 3.

8 Ekim 2024 Salı

Norbert Elias ve Sosyolojisi’ne dair / Norbert Elias and his Sociology

Mehmet Özay                                                                                                                            10.09.2024

“Sosyoloji ve sosyal teorisyenler bize ne söyler?” sorusu önemlidir.

19. yüzyıl dinamiklerinde ortaya çıkan sosyoloji ile, 20. yüzyılın dinamiklerinde gelişme kaydeden sosyolojinin bizatihi, farklı toplumsal gerçekliklerle yüzleşmelerin sonucu olduğu ortada.

Elias

Bu çerçevede, bu yazıda, Norbert Elias ve sosyolojisinden kısaca bahsedeceğim...

Norbert Elias, 20. yüzyıl sosyolojisinde iz bırakan isimler arasında yer alıyor. Onu, belki bütüncül anlamda, bir sosyal bilimci kabul etmek de mümkün...

Nihayetinde, akademik yaşamının erken evrelerinden itibaren, tıp alanından felsefeye ve psikolojiye oradan da, sosyolojiye evrilen önemli aşamaları geçirmiş ve tecrübe etmiş olması, onu benzer sosyologlardan ayıran özellikler olarak dikkat çekiyor.

Almanya’daki gerçeklik

Norbert Elias’la yapılan ve bir anlamda, onun biyografisini ortaya koyan mülâkatı okurken, sadece modern dönemde öne çıkan bir sosyologla karşılaşmıyorsunuz.[1]

Belki de, buna hazırlık anlamında, Yahudi bir göçmen aileye mensup bir bireyin, Batı Avrupa’da yaşadığı bireysel serüveni, kendi azınlık grubunu, bunun dışındaki çoğunluk grubu, analitik bir bağlamda ele almasına tanık oluyorsunuz.

Almanya Yahudilerinden olduğunu dile getiren Elias’ın, 1. ve 2. Dünya Savaşları’na tanıklığı ile modernitenin yaşadığı derin sorunları ve açmazları anlama çabasının onu, sosyolojiye yönlendirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Babasının, tıp okuması yönündeki ısrarı üzerine bu alanda başladığı yüksek öğreniminde, aynı zamanda felsefeyi de bir yandan, idare edilebileceğine kaanat getirse de, sonunda akademi ibresi ikincisinden yana yani, felsefeye dönüyor.

Sosyal bilim ısrarı

Felsefe’nin yanı sıra, psikoloji eğitimi de alması, onu bir anlamda, tıp’dan başlayıp sosyal bilimlere doğru seyreden bir akademik serüveni yönelttiği ortada.

Felsefe’den Sosyoloji’ye geçişini, yine yukarıda dile getirdiğim yaşadığı şartların özelliklerinde aramak gerekiyor.

Öyle ki, 1920’li yıllar dikkate alınacak olursa, sosyolojinin yeni yeni yeşermekte oluşu karşısında felsefenin, daha dinamik ve köklü bir sosyal bilim olduğunu unutmamak gerekiyor.

Bununla birlikte, Elias’ın kendini bir felsefeci olarak da gördüğüne tanık olmak onun, temelde felsefe ve sosyoloji arasında, -en azından, erken dönemlerde- yakın bağı olduğuna kanaat getirdiğini ortaya koyuyor.

Sosyolojiye ilgisinin yukarıda dile getirdiğim üzere yaşadığı bireysel gerçeklik alanı kadar, yüksek öğrenimini tıp braşında başlaması, kendi ifadesiyle ‘insan anatomisi’nin, ‘sosyal anatomi’ ile doğrudan benzerliğini keşfetmesinin belirleyici bir yanı olduğu söylenebilir.

Buna ilâve edilebilecek bir diğer neden ise, felsefe öğrenimi sonrasında akademide karşılaştığı hatta yan yana olduğu, Alfred Weber ve Karl Mannheim gibi sosyologların bulunması ve o dönem itibarıyla, -İngiltere ve Fransa’da olmasa da, Almanya’da Max Weber etkisinin varlığını yabana atmamak gerekir.

Sosyoloji: sorun çözer

“Görüşlerimin, bugünün sorunlarını çözebileceğine inanıyorum” şeklindeki ifadesi onun hem, kendine olan güvenini hem de, içinde Almanya, İngiltere ve Fransa’nın yer aldığı Batı Avrupa toplumlarına yönelik gözlem ve ilgisini açıkça ortaya koyuyor.

Sosyal realitenin görünür ve anlaşılır gerçekliğini kavramış olmanın, sosyoloji problemlerini çözümüne yol açacağını söylemesi belki bize, -bugün itibarıyla- sıradan gelebilir.

Ancak, tam da, bu yaklaşım yani, toplumda olan biten ilişkileri anlama ve çözümleme yetisi sosyologları, toplumsal sorunları çözmeye yakınlaştıran unsurların başında geliyor.

Elias’ın doktora ve sonrasında yaşadığı dönemin, 1. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına denk gelmesi, Avrupa Kıtası’nda yeni savaş olasılığının ortaya çıkmakta oluşu gerçeğine karşı, nasıl bir tutum takındığını da sormak gerekiyor.

Elias’ın bu sosyolojik yaklaşımına, aynı ortamı paylaştığı diğer sosyal bilimcilerde pek de rastlamaması üstüne üstlük, onlara çatışması kendine özgü bir sosyolojik gerçeklik bakış açısını ortaya koyma sürecinde olduğuna işaret ediyor.

Kötürüm mitoloji ve partizanlık

Ötekilere yönelik suçlayıcı değil belki ancak, onlardan ne denli ayrıştığını ortaya koyacak şekilde, “toplum imgesi üzerine çekilen mitoloji(ler) örtüsünü yırtma arzusu”nda olduğunu söylüyor.

Böyle yapmak suretiyle toplumda bireylerin daha rasyonel hareket edebilecekleri iddiasında bulunuyor.

Burada mitolojileri, ‘dini’ boyuta tekabül eden bir olgu olarak görenler olabilir. Elias’ın, ‘din’le arasının iyi olduğunu söylemek mümkün değil.

Ancak, Elias burada bir açıklama getirerek derdinin, “partizan bakış açısının, insanların toplumsal olguları görmelerine mani olduğu”nu söylemesiyle gayet açıklık getiriyor.

Burada ‘partizanlığı’, “.... kisvesi altında eylemde bulunmak” tarzında anladığını söylemesi de, ilginç.

Nihayetinde, partizanlık ve buna içkin olan ideolojik tutum ve tavırların kaçınılmazlığı ile bu partizanlığı, bir kisve altında ortaya koymak arasında ince bir farka dikkat çekiyor.

Yine burada durup, Elias’ın kendi ait olduğu Yahudi kimliği ve kültürü ile bu kimliğe ve kültüre karşı Almanya’da gelişmiş olan tepkinin, “partizan” olarak tanımlanmasıyla bir sosyolojik bakış açısı geliştirdiğini de söylemek mümkün...

Aslında, yazının başından itibaren anlaşıldığı üzere, Elias’ın Almanya toplumsal şartları içerisinde ve Alman Nazizmi’nin geliştiği bir sosyolojik yapı içerisinde olduğunu unutmamak gerekiyor.

Öyle anlaşılıyor ki, Elias’ın üzerinde ısrarla durduğu husus, toplumsal imgelemin ideoloji olmadığı yönünde...

Tersinden bir okuma yaptığımızda, o dönem itibarıyla kendisi dışındaki sosyal bilimcilerin, toplumsal imgelemi ideolojiler bağlamında okumaları, onların birer ‘kisve’ içerisine bürünmelerini ve toplumsal gerçekliği kamufle ettiklerini gösteriyor demek de gayet mümkün...

Elias’ın sosyolojik yaklaşımı üzerinde durmaya devam edeceğim.

https://guneydoguasyacalismalari.com/norbert-elias-ve-sosyolojisine-dair-norbert-elias-and-his-sociology/



[1] Norbert Elias. (1994). Reflections on a Life. (Biographical Interview with Norbet Elias). (Tr.: Edmund Jephcott), Cambridge: Polity Press.

5 Ekim 2024 Cumartesi

Neden Malay Dünyası? / Why Malay world?

Mehmet Özay                                                                                                                            04.10.2024

Air dicincang tidak akan putus. 

“Su ne kadar doğranırsa doğransın, asla bölünmez.”

Malay dünyasının tarihsel dokusunu ve halklarının köklü bağlarını en iyi yansıtan Malay atasözlerinden biridir. Bu derin anlam, Malay toplumunun, geniş adalar ve okyanuslarla çevrili olsa da tıpkı suyun kesintiye uğramadan akması gibi birbirine kopmaz bağlarla bağlı olduğunu simgeler. Tarih boyunca Hint Okyanusu’ndan Bengal Körfezi’ne, Sumatra’dan Çin Denizi’ne uzanan bu geniş coğrafya, kültürel ve dinî süreklilikle şekillenmiştir. Her ne kadar fiziksel olarak ayrı düşmüş gibi görünse de bu halklar özlerinde daima birleşik kalmış, dış dünyayla olan tüm etkileşimlerinde derin köklerinden beslenerek zenginleşmiş, ancak kimliklerinden asla ödün vermemişlerdir.

Bu bağlamda, Malay dünyasının bir parçası olan literatürde “Malay Takımadaları” olarak geçen ya da bizim, ‘Genel Malay Dünyası’ adıyla yeniden tanımlamaya çalıştığımız ve içinde, tüm renkleri ve farklılıklarıyla Malay toplumlarını barındıran geniş coğrafya tarihsel, kültürel, dini özellikleriyle dünyanın önemli medeniyet havzalarından birini oluşturur.

Malay dünyasının geniş sınırlarını ancak şöyle anlatabiliriz; Güney Afrika’dan başlayarak Madagaskar Adası, Sri Lanka (Ceylon) üzerinden Bengal Körfezi’nin doğu kıyıları, örneğin Myanmar’ın batı sahil şeridini içeren ve kuzeyi ve güneyiyle Malaka Boğazı’nı kuşatan Malay Yarımadası ve Sumatra Adaları ile Güney Çin Denizi’nin doğusu ve batısı yani, Kamboçya, az da olsa Vietnam ile Filipinler Takımadaları ile güneyde, Sunda Bozağı’nın Sumatra’yla ve Güney Çin Denizi’yle keşistiği noktadan kuzey ve güney istikametinde Kalimantan (Borneo)-Sulavesi-Maluku Adaları ve Batı Papua ile güneyde Cava, Bali, Lombok, Timor Leste’ye değin uzanan Sumbawa Adalar topluluğu bu coğrafyanın sınırları içerisindedir. Bunun yanı sıra, kimi yaklaşımlarla Mikronezya olarak bilinen ve Hawai’ye kadar uzanan bölgedeki küçük adalar bu coğrafi ve kültürel devamlılığın izlerini taşır.

“Adalar” kavramının odağında yer alan bu coğrafyada yaşayan çeşitli toplumlar, tarih boyunca gelişimlerini suyolları üzerinden kurdukları etkileşimlerle sürdürdüler. Bu etkileşimlerde kuzeyde Çin ve bir ölçüde Japonya yer alırken, Batı’da Hint coğrafyası geniş Malay dünyasıyla doğrudan ve karşılıklı etkileşimler kurarak Asya’nın doğu ve güneydoğusunda dinamik kültürel, toplumsal ve ekonomik yapıların oluşumunu sağlamıştır.

Asya’nın bu bölgesinde, kendinde içkin bir özellik sergileyen kültürel ve medeniyet eksenli etkileşimlerin, Büyük İskender ile başlatılabileceği ve Batı ile ilişkilere kapı araladığını söylemek mümkündür. Bu süreçte, Roma İmparatorluğu’nun Pers toprakları ve Arap Yarımadası üzerinden Hindistan ve Çin ile özellikle ticarete ve kültürel difüzyona dayalı ilişkilerinin, geniş Malay dünyasında etkilerinin hissedildiği anlaşılmaktadır. Malay kadim yazmalarında yer alan “İskandar Zulkarnaiyn” (Büyük İskender) atfı bu toplumların ontolojik kökenlerini bu küresel figüre dayandırmalarının da bir kanıtı olarak görülür.

Roma İmparatorluğu’nun temsil ettiği ve Akdeniz’in de eklendiği Batı dünyası ile Arap Yarımadası, İran, Hindistan ve Çin arasındaki bin yılları bulan ticari faaliyetlerde, Malay Takımadaları’ndan gelen ürünlerin önemli bir yeri olduğunu söylemek mümkündür. Bölgenin zengin ürünlerinin, Çin ve Hindistan’da biliniyor olması ve bu ürünlere Batı’da talebin ortaya çıkması, Malay dünyasını Batı ile ilişkilendiren aracı bir rol üstlenmesine neden olmuştur.

Bu erken dönemlerin ardından, İslam’ın bir din olarak Arap Yarımadası’nda neşet etmesi ve süreçte doğu coğrafyasına doğru yayılması, geniş Malay dünyası üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Yukarıda bahsedilen bölgelerarası kültürel, siyasal ve ekonomik ilişkiler bu süreçte devam etmiş, Arap denizci ve tüccarlar ile İslamî bilimlerin çeşitli alanlarına mensup hocaların, denizci ve tüccarlar gibi toplum kesimlerinin Malay Takımadaları’yla temasları İslamlaşma süreçlerinin tedrici olarak gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bu temaslarla, Malay Takımadaları’nın sahil bölgelerinde doğrudan kurulan temas ile başlayan İslamlaşma, yerli müslümanların iç bölgelerdeki diğer toplumlara ulaşmalarıyla farklılaşan İslamlaşma süreçlerine yol açmıştır.

Son bin yıllık süreçte, özellikle 11. yüzyıldan  21. yüzyıla kadar geçen süreçte, geniş Malay dünyası siyasal, ekonomik ve dinî-kültürel açıdan önemli bir coğrafya olarak öne  çıkmıştır. Bu gelişimde çeşitli milletlerden müslüman denizci ve tüccarların Çin-Orta Asya, İran ve Ortadoğu güzergâhında kurdukları  ticaret ağları önemli rol oynamıştır. Kara İpek Yolu’nun alternatifi olarak Hint Okyanusu’na dayanan bu deniz ticareti, Malay dünyasının yükselişini ve kimlik inşasını belirleyen temel dinamiklerden biri  olmuştur.   

Kızıldeniz, Hürmüz Boğazı, Hint Denizi, Malaka Boğazı, Samudra, Cava Denizi ve Çin Denizi güzergâhındaki bu deniz ticareti Doğu ile Batı’nın tarihsel buluşma noktalarından biri olmuştur. Denizlerin farklı ulus ve kültürler arasında bağ kurulmasında önemli bir araç olduğunu kanıtlayan Fernand Braudel’in “The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II” başlıklı çalışmasından sonra, Güneydoğu Asya’da da Cava ve Çin Denizi’nin yanı sıra, belki de ondan çok daha önemlisi, Hint Okyanusu’nun benzer bir işlev gördüğü anlaşılmaktadır.

Günümüzde Güneydoğu Asya olarak adlandırılan bölge, yeksenak bir toplum yapısı özelliği sergilememekte, aksine, çok çeşitli halkları, sosyal yapıları, yaşam şekilleri, kültür ve dinleri içinde barındırmaktadır. İslamiyet’in bu unsurlarla ilişkisi ise  belli ölçülerde, bölgeden bölgeye farklılık taşır.

Geniş Malay dünyasının siyasal, toplumsal, ekonomik ve dinî-kültürel yapılarının ne anlama geldiğini, tarihin değişik evrelerine göre dönemleştirmek suretiyle anlamak mümkündür. Öyle ki, bölgenin modern dönem öncesinin ilk siyasal yapılarından biri olan Kuzey Sumatra’daki Samudra-Pasai ve Malaka’dan Doğu Adaları’na ve Filipinler’e kadar uzanan irili-ufaklı bağımsız ve birbirine eklemlenmiş site devletleri ile yüksek modernlik ve post-kolonyal süreci, bugüne kadar varlığını sürdürmüş Malay Yarımadası’ndaki sultanlıklar özelinde değerlendirmek gerekir. Açe, Deli, Riau, Johor, Patani, Banten, Demak, Mataram, Sulu gibi sultanlıklar, Malay dünyasının son beş yüz yılında belirleyici siyasî yapılar olarak ortaya çıkmıştır. Sumatra, Malay Yarımadası, Cava, Mindanao vb. Adalar’da hakimiyet süren siyasî yapılar dikkate alındığında bu coğrafyanın genelde, dünya özelde de bölge tarihi için önemi anlaşılabilir.

İslam dünyasının önemli bir parçası kabul edilen geniş Malay dünyası, sahip olduğu doğal ve ekonomik zenginlikler nedeniyle yüzyıllarca Hint, Arap, Pers, Çin dünyası ve Avrupa devletlerinin gündeminde yer almıştır.

Uzun sömürgecilik döneminin ardından, 20. yüzyılın ortalarında bağımsızlık sürecinde önce Endonezya Cumhuriyeti ve onu takiben Malezya Federasyonu ve  Bruney Sultanlığı geniş Malay dünyasının ulus-devletler yapılanmasının etirmemizi zorunlu kılıyor. Tarihsel gelişmeleri incelediğimizde, Doğu’da ve Batı’da İslam dünyasının iki önemli coğrafi ve kültürel alanını teşkil eden Türk-Malay ilişkilerini, Osmanlı dönemine ve belki de Selçuklu dönemine kadar götürmek ve irdelemek gerekiyor. Zira bu ilişkileri anlamak, yalnızca Osmanlı devri ile sınırlı kalmamalı; aksine, Selçuklu dönemi itibarıyla kök salmış olan etkileşimlerin izini sürmek gereklidir.  Bu bağlamda her iki tarihsel süreci kapsayan akademik ve entelektüel çabalar, bizlere tek taraflı ve dar bakış açılarından ziyade, karşılıklı etkileşimlere dayalı bir yaklaşımın kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Bu ilişkilere dair akademik bir perspektifle yaklaştığımızda, ortada şaşırtıcı bir durumun olmadığını, aksine bu etkileşimin doğal bir tarihsel akışın ürünü olduğunu rahatlıkla fark edebiliriz.  

Malay dünyasının yüzyıllar boyunca İslamiyet’in izinde şekillenen bu karmaşık ve zarif dokusu, sadece ticaretin sessiz gemileriyle değil, aynı zamanda inanç ve kültürün görünmez iplikleriyle örülmüştü. Şimdi, bu kadim coğrafyanın bugünkü dünyadaki yeri, İslam’ın ve ticaretin modern küresel düzen içindeki rolü nasıl olacak? Malay halklarının yüzyıllar önce deniz yollarında bıraktığı izler, günümüzün karmaşık ve hızla değişen dünyasında nasıl yankılanacak? Tüm bu sorular, yalnızca geçmişin değil, bugünün de büyük meseleleri arasında yer alıyor. Belki de cevabı yine o suyun akışında, Malay dünyasının derin hafızasında bulacağız.

Kıymetli katkıları için Alaaddin Şahin ve Rabia Aydın’a teşekkür ederim.

 

https://bulten.isam.org.tr/neden-malay-dunyasi/

Aç toplumlarla tok toplumlarda siyasal iktidar savaşı / The struggle for political power between hungry and well-fed societies

Mehmet Özay                                                                                                                            05.10.2024

Bu yazıda derdimi anlatmak için, ‘savaş’ kelimesini istemeyerek kullanıyorum...

Son dönemin başat gelişmelerinden hareketle de, bu kavramı kullanmayı tercih etmiş değilim.

Aksine, konuyu doğrudan ve anlamlı, belki de çarpıcı, bir şekilde dile getirmenin bir ifadesi olarak bu kavramın işlevsel olduğunu düşünüyorum.

İktidar olgusu

Sosyolojik bir kavram olarak iktidar olgusu, toplumlarda siyasal güç tesisi ile birlikte ortaya çıkmaya başlar.

Genelde adına toplumsal hareketler denilen yapılar ve bunların siyasallaşmış hali veya bir başka ifadeyle, kurumsallaşmış hali siyasi partiler olarak karşımıza çıkar.

Bir toplumda veya daha doğru bir ifadeyle ulus-devlette -bu monarşik parlamenter yapısı veya demokratik parlamenter sistem olarak da anılsın-, iktidar olmak doğal bir siyasal sürece tekabül eder.

Bununla birlikte, aç toplumlar ile tok toplumlarda var olan iktidar savaşlarının doğasının birbirinden ayrıştığına tanık olunur.

Bu noktada, belki aradaki farkı bir nebze olsun ortaya koyma adına aç toplumlarda ‘iktidar savaşı’ndan, tok toplumlarda ‘iktidar rekabeti’nden söz edebiliriz.

Kanımca, bu ifade derdimizi ifade etmeye yarar gözüküyor.

Niçin siyaset ve iktidar?

Toplumsal hareketler, niçin siyasi hareketlere ve siyasi hareketler kurumsallaşarak niçin siyasi partilere dönüşmek ister?

Bu noktada, iktidar olmanın, varoluşsal bir normmuş gibi kabul edildiği izlenimi uyandıran bir süreçle karşı karşıyayız.

Toplumları oluşturan ve farklı ideolojik, dini, kültürel, siyasal ayrışmalara konu olan kesimlerin iktidar olmak suretiyle toplumu yönetme arzularının, söz konusu ilgili toplumların aç toplum ve tok toplum olmaları arasında kayda değer bir farklılaşma olduğunu söylemek gerekir.

İktidarı ele geçirmek

Aç toplumlarda, siyasi araçların ve mekanizların, salt ve sadece ilgili tekil siyasal hareketin iktidar olmasına ve böylece, iktidarın salt ve sadece ilgili siyasi hareket ve partinin menfaatlerine yönelik mekanizma olarak algılanır.

Ve bu aç toplumlarda, birbirinden çeşitli görüş, bakış, ideolojilerle ayrışan grupların, mevcut ulus-devletin tamamını kendi egemenlikleri altına alma arzusu, -ki, bu nedenle ortada bir ‘savaş’ konumundan bahsediyoruz-, bizatihi bu görüş, bakış ve ideolojilerinin yaygınlaştırılmasından ziyade, ilgili kesimlerin açlığını tatmine yönelik mekanizmalara evrilir.

Böylesi bir yaklaşımın temelde, yanlışa doğru iz süren bir yönelimi olduğu her halükârda anlaşılıyor.

Tok toplumlarda, iktidar mücadelesinin doğallığı, en az aç toplumlarda ki kadar belirgindir.

Ancak, ortada bir ‘savaş’ yerine ‘mücadele’nin varlığı bize, temel bir ayrışmanın olduğunu da gösteriyor.

O da, iktidar olgusu ve iktidar olunduğunda ortaya konulan süreçler, ilgili siyasi hareketin veya partinin kendi taraftarları üzerine yoğunlaşan bir maddi tatmin süreci değildir.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, iktidar ele geçirilecek bir olgu/kurum değil, ulus-devlet özelinde var olan toplumsal yapıyı yönetebilmenin vasıtası olarak telakki edilir.

Aç toplumlar

Aç toplumlar ile tok toplumlardan neyi kastettiğimi de, kısaca ifade etmek gerekir.

Aç toplumlar, henüz biyolojik ihtiyaçlarını -yani, yeme-içme, barınma, istihdam gibi gayet maddi ve buna toplumsal güven gibi gayet manevi boyutu da eklemek gerekir- tamamlayamamış veya toplumun kahir ekseriyetinin biyolojik ihtiyaçlarını karşılama konusunda ciddi sorunlarla yüzleşmekte olduğu toplumları kastediyoruz.

Burada dikkat çekilen ‘açlık’, temelde bu biyolojik temellere dayanmaktadır...

Bu toplumlarda bir de ‘gizli açlık’ (invisible hungriness) olgusunu ortaya koymak mümkün ki, bununla söylenmek istenen, iktidar olma şevki ve azmidir.

Bunun ‘gizli’ olduğunu söylemem, iktidar olmak suretiyle, diyelim ki, bir ulus-devleti yönetmenin, devlete-topluma tüm iyiliklerin bahşedilecekmiş yönünde bir düşüncenin oluşturulacağı yönündeki kasıtlı bir imaj tesisiyle ilgilidir.

Ancak, iktidara aç olmak, aç toplumlarda yine, -bir genelleme yaparak söylemek gerekiyor- siyaset kurumlarına yani, siyasi partilere evrilmiş toplumsal hareketlerin kendilerinin bizatihi biyolojik ihtiyaçlarının çeşitli mekanizmalarla oluşturulması ve garanti altına alınması mücadelesi olarak zuhur eder.

Burada genel bir toplumsal kazanımdan bahsetmek yerine, siyasi partiler veya siyaset mekanizması üzerinden iktidar aygıtını ele geçiren belirli bir toplumsal kümenin sadece kendi taraftarlarına yönelik biyolojik ihtiyaçların garanti altına alınması söz konusudur.

Tok toplumlar

Tok toplumlar ise, “tokluğu” biyolojik ihtiyaçlarının tamamlanmasıyla ortaya koyan toplumlardır.

Bu toplumların, iktidar mücadelelerinin temelde aç toplumlardan ayrışan yönünü, biyolojik açlıklarını tatmine yönelik bir iktidar arayışı oluşturmaz.

Aksine, iktidarı veya iktidar mücadelelerini, -yine bir genelleme yaparak söylemek gerekirse, ulus-devleti oluşturan tüm toplumsal kesimlerin, mevcut maddi kaynaklar ve hizmetler ile ‘ortak amaç ve gayeler’ gibi ulvi denilebilecek hedefleri gerçekleştirme amacını ortaya koyma yönündeki çalışma azmi ve uğraşı oluşturur.

Bu nedenle, tok toplumlarda siyasetin, siyasi mekanizmaların, siyasi partilerin ve iktidar olgusunun ‘savaş’la açıklanması, tanımlanması genel itibarıyla mümkün değildir.  

Bununla birlikte, tok toplumların, bu anlamda monoton, homojen olmadığını yani, tok olmanın getirdiği bir yeksenaklıktan bahsedilemeyeceğini de ifade etmek gerekir.

Bir diğer deyişle, bir toplumun tok olmasının, o toplumu oluşturan ve birbirinden siyasal, ideolojik, dini, kültürel vb. bağlamlarda ayrışan toplumsal kümeler içerisinde ve aralarında, siyaset kurumu vasıtasıyla devleti yönetme talebinin olmayacağı söylenemez.

Temel ayrım

Biyolojik ihtiyaçlar ve bunların temini ile siyasal ki, bunun içine yönetim, hukuk, bilim, sanat, eğitim, entellektüellik, din vb. alanların idaresi, geliştirilmesi, yaygınlaştırılması arasında temel bir fark vardır.

Aç toplumlar ile tok toplumların birbirinden ayrımı, aslında tam da, bu noktada ortaya çıkmaktadır.

Yani, biyolojik ihtiyaçlar içerisinde kıvranan ya da biyolojik ihtiyaçlar içerisinde kıvrandırılan toplumlarda, siyasi iktidar mekanizmalarının hedefinde, yukarıda dile getirilen biyolojik ihtiyaçlar dışı ve ötesi ihtiyaçlar veya hedefler yer almaz, alması da pek mümkün değildir.

Bu yer almamanın temel göstergesi veya gerekçesi ise, bunları ortaya koyacak iki temel dayanak noktasının olmamasıdır.

Bunlardan ilki, sağlıklı bir düşünce modelinin olmaması veya zayıflığıdır.

İkincisi ise, bir sistematik ekonomi modelinin veya adalet temele üzerine inşa edilmiş ve işletilen bir ekonomi modelinin ortaya konulamamış olmasıdır.

Adaletle ekonomi modelini, diğer toplumsal kurumlara da yaygınlaştırarak söylemek mümkün...

Karnı aç olmakla zihnin aç olması arasında doğrudan bir ilişki, maalesef kurulmak durumunda ve tarihsel gelişmeler de toplumların böylesi süreçleri tercrübe ettiklerini bize gösteriyor.

Bugün, aç toplumların niçin yönetim, hukuk, bilim, sanat, eğitim, entellektüellik, din vb. alanlarda, -yine genellemeye başvururak söylemek gerekirse, öne çıkamamış olduklarını, -bir başka ifadeyle, tıpkı biyolojik açlıktaki gibi kıvrandıklarını-, gayet insani ihtiyaçlar olarak zuhur eden biyolojik ihtiyaçlarının karşılanamamış olmasıyla doğrudan ilişkisi vardır.

Bu durum, aç toplumlar sınıflamasına giren toplumlarda, bu alanlarda herhangi bir adım atılmadığı veya yok olduğunu söylemek istemiyorum elbette...

Ancak, karşılaştırmanın boyutlarını aç ve tok toplumlar özelinde görebilmek için mantıksal ve sistematik olarak böylesi bir genellemeye ihtiyaç olduğu gibi, pratikte de karşımıza çıkan durumun bizi pek de yanıltmadığı ortada...

https://guneydoguasyacalismalari.com/ac-toplumlarla-tok-toplumlarda-siyasal-iktidar-savasi-the-struggle-for-political-power-between-hungry-and-well-fed-societies/