13 Ocak 2025 Pazartesi

Japonya’dan Güneydoğu Asya açılımı: Ishiba Endonezya’da / Japan's Southeast Asia expansion: Ishiba in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                            12.01.2025

Japonya başbakanı Shigeru Ishiba, 10-11 Ocak günlerinde resmi ziyaret amacıyla Endonezya’daydı.

Ishiba bir gün öncesinde Malezya’ya yaptığı ziyaretin ardından, 10 Ocak öğleden sonra Jakarta’ya geçti.

Japon başbakanı Ishiba ve devlet başkanı Prabowo Subianto arasındaki resmi görüşmeler ise, 11 Ocak Cumartesi günü Bogor’daki başkanlık sarayında yapıldı.

Yeni bir süreç mi?

Geçtiğimiz Ekim ayında Japonya’da başbakanlık koltuğuna outran Shigeru Ishiba’nın Endonezya’ya yaptığı bu ziyaret, Japonya’nın son dönemde Güneydoğu Asya ile ilişkilerindeki en önemli süreç olarak adlandırılmayı hak ediyor.

Japonya başbakanı Ishiba’nın, Endonezya devlet başkanı Prabowo Subianto ile Bogor’da yaptığı görüşme, iki ülke ilişkileri kadar özellikle, son on yılda gayet komplike ve de kompleks bir düzeye ulaşan uluslararası ilişkiler açısından da değerlendirilmesi gereken bir durum.

Bu ziyaretin öncelikle, Japonya-Endonezya ikili ilişkileri başta olmak üzere, bölgesel ilişkiler yani, Japonya’nın ASEAN ile ilişkilerin geliştirmesi bağlamında da, yeni bir ivme kazandıracağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Görüşmeler

Yapılan görüşmelerde, özellikle güvenlik, gıda, enerji vb. gibi günün en önemli alanlarında ikili ilişkilerin geliştirilmesinin öngörülmesi Endonezya açısından sadece Çin’e, bağımlı olduğu yönünde bir görünümün ortaya çıktığı Jokowi döneminin aksine, yeni bir diplomatik alan olarak anlaşılabilir.

Çin’in aksine, Japonya’nın -birazda abartarak-, Endonezya’da neredeyse her alanda bir model ülke olarak algılandığını hatırlayacak olursak, bölgesel ve küresel gelişmelere baktığımızda, Ishega’danın bu ziyaretinin zamanlamasının, gayet yerinde olduğunu ifade edebiliriz.

Alternatif mi?

Bu çerçevede, iki rakip konumundaki “Çin ve ABD’nin bölge ve de Endonezya ile ilişkileri karşısında Japonya ne yapıyor, ne yapmalı?” vb. sorulara cevap bulma noktasında Ishiba’nın ziyareti bazı fikirler veriyor.

Bu noktada bazı temel hususlar akla geliyor…

Bunlardan ilki, özellikle, gözlerin Çin’in bölgedeki kontrol süreci ile ABD’nin bunun önünü alma yönündeki girişimlerine odaklandığı uzunca bir dönemin ardından, Japonya’dan gelen bu çıkışı doğru okumak gerekiyor.

İkincisi, ABD’nin bölge politikalarını özellikle, güvenlik eksenli geliştirme çabalarının bölge ülkeleri tarafından, özellikle de, ASEAN’da ne denli olumlu karşılık bulduğu tartışmaya açıktır.

Üçüncüsü, Endonezya’nın bu ziyaretten sadece birkaç gün önce BRICS’in onuncu resmi üyesi ilânıdır. Endonezya BRICS’e üye olma sinyallerini geçen yıl yapılan açıklamalar ve görüşmelerle vermişti…

Bu temel hususları destekleyici mahiyette olmak üzere, Endonezya siyasetinde, en azından liderlik konumunda yaşanan değişimin de, bu ziyaretin gerçekleştirilmesinde önemli olduğunu söyleyebiliriz.

Öyle ki, Endonezya’da yaşanan başkanlık değişimi, Prabowo’nun bölgesel ilişkiler başta olmak üzere, dış politikada verdiği ‘aktif katılımcı olma’ mesajı kanımca, Japonya başbakanının kısa ancak, önemli ziyaretinin alt yapısını oluşturan ögelerden biri.

ASEAN

On ülke -ve Timor Leste’nin üyeliğinin kesinleşmesiyle on bir ülkenin- teşkil ettiği AESAN’ın küresel güçlerin çekim merkezinde olduğuna -en azından, bu yüzyılın başından itibaren tanık olunuyor.

Bölgesel birliğin öne çıkmasında Çin’in ekonomik modernleşmesinin önemli bir ayağını ASEAN bölgesi oluşturması bu faktörün bir yanını oluşturuyor.

Bir diğeri ise ASEAN’ın toplam 700 milyona varan nüfusu ile hem, üretim hem de, tüketim gücünü ortaya koyuyor.

Bu noktada, ASEAN’ın ekonomik değerler açısından görünümü nedir diye sorulduğunda karşımıza 4.1 trilyon dolarlık bir ekonomi çıkması küresel güçlerin niçin bölgede olmak istediklerini açıklamaya yetiyor.

Çin’in uzunca bir süredir bölgenin en önemli ticaret partneri olması, ve bunun sayısal karşılığının 2023 yılında Çin-ASEAN toplam ticaretinin 911,7 milyar doları bulması, buna karşılık Japonya’nın dördüncü sırada yer alması, bugün başbakan Ishiba’nın Endonezya gibi önemli bir ülkeye ziyaretinin nedenlerinden birini teşkil ediyor.

ASEAN’ın küresel suyollarının en önemlilerine sahip olması ve dünya ham petrol dolaşımının yüzde 37’sinin bölge suyolları üzerinden gerçekleştirilmesi, enerji ve güvenlik meselelerinin aynı ölçüde önemle ele alınmasını gerektiriyor.

Geniş işbirliği alanları

ASEAN’ın ve de bu bölgesel birliğin, hiç kuşku yok ki, en önemli üyesi ve bazı açılardan gizli lideri konumundaki Endonezya’nın yaygın eğitim, yüksek öğretim, mesleki eğitim, sağlık, küçük ve orta ölçekli işletmeler merkezli ekonomik kalkınma, denizcilik vb. alanlarda çokça ihtiyaç duyduğu bilgi, kurumsallaşma, teknoloji, boyutlarına en önemli katkının Japonya’dan geleceğinin herkes farkında.

Tam da, bu boyutların, güncel politika ve uygulamaları noktasında, öne çıkan veya çıkartılan hususlarından olan ve Prabowo’nun başlattığı milyonlarca öğrenciyi ve ihtiyaç sahibi kesimleri kapsayan “ücretsiz öğle yemeği” projesine Japon başbakanı’ndan destek talebi gayet ilginçti.

Japonya’da bu alanda yapılan ve başarılı olduğu görülen “ücretsiz öğle yemeği” (kyushoku) uygulamasından Endonezya’nın alabileceği dersler bulunuyor.

Kyushoku uygulamasının 1889’lara kadar giden, görece uzun bir tarihi olması herhalde Japonların bu uygulamada haklı bir üne ve öneme sahip olduklarını gösteriyor olsa gerek…

Endonezya yönetiminin gelişmiş ülke Japonya’dan ikinci talebi ise, doğal kaynakların varlığı ve kullanımında yaşanan gerilemeyle mücadeleydi.

Görüşme sürecinde, Ishiba, geçtiğimiz Aralak ayında yapılan ikili anlaşmaya binaen, Japon Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın desteğiyle bir sahil güvenlik gemisi bağışında bulundu.

Bu desteğin, yukarıda dikkat çekilen ‘güvenlik’ ilişkileri çerçevesinde olduğu açık.

Bununla birlikte, Adalar ülkesi Endonezya’nın ‘bir tek’ sahil güvenlik gemisi bağışının sembolik olduğuna da kuşku yok.

Denizcilik işbirliği noktasında, Japonya’nın Endonezya deniz kuvvetlerinin kapasite geliştirme konusunda yapacağı teknik ve eğitim yardımı stratejik bir öneme sahip olacaktır.

İki ülke heyetleri arası görüşmelerin içeriğinde olup olmadığı bir yana, Endonezya’nın hem, sivil hem de, askeri anlamda denizlerini çok daha işlevsel kılacak köklü bir Denizcilik politikasına ihtiyacı olduğunun herkes farkında.

Ancak, bunun nasıl gerçekleştirileceği konusu ise muamma…

Denizcilik konusunda Jokowi döneminde başlatılan politikanın kapsamlı ve uzun dönemli olarak ele alınıp gerçekleştirilmesi Endonezya açısından bir zorunluluk.

Endonezya’nın bu süreci yönetebilme konusunda ise, tıpkı kendisi gibi Adalar ülkesi olan Japonya ile işbirliğinin sağlıklı olacağına ise kuşku yok.

Japonya’nın çeşitli alanlarda Endonezya’ya modellik taşıdığını söylemek mümkün.

Bunun görünür yanlarından birini, bu ülkeye gönderilen ve özellikle mühendislik alanlarında üniversitelerde öğrenim gören gençler oluşturuyor.

Endonezya’da Prabowo ve Japonya’da Ishiba’nın yeni başlayan iktidar süreçlerinin iki ülke ilişkilerinin yeniden artarak geliştirilebilmesini sağlaması bekleniyor.

Bu alanda Japonya’nın desteği kadar, Endonezya’nın da bu süreci yönetebilecek mekanizmaları sağlıklı bir şekilde ortaya koyması gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/japonyadan-guneydogu-asya-acilimi-ishiba-endonezyada-japans-southeast-asia-expansion-ishiba-in-indonesia/

10 Ocak 2025 Cuma

ABD ve Çin arasında yeni bir siyasal süreç (mi?) / A new political process between the U.S. and China?

Mehmet Özay                                                                                                                            10.01.2025

Pekin’den, Washington’a kim gidecek?” sorusuna cevap yavaş yavaş belirginlik kazanmaya başladı.

Amerika Birleşik Devletleri, Donald Trump’ın ikinci devlet başkanlığı sürecine hazırlanırken, daha resmi başkanlık süreci başlamadan Trump, küresel rakip Çin ile diplomatik diyalog sürecine çoktan başladı.

Trump’ın Aralık ayında yaptığı bir açıklamada, Çin devlet başkanı Şi Cinping’i 20 Ocak’ta yapılacak başkanlık törenine davet etmesinin yankısı bugüne kadar devam ederken, Pekin’den nihayet bugün gelen açıklama en azından diplomasinin yeni bir evreye doğru yöneldiğini gösteriyor.

Şi Cinping’in, rakibi Trump’ın sürpriz davetine katılıp katılmayacğını bir önceki yazıda kısaca tartışmış ve katılım ile katılmamanın doğuracağı bazı gelişmelere dikkat çekmiştim.

Cinping yerine kim katılıyor?

Pekin’den bugün gelen haber, Şi Cinping’in törene katılmama yönünde aldığı kararın, Çin devlet aklının temkinli tutumu olarak değerlendirmek gerekir.

Bununla birlikte, Şi Cinping’in yerine göndermeyi plânladığı isim ise hâlâ kamuoyuyla paylaşılmış değil.

Pekin’i yakından takip eden kaynaklar, iki ismi öne çıkarırken, Trump’ın siyasi ekibinin kendi belirledikleri bir ismi uygun gördükleri yönündeki açıklama da bugün basında yer aldı.

Pekin’in gündeminde olduğu belirtilen ilk isim, başkan yardımcısı Han Zheng.

İkinci olası isim ise, Dışişleri bakanı Wang Yi.

Bununla birlikte, Trump’ın siyasi ekibinin gelmesini beklediği isim Polütbüro üyesi Cai Qi’nin olması, bu ziyaretin seremonik görünümünden öte anlam taşıdığını ortaya koyuyor.

Cai Qi’nin, Şi Cinping’in “sağ kolu” olduğu yolundaki açıklama bize, ABD’de yeni yönetimin bu ziyarete sembolik anlamın dışında ve ötesinde bir önem verdiğini gösteriyor.

Sürpriz görüşmeler

Öyle ki, Trump’ın daha daveti yapma niyetinden başlayarak, bugüne kadar geçen süre ve bugün ortaya çıkan isimler, ABD ve Çin arasındaki siyasi görüşmelerin Trump’ın başkanlık koltuğuna oturacağı, daha ilk günden başlayacağı anlamını çoktan kazandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Şi Çinping’in Washington’a gitmeyi reddetmesini, önceki yazıda Trump’ın olası agresif politik çıkışlarına maruz kalmayı istememesine bağlamıştım.

Bugün, öne çıkan ve Pekin ve Wastington tarafından farklı değerlendirildiğine kuşku olmayan isimler bize, yine ortada önemli bir görüş alış verişinin olacağını göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Tam da bu noktada, Trump’ın daha seçim kampanyası sürecinde gündeme getirdiği üzere, ikinci başkanlık sürecinde Çin’le önemli bir hesaplaşmaya gireceği yönündeki açık söylemini, kanımca daha ilk günden ortaya koyma konusunda hevesli ve istekli olduğunu yaşanan bu gelişmeyle ortaya koyuyor.

Ancak, görünen o ki, “şahin politikalara” dışında alternatifleri de olan bir Trump yönetimiyle karşı karşıyayız...

Trump ne istiyor?

Bu soru önemli...

Nihayetinde, Trump, ABD kamuoyunu Çin mallarına yönelik yüksek gümrük tarifleri uygulayacağı yönünde hazırlamıştı.

Yukarıda dikkat çekilen davet bağlamında, son bir aydır gündeme gelen söylem üzerinde durulacak olursa, Trump yönetiminin, Çin’le barışçıl ilişkiler geliştirme konusunda adım atmaya istekli olduğu gibi bir yaklaşım ortaya çıkıyor.

Bu durum, “Acaba Trump Çin mallarına yönelik tarif konusunda tavizkâr mı davranacak?” sorusunu gündeme getirmemize yol açıyor.

Bu soruyu sormamıza yol açan somut bir gelişme, Trump’ın hafta başında yaptığı bir açıklamaya dayanıyor...

Trump, Çin devlet başkanı Şi Cinping’le temsilciler aracılığıyla görüştüğünü belirtirken, “iyimser” ve “umutlu” bir ton kullanması dikkat çekicidir.

Bunun yanı sıra, söz konusu bu görüşme trafiğini teyit eden Pekin’den yapılan açıklama aynı ölçüde önem taşıyor.

Bugüne kadarki haliyle anlaşılacak olursa, süreci Trump’ın ve siyasi ekibinin yönettiğini söyleyebiliriz.

Biraz gerilere doğru gittiğimiz, Trump’ın Aralık ayı ortalarında benzer bir tonla muhatabı Çin hakkında bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz.

Trump, o günlerdeki açıklamalarında “... ABD olarak, ekonomik anlamda çok darbe yedik... Artık buna izin vermeyeceğiz...” anlamına gelen cümlesi, bugün ABD-Çin görüşmelerinde ABD tarafının görüşmelerde belirleyici bir konumda olduğuna işaret ediyor. 

Trump’ bugün daha da netlik kazandığı anlaşılan iyimserliğine rağmen, Çin tarafının görüşmelerin içeriğine dair veya Çin tarafının, kendi tutumlarına dair bir açıklamada bulunmamış olmasını, ABD’de resmi başkanlık sürecini beklenmekte oldukları şeklinde yorumlamak mümkün.

Tarif politikası rafa mı kalkacak?

Yukarıda dikkat çektiğim, “Çin mallarına uygulanacak tarifler” konusuna dönecek olursam...

Trump, yeni başkanlık sürecinin ilk gününde söz konusu yüksek tarifleri uygulamaktan vazgeçen bir başka politikaya dönecek olursa, herkes açısından bunun, ‘şok’ bir gelişme olacağına kuşku yok....

Bunun yanı sıra, adı henüz ortalıkta gözükmeyen ancak, bir tür ekonomik çıkarlar içeren politikanın, muhtemelen Çin tarafından gerçekleştirilmesi beklenen ve niteliksel olarak gayet önemli bir karşılığının olması gerekir.

Acaba, Çin’den beklenen ne olabilir?

Unutmayalım, Trump tarif uygulama konusunda sınırını sadece Çin’le çizmiş değil.

Çin’in yanı sıra, sırada pek çok ülkenin olması, Trump’ı küresel bir karşılaşmaya doğru süreklediği hususunda, konuya vakıf olanların hem fikir olduğunu söylemek mümkün.

Böylesi yenilikçi bir politikaya kapı aralayacak olan Trump yönetiminin, Çin’le yan yana duran ülkeler birliğini bölmeyi hedefleyip hedeflemediği konusu şimdilik ütopik kaçabilir.

Ancak, Trump yönetiminin ülke çıkarları için içerisinde -nihai anlamda- askeri çözümlerin de olduğu her ihtimali göze alabileceği dikkate alınacak olursa, ‘barışçıl’ bir politika önceliğini de bu çerçevede gündeme almak mümkün gözüküyor.

Son bir aydaki gelişmeler, ABD-Çin ilişkilerinin yeni bir evreye doğru ilerlediği konusunu ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, iki tarafın siyasal tutumlarının, 20 Ocak gününden itibaren daha belirginleşeceğini ve dünya kamuoyuyla paylaşılacağını söyleyebiliriz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/abd-ve-cin-arasinda-yeni-bir-siyasal-surec-mi-a-new-political-process-between-the-u-s-and-china/

7 Ocak 2025 Salı

Trump’ın Şi Cinping’i daveti ne anlam ifade ediyor? / What does Trump's invitation to Xi Jinping mean?

Mehmet Özay                                                                                                                            01.07.2025

Donald Trump’ın 20 Ocak törenine Şi Cinping’i daveti ne denli anlamlı?

Bu husus, bugünlerde Çin’de konuşulan konuların en başında geliyor ve davetin gündeme gelmesinden bu yana tartışılan birkonu.

Söz konusu bu davetin ve vermek istediği mesajın sadece iki üke ilişkileri açısından önem arz etmekle kalmıyor.

Bunun yanı sıra, başta Doğu ve Güney Çin Denizi’ni çevreleyen ülkeler için dikkate değer bir gelişme olarak ele alınmayı hak ediyor.

Tarihde vardı

Tarihin değişik evrelerinde farklı coğrafyalarda, farklı dini-kültürel yapıları temsil eden devletlerin başına geçen hükümdarlar bu gelişmeyi, ‘dünya aleme’ ilân etmeyi, egemenliklerinin tanınması ve pekişmesi bağlamında siyasal bir zorunluluk addederken, kendilerine yakın bildikleri devletlerden elçilerin özellikle de, hükümdar ailesine mensup bireylerin davetleri de bir bayram atmosferinin ortaya çıkmasına neden olan gelişmelerdi.

Bugün, 21. yüzyıl siyasal gerçekliğinde, benzer gelişmelere nadir de olsa rastlanırken, böylesi davetler genelde tanıdık, bildik komşu devletlerle sınırlı bir yapı arz ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

İkircikli durum

Donald Trump, ikinci başkanlık sürecine başlayacağı 20 Ocak günü yapılacak törene, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’i daveti, ‘çelişkilerle dolu karakteri ve ifadeleriyle’ tanınan Trump’ın, bu davetten ne kast ettiğinin iyi anlaşılmasını gerektiriyor.

Ancak gözlenen o ki, temelde önemine kuşku olmayan bu davetin, muhatapı tarafından dikkate alınabilmesi önündeki engelleri oluşturanın da bizatihi Trump’ın kendisi olması ikircikli bir durumun ortaya çıkmasına neden oluyor.

Bu çelişkinin kronolojik olarak en görünür yanında, Trump’ın, başkanlık seçimi öncesi kampanya sürecinde, ABD’nin en önemli rakibinin Çin olduğu ve dış politika’da önceliğin, bunun üzerine inşa edileceğine açıkça vurgu yapması bulunuyordu.

Bunu, seçim rekabetini kazanmasının ardından oluşturduğu hükümet üyelerini yani, kabine mensuplarını seçiminde Çin başta olmak üzere dünyanın önemli güç odaklarıyla rekabetçi, hatta çatışmacı bir eğilimin ortaya çıkacağı izlenimi uyandıran isimleri barındırması ile pekiştirme yoluna gitti.

Trump’un 17 Aralık’ta yaptığı davetin şaşkınlık uyandırması temelde bu sebeplere dayandığını söyleyebiliriz.

Yenilikçi tutum

Yukarıda dikkat çekilen durumun dışında ve ötesinde, Trump’ın ABD’nin en önemli rakibi olarak gördüğü Çin’in devlet başkanına yaptığı daveti, küresel siyasette yenilikçi bir yaklaşım olarak görmek de mümkün.

 

Aynı davet söylemi içerisinde yer alan, “... dünya meselelerini birlikte halledelim” anlamına gelen ve resmi davetin içeriğine doğrudan gönderme yapan boyutu da, davetin bizatihi kendisi kadar şaşırtıcıydı.

Aslında, tam da bu durum yani, dünü ve bugünü birbirine uymayan bir Trump siyasal tavrı ve söyleminin özellikle, uluslararası ilişkilerde düzen ve istikrar arayışlarının hiç kuşku yok ki, önce lider olduğu iddiasındaki siyasetçilerin söylemlerinde ortaya çıkması gerektiği konusundaki temel kuralla çelişiyor.

Dünya meselelerinin Çin’le birlikte halli konusunun Trump tarafından seslendirilmesini, aslında, olumlu bir gelişme olarak görmek gerekir.

İnsanlığın geleceği

Bununla birlikte, Trump’un böylesi bir politikanın mucidin olduğunu söylemek pek mümkün gözükmüyor.

Örneğin, 2024 yılı Eylül ayında dönemin, Çin Halk Ordusu komuta kadrosunun önemli isimlerinden ve Askeri Bilimler Akademisi eski başkan yardımcısı General He Lei, yaptığı açıklamada, “risklerin yönetimi” kavramsallaştırmasıyla tam da, bu konuyu gündeme taşımıştı.

Lei, açıklamasında “Çin ve ABD’nin günümüz dünyasının önemli güçleri” olduğunu söylemiş ve bu iki gücün ilişkilerinin, “insanlığın geleceğini belirleyeceğini” ifade etmişti.

Bir tür abartının da olmadığı söylenemeyecek olan bu ifadenin en azından bugünkü görünür ve hissedilir tehditlerin ve bunların yakın geleceği yaptığı projeksiyon noktasında bu iki gücün ilişkilerinin yapıcılığına kuşku bulunmuyor. 

Bugüne geldiğimizde, Trump’ın yukarıda dile getirilen davetten kastının, bu düşünce yapısına denk gelmesi bir tesadüf olmasa gerek...

Çinden geçen yıl gelen mesajın yanı sıra, Trump’ın davet konusunda kapsamlı bir siyaset düşüncesi var ise “Acaba bunun, 2023’de San Francisco’da yapılan ABD-Çin Zirvesi’nin bir devamı mı olacak?” türünden bir soru da akla gelmiyor değil.

Bu hem, Trump’a “coğrafi olarak daha yakın” bir yerden ve “rakibi de olsa, içerden bir ses yani, Biden’in gündemine aldığı bir konuydu.

Ya da tarihsel olarak biraz daha geriye giderek, günümüz Amerikan gazetecilik dünyasının duayenlerinden Thomas Friedman’ın, Çin ziyareti vesilesiyle iki ülke ilişkilerinde yapıcılığa vurgusunu temellendirmede, “Nixon dönemi işbirliği sürecine atfının, Trump’da bir yansıması olabilir mi?” diye de sormak gerekiyor.

Şi Çinping gider mi?

Çin siyasi elinin, şu ana kadar Trump’ın davetine bir cevap vermemiş olması, kafaların biraz karıştığını gösteriyor.

Ortada iyi bir hesaplama sürecinin olduğuna kuşku yok. 

Trump’ın olmadık sürprizlerine yakalanmak mı, yoksa Trump’ın dışında ve ötesinde küresel kamuoyuna verilebilecek olumlu mesaj mı?

Böylesi bir ziyaretin, dünya kamuoyu ve hatta ekonomisi için ne denli çarpıcı sonuçlar doğurabileceği ihtimali bile bu davetin bizatihi kendisini çok önemli kılıyor.

Şi Çinping’in bir yanda yüzde 60’lık tarifle yüzleşmek mi, öte yanda, böylesi bir gelişmenin ortaya çıkmasına karşın, Çin’in -en azından başta Asya-Pasifik bölgesi ülkelerinden başlayarak - şimdiden arkasına aldığı düşünülebilecek küresel desteğin oluşturacağı yeni bir eko-politik gelişme kapı aralamak gibi iki durumla karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. 

Şi Çinping’in olası ziyareti sürecinde, Trump’ın konuğuna, ‘Hoş geldinin. Size yarın, yüzde 60’lık tarif uygulamaya başlıyoruz mu?” diyecektir yoksa, “iki ülke ekonomik ilişkilerinde sürece yayılan bir yeniden yapılandırmadan mı?” söz edecektir.

Kanımca -daveti kabul etmesi halinde, her iki halde de kozu eline geçirecek olanın Şi Cinping olduğunu söylemek mümkün...

“İnsanlık aleminin geleceğini belirlemesi” gözüyle bakılan ABD-Çin ilişkilerinin ilk raundunun bu davet vesilesiyle başlaması gayet ilginç bir sürecin olacağını ortaya koyuyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/trumpin-si-cinpingi-daveti-ne-anlam-ifade-ediyor-what-does-trumps-invitation-to-xi-jinping-mean/

Bir tarih çalışması: Pan-İslam, Osmanlı ve Malay Dünyası / A history work: Pan-Islam, the Ottomans and Malay World

Mehmet Özay                                                                                                                            05.01.2025


Bütün bir 19. yüzyılın Müslüman coğrafyalarda benzerlik gösteren gelişmelerle dikkat çektiği konusunda bir konsensustan bahsedilebilir.

Bunun adının da, ‘sömürgecilik’, yükselen sömürgecilik ve yanlış bir şekilde de olsa, ‘emperyalizmin yayılması’ gibi kavramlarla olduğu gözlemlenir.

Aynı tarihsel dönemin hem, Osmanlı Devleti hem de, diğer müslüman devletler ve bölgeler için şu veya bu şekilde bir yenilenme, dirilme hareketlerine konu olduğu söylenebilir.

Bu yenilenme, dirilme süreçlerinin bir bölümünü, Osmanlı örneğinde olduğu şekilde, Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) süreçlerinde ortaya çıktığı üzere yönetim, idare, ekonomi, eğitim, sağlık gibi alanlarda görünürlük kazanırken, farklı bölgelerde -örneğin, 1820’lerde bir yandan Cava’da Prenegoro, Palembang’da, 1830’larda Padang’da başgösteren sömürge savaşları vb. süreçler gibi - sıcak gelişmeler sömürgeciliğin yayılmacılık süreçlerine karşı geliştirilen bir haklı çıkış ve/ya salt bir tepkisellik olarak değerlendirilebilir.

Bu kısa girişle bir konuya giriş yapmak istediğim aşikȃr...

O da, bu günlerde üzerinde çalıştığım bir konu çerçevesinde, ele alıp okuma fırsatı bulduğum bir doktora tezi ve bu tezin yukarıda dikkat çekilen konularla bir şekilde bağlantılı bölümüyle ilgili...

Snouck atfı: 2. Abdülhamit beğenmiş olmalı!

2018 yılında ‘Columbia’ Üniversitesi’nde verilmiş olan doktora Osmanlı Devleti ile geniş Malay Dünyası arasındaki yüzyılın özellikle, 1850’den 1910’lu yıllara kadar olan bölümüne -derinlikli olmasa da-, dikkat çekmesiyle önem taşıyor.

Yazarın temel argumanını, Osmanlı Devleti ile özellikle Hollanda sömürge yönetimi arasında bir benzerlik geliştirme/bulma çabası oluşturuyor.

Bunu sağlayacak bir aygıt/eleman olarak ise Snouck Hurgronje’un kaleme aldığı bir küçük risaleye gönderme yapıyor.

Tartışmak istediğim husus, Hurgronje’un eseri değil...

Belki, bunu bir başka yazıda ele almak mümkün.

Nihayetinde çalışmanın bu bölümünden edindiğim ilk izlenim, 1908’de meşruiyet’in ilȃnından bir hafta sonra İstanbul’a gelerek görüşlerini yüksek sesle dile getiren Hurgronje’un ‘tezinin’ kanımca, 2. Abdülhamit’in hoşuna gidecek bir boyuta sahip olmasıdır... 

Bu ipucu, konunun ne denli heyecan verici olduğunu yeterince ortaya koyuyor olmalıdır..

Doktora-saha çalışması

Öncelikle, doktorasını başarıyla veren akademisyen arkadaşımızı kutlamak gerekir.[1]

Taa Columbia Üniversitesi’nden Osmanlı’ya oradan, Malay dünyasına uzanarak bir tez yazmak epeyce bir niyet ve gayret gerektirir.

Hoş yaşadığımız dönemde, kimileri için artık sahaya inmek, ilgili ülkelerin ve şehirlerin kütüphanelerine ve arşivlerine girmek gibi bir zahmete gerek kalmadığı düşünülebilir.

Veya tezin 2018’de verildiği dikkate alınacak olursa, kaynakların çoktan ABD akademi kurumlarınca ellerinin altında tutulduğunu da düşünmek mümkün.

Ancak var olan kaynakların ‘fiziki’ kullanımı, anlaşılması kadar, ilgili verilerin yorumlanma süreçlerinin de bir o kadar önemli olduğunu hatırlatmak gerekir.

Bu anlamda, sahada olmanın kaçınılmaz bir önemi olduğu ortaya çıkar ki, yapılacak analizlerde ve yorumlarda bu, kesinlikle yadsınmaması gereken bir husustur.

Malay devletleri – Osmanlı – Pan-İslam

Çalışmanın ilgili bölümünde dikkat çeken durum, Osmanlı Devleti ile Malay devletleri ve toplumları ile bu toplumlar içerisinde küçük bir azınlığı teşkil eden gruplar üzerinden geliştiği görülen ilişkilerin sunuluş biçimidir.

Müslüman toplumların biri doğu’da yani, Malay dünyasında, diğeri batısında yani, Osmanlı özelinde ortaya konulan ilişkinin Pan-İslam’a sarılarak açıklanması sanki, hızı alınamamış veya benzeri çalışmalarda tekrarlanagelen genel geçer yaklaşımlarla benzerliğidir.

Pan-İslam bağlamını, 2. Abdülhamit ile ilişkilendirmenin anlamlı yönü olduğu kadar, Pan-İslam’ın hem, Osmanlı Devleti özelinde hem de, genel olarak Malay Dünyası’nın Osmanlı ile geliştirdiği siyasal ilişkiler noktasında kronolojik ve kapsam olarak farklı açılımları olduğunu burada bir kez daha tekrarlamak isterim.

Ancak yazar, bu farklılaşmaları okuyabilme ve yorumlayabilme imkȃnını yakalayamamış olmasını -güçlü bir önyargıdan bağımsız olarak söylemeye çalışıyorum- iyi anlamamız lazım.

Bunun maddi nedenlerinden birini, yukarıda dile getirmeye çalıştığım hususlardan en temel olanıyla yani, sahada olup olmama konusu teşkil ediyor. ABD kurumları Malay dünyasının tüm kaynaklarını ellerinde toplamış olabilir.

Ancak, bunun sağlamasını, tezin ilgili bölümünde görmek mümkün olmuyor kanaatindeyim.

Oysa, saha çalışması gerçekleştirilmiş olsaydı, -yazarın saha çalışması yapmadığını okuduğum bölümler üzerinden değerlendirmemden çıkarıyorum-, öte yandan, saha çalışması yapıp da sağlıklı yoruma ulaşamamış ise, bu daha büyük bir akademik hata gibi duruyor- herhalde Osmanlı’nın değil de, önce Malay siyasal yapılarına mensup olan çevrelerin sürekli İstanbul’un kapısını tokmaklamalarını görmüş ve anlamış olurdu.

Bu bağlamda, Osmanlı’ya siyasi ilişkiler geliştirme noktasında Açe’nin (hem 16. ve hem de 19. yüzyılda) ve Jambi’nin (19. yüzyılda) örnek olarak veriliyor ki bu doğrudur.

Bununla birlikte, 19. yüzyıl ortasında İstanbul’u ziyaret eden iki devletin elçilerinin kronolojik olarak yanlış sunulduğu görülüyor. İstanbul’a önce gelen Açe elçisidir, birkaç yılın ardından gelen ise Jambi elçisidir... (s. 209).

Takımadalar: Endonezya Müslümanları değil!

Bir diğer husus, ki azımsanmayacak bir yanlış bağlam gibi duruyor...

O da, “Endonezya Müslümanları” (Muslim of Indonesia) kavramının kullanılışı ile bu toplum içerisinde ‘özel’ bir yere sahip olduğu ileri sürülen Hadrami kesimin Osmanlı ile ilişki türünün doğru anlaşılıp anlaşılmadığı hususudur.

 Öncelikle, Endonezya adının 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış ‘East Indies’ yerine kullanılmaya başlanmış bir adlandırma. Tarihin erken ve geç dönemlerindeki ilişkiler çerçevesinde bu ‘isme’ yaslanmak akademik bir çalışmada ne denli doğru tartışmaya açıktır.

Çünkü, karşımızda ‘monolitik’ bir ‘Endonezya’ yok tarihte...

Kaldı ki, bu kullanımın bugün dahi siyasal çevrelerde eleştiri konusu olduğunu hatırladığımızda, tarihsel gelişmeler muvacehesinde kavramsallaştırmaları, kavramları yerli yerinde kullanmak gerekir.

Açe, Jambi faktörleri bir yana konulduğunda, ‘Endonezya Müslümanları’nın topyekun bir Osmanlı sığınmacılığı düşüncesinde olduklarını söylemek doğru değil.

Kaldı ki, özellikle Açe söz konusu olduğunda, var olanın bir sığınmacılık değil, ‘din-i siyasal’ bağlamında bir işbirliği veya Osmanlı’yı sahip olduğu varsayılan dini-siyasal sorumluluğunu yerine getirme davetidir.

Jambi’nin de kanımca, 19. şüzyıl ortasındaki gelişme dikkate alınacak olursa, Açe’yle kurduğu etkileşim ve iletişim neticesinde İstanbul’a ulaştığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Hadrami temsiliyeti: Pan-İslam mı, vatandaşlık mı?

İkinci temel açılım, yani Hadrami ailelerin ki, ‘Endonezya Müslümanları’nın demografik yapısıyla karşılaştırıldığında gayet azınlıkta oldukları görülecektir, ya tek tek -çünkü bunun örneklerini 19. yüzyıl sonlarında görüyoruz, ya da 20. yüzyıl başlarında Osmanlı konsolosları üzerinden Osmanlı vatandaşlığı taleplerinin pek öyle iddia edildiği üzere Pan-İslam’la vs. İlişkisi yok.

Yazar da bunu, “Endonezya’nın Hadrami Arapları bölgenin yerlileri addedilmez” diyerek, -yanlış ifadelerle de olsa-, aslında gizli/açık ortaya koyuyor (s. 217).

Bu olsa olsa, Batavya’daki Hollanda sömürge yönetiminin politikaları neticesinde, ilgili ailelerin kendilerinin, çocuklarının vs. ‘vatandaşlık’ özelinde karşı karşıya kaldıkları zorlama bir Pan-İslamcılık çıkartma olur ki, bu durum, tarihsel gelişmeleri doğru okuyabilmede sorunlar olduğunu ortaya koyuyor.

Bu durumu da, aynı sayfada “... sahip oldukları doğum ve soy’a dayanarak Osmanlı vatandaşlığı iddiasında bulunuyorlar...” dile getiriyor (s. 217)

Diyelim ki, Hadramiler vatandaşlık hususunda Osmanlı’ya başvurdu? Buna Pan-İslam mı diyeceğiz?

Bir diğer soru, Bataviya’daki, Surabaya’dayi, Palembang’daki, Pontianak’daki, Bandung’daki, Bogor’daki, Açe’deki vb. Hadramilerin tamamı mı Osmanlı kapısına çıkıp vatandaşlık istedi?

Akademisyen arkadaşımız şöyle diyor: “... Her ne kadar Pan-İslamizm Osmanlı’ya Hadramilerin Hollandalılar karşısındaki iddialarını meşrulaştırmak için genel bir repertoire sunsa da, Osmanlı hükümeti için, genelde Endonezya Müslümanlar’ından ziyade Hadrami Arapların statüsüsü temel bir ilgi alanı oluşturuyordu” bağlamındaki yaklaşımı, Pan-İslam olgusunun neye tekabül ettiği kadar, Endonezya Müslümanları ile Hadrami aileler arasında gayet önemli bir ayrıştırmanın da yapılmış olduğu belirtiliyor.

Kanımca, bu ilgili sayfalarda ifade edilmeye çalışılan hususların netleştirilmemiş olduğunu söylemek mümkün. Yazarın temel ilgi alanını Pan-İslam oluşturmadığını düşünüyorum. Nihayetinde çıkış noktası, Hadrami ailelerin özellikle Cava Adası’nda maruz kaldıkları statüleri yani ne tür bir ‘vatandaş’ olup olmadıkları hususu.

Ancak bunu dile getirirken, Osmanlı ile ilgiyi kuran ‘Endonezya Müslümanları’ değil elbette, aksine, Açe ve Jambi’nin 19. yüzyıl bağlamında reel, görünür, belgeli varlıkları karşısında bir tür karşılaştırmaya gitme çabasının kafa karıştırıyor olmasıdır.

Zaten bu nedenle sahada olmanın önemine değiniyorum. Sahada olunsaydı, bu toplumların bugünkütemsilcileriyle karşı karşıya gelinseydi, kendi ürettikleri ana kaynaklara ulaşılsaydı, kanımca böylesi bir zorlamaya gerek kalmazdı.

Ne Hadrami ailelerin ve özellikle çocuklarının geleceği için, ‘bir tür çıkar’ sağlamaya matuf girişimlerinden Pan-İslam söylemi çıkardı, ne de, Osmanlı Pan-İslam’ını 2. Abdülhamit’e mal etmekle sınırlayan ve Osmanlı’yı Hint Okyanusu gelişmelerine davet eden Malay devletlerini bu anlamda göz ardı eden bir yaklaşım ortaya çıkardı. 

Malay Dünyası ve Osmanlı ilişkilerinin anlaşılabilmesinin çeşitli safhaları bulunuyor. Bunların içinde saha çalışmasının önemine kuşku yok. Dokümantasyan çalışması anlamlı olmakla birlikte tek başına yeterli olmadığı sürekli gözlemliyoruz.

Akademi dünyasında bu çalışma sahasında olmak isteyen adayların bu ve benzeri hataların farkında olması en büyük temennimiz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/bir-tarih-calismasi-pan-islam-osmanli-ve-malay-dunyasi-a-history-work-pan-islam-the-ottomans-and-malay-world/


[1] Merve İspahani. (2018). Building Sovereignty in the Late Ottoman World: Imperial Subjects, Consular Networks and Documentation of Individual Idenitties, Ph.D. Dissertation, Columbia University.

4 Ocak 2025 Cumartesi

Bangsamoro’da seçim süreci… / Election process in Bangsamoro…

Mehmet Özay                                                                                                                            03.01.2025

Bangsamoro halkı, Mayıs ayında yapılacak olan yerel parlamento seçimlerine hazırlanıyor.

Filipinler’in güneyinde Mindanao’nun belirli bölgelerini kapsayan, Bangsamoro barış anlaşması’nın nihai sonucu kabul edilen, Moro Halkı’nın otonom yönetime geçişe aylar kaldı.

2014 yılı Mart ayında, Moro İslami Kurtulu Cephesi (Moro Islamic Liberation Front-MILF) ile Filipinler merkezi yönetimi arasında imzalanan kapsamlı barış anlaşması (Comprehensive Agreement on the Bangsomoro) ve 26 Şubat 2019 bu yana uygulanan Bangsamoro Geçiş Yönetimi’nin (Bangsamoro Transition Authority-BTA) ardından, şimdi sıra yerel parlamento seçimlerinde...

8 parti

Mayıs ayında yapılacak seçimler için, Bangsamoro Seçim Komisyonu, geçtiğimiz Ekim ayından bu yana seçim hazırlıklarını sürdürüyor.

Seçimlere 8 partinin katılması bekleniyor.

MILF, gelişmekte olan siyasi hayata adapte olurken, seçimlere, “Birleşik Bangsamoro Adalet Partisi” (United Bangsamoro Justice Party-UBJP) adıyla katılacak.

Ancak, UBJP seçimlerde yanlız olmayacak…

Yerel parlamento seçimlerine katılacak partiler şunlar: Bangsamoro Özerk Yönetim Bölgesi Büyük Koalisyonu (BGC), Birleşik Bangsamoro Partisi (al-Ittihad-UKB), İlerici İttifak (Inclusive Services Progressive Alliance-SIAP), İlerici Bangsamoro Partisi (Progressive Bangsamoro Party), Moro Ako, Bangsamoro Partisi (BAPA), Bangsamoro Halk Partisi (BPP), Bangsamoro Halkları Demokratik Partisi (BPDP), Mahardika Partisi.

Bu geniş dağılıma rağmen, bazı ittifak oluşumlarının ortaya konduğu gözlemleniyor. Örneğin,

Bangsamoro Özerk Yönetim Bölgesi Büyük Koalisyonu (BGC) bünyesinde Al-Ittihad, BPP, ve SIAP yer alıyor.

Bunun yanı sıra, bölgede bağımsızlık süreçlerini başlatan isim olarak da bilinen Nur Misuari’ye bağlı gruplar Mahardika Partisi’nde biraraya geliyor.

Bangsamoro seçime nasıl hazırlanıyor?

Seçim sürecinde istikrar ve güvenliğin sağlanması dikkate alındığında, Seçim Komisyonu’nun kamuoyunu bilgilendirme faaliyeti büyük önem taşıdığına kuşku yok.

Bu süreçte, özellikle Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler Proje Hizmetleri ve Asya Vakfı gibi uluslararası örgütler kayda değer rol oynuyor.

Seçimlere katılacak parti sayısının fazlalığı, Bangsamoro’da demokratik rekabet anlamına gelmesi kadar, bir tür iç mücadele anlamı da taşıyor.

Bölgede faaliyet gösteren ve bazılarına yukarda değindiğimiz uluslararası örgütler, seçim sürei öncesinde bölge halkını ‘demokratik pratikler’ ve ‘yasal koşullara’ hazırlama görevini üstlenirken, bunun bölge halkı arasında ne tür yansımaları olacağını Mayıs ayında yapılan seçimlerde göreceğiz.

İlgili yapıların bölgedeki seçimlere kadınlar, gençler gibi kategorilerle yumuşak müdahalelerde bulunuyor olmalarını, bölgede yaşanan toplumsal değişimler çerçevesinde değerlendirmek mümkün.

Bununla birlikte, bu yapılaşmaların Bangsamoro Geçiş Parlamentosu’nun hakimiyetinin Mayıs seçimleri sonrasında, ne tür bir devamlılık sağlayacağı ise üzerinde durulması gereken bir konu.

Bu söylemi gündeme getirmemizin nedeni, söz konusu yabancı sivil toplum oluşumlarının belirli partileri ve adayları destekleme konusunda açık çabalarının olması.

Bangsamoro toplumuna ‘demokrasi’ pratiklerini getirme iddiasıyla gönüllü faaliyetlerde bulunan bu yapıların, Bangsamoro siyasal yapılaşmasını yönlendirme, manipüle etme vb. süreçleri tetikleyip tetiklemeyecekleri ise izlenmeye değer bir hususu oluşturuyor.

Güvenlik olgusu

Bölgede hâlâ varlığını sürdüren temel sorunlardan bir diğerini ise, silahlı gruplar oluşturuyor.

Bu grupların, kendi başına hareket eden dağınık grup özellikler göstermek yerine, belirli bölgelerde ‘hanedan’ olarak adlandırılan geniş aile gruplarına bağlı yapılar olarak dikkat çekiyor.

Sadece Mindanao’nun değil, Filipinler’in temel sorunu olarak dikkat çeken bu husus, Mindanaou bölgesinde de geçerli.

Öyle ki, ülke genelinde on bölgeden sekizinde yerel yönetimlerin söz konusu bu yapıların yönetime hakim oldukları düşünüldüğünde ‘demokrasi’ pratikleri bağlamında karşımızda farklı bir olgunun ve sürecin olduğu görülüyor.

Bangsamoro Geçiş Dönemi Parlamentosu lideri Murat İbrahim, benzer bir duruma, yaklaşık bir yıl önce verdiği bir mülâkatta dikkat çekmişti.

Tüm bu açıklamalara bakıldığında, silahların bırakılmasının ardından, savaşçıların silahları iadesi sürecinin, tam anlamıyla hayata geçirildiğini söylemek güç.

Bu durum, sadece, MILF içinde farklı grupların kendi başlarına hareket edebilme olasılığından kaynaklanmıyor.

Yukarıda dikkat çekildiği üzere, belirli toplumsal liderler etrafında örüntülenen sosyal yapının da, temel bir neden oluşturduğu ortada.

Geçiş dönemi – kalıcı barış

2014 yılında imzalanan barış antlaşmasının ardından, 2019-2022 yılları arasında, uygulamaya konulan ‘Bangsamoro Geçiş Dönemi Parlamentosu’ uygulamasıyla, ‘geçiş yönetimi’ tecrübe edildi.

2022’de yapılması beklenen parlamento seçimleri, kovid-19 sürecinde yaşanan sorunlar nedeniyle üç yıl süreyle ertelenmişti.

‘Normalleşme süreci’ olarak da adlandırılan bugüne kadarki süreç, Filipinler merkezi hükümeti, MILF ve ‘Ortak Normalleşme Komitesi’ tarafından yürütülen programlarla ortaya kondu.

Bu sürecin en önemli bölümü ise, hiç kuşku yok ki, silahların bırakılması ve savaşçıların sivil hayata adaptasyonu oluşturdu.

Söz konusu bu gecikmenin ardında, bu yıl yerel parlamento seçimleri gerçekleştirilecek.

Devlet başkanı Junior Marcos’un babası Marcos döneminde yani, 1970’lerde başlayan bağımsızlık mücadelesi, 2000’li yılların başlarında barış görüşmelerine konu oldu.

Filipinler’de, farklı devlet başkanları ve iktidarları döneminlerinde sürdürülmeye çalışılan barış görüşmeleri nihayet, 2014 yılında atılan imzalarla kesinlik kazandı.

2010’lu yıllarda devlet başkanı olan Benigno Aquino döneminin en önemli başarılarından biri olarak tarihe geçen Bangsamoro Barış Anlaşması, Moro Halkı’na başta Mindanao Adası’nın belli bölgeleri ile Sulu ve Palawan adalarında özerk yönetim imkânı tanıyor.

Özellikle, Kovid-19’da yaşanan gecikmelerle sabık devlet başkanı Roberto Duterde döneminde hayata geçirilemeyen parlamento seçimleri, geçiş sürecinin üç yıl daha uzatılmasını gerektirmişti.

Aradan geçen süre zarfında, merkezi yöneimde önemli bir değişiklik yaşanıp Filipinler tarihine ‘diktatör’ lakabıyla geçen Ferdinand Marcos’un oğlu ‘Junior Marcos’ devlet başkanlığına gelmesiyle bazı çevrelerde söz konusu anlaşmanın hayata geçirilmesiyle ilgili kaygıların da ortaya çıkmasına neden oldu.

Bununla irtibatlı olup olmadığı tartışmalı olsa da, bu sürecin bir anlamda gündeme gelmesine tanık olunuyor.

Öyle ki, geçtiğimiz 9 Eylül tarihinde, Ulusal Kongre Yüksek Mahkeme’nin verdiği karara dayanarak, Sulu Adaları’nın Mindanao Özerk Yönetim bölgesinden çıkartıldığını açıkladı.

Karara gerekçe olarak ise, Sulu bölgesinde yapılan referandumda, halkın yüzde 54’nün Mindanao Özerk Yönetim bölgesi içerisinde yer almama yönünde oy kullanmasına dayanıyor.

Mayıs ayında yapılacak yerel seçimlerin ardından, Özerk Yönetim Parlamentosu oluşmasıyla Mindanao Adası’nın belirli bölgelerinde yeni yönetim sürecine başlanacak.

Bu gelişmenin izlenmeye değer ve öğretici olduğuna kuşku yok. Önümüzdeki süreçte gelişmeleri yakından takip edeceğiz…

https://guneydoguasyacalismalari.com/bangsamoroda-secim-sureci-election-process-in-bangsamoro/