8 Nisan 2025 Salı

ABD ve ‘dünya’ çözüm arayışında (!) / The U.S. and the ‘world’ are looking for a solution (!) https://guneydoguasyacalismalari.com/abd-ve-dunya-cozum-arayisinda-the-us-and-the-world-are-looking-for-a-solution/

Mehmet Özay                                                                                                                             08.04.2025

Donald Trump yönetiminin küresel yönetimi ve ulus-devletleri kontripide bırakan gümrük vergisi artırımıyla ilgili açıklaması, beklendiği üzere büyük tepkilere yol açtı.

2 Nisan’da Washington’dan gelen açıklamanın ardından, Amerika’nın öncellendiği yeni bir küresel ekonomi sistemine böylece girildiğinin ilk göstergeleri, hafta başında yani, 6 Nisan’da uluslararası borsalardaki ciddi düşüşle fiili olarak kendini göstermeye başladı.

Rakamlar, küresel olarak, 5.4 trilyon dolarlık düşüşün yaşandığını ortaya koyuyor...

Başta ABD’de olmak üzere dünya başkentlerinde günün sorusu, ‘ABD ve küresel ekonomi gerilemeye başlayacak mı başlamayacak mı?’ yönünde.

ABD’de Hazine bakanı Scott Bessent ile Ticaret bakanı Howard Lutnick, Trump’ın gümrük vergileri konusundaki kararlılığına vurgu yaparken, uluslararası borsalarda yaşanan gelişmelere kulak tıkayarak, bir süre sonra, ABD için ‘Yeniden Özgürleşme’nin maddi olarak gerçekleşeceği söylemini tekrarlıyorlar.

Küçük güçler büyük güçler

Ancak, küresel sistem içinde tekil aktörler olarak ortaya çıkmasalar da, küçük ve orta büyüklükteki ülkelerin önümüzdeki süreçte nasıl rol oynayacaklarını yakından takip etmekte yarar var.

Bunun yanı sıra, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) ile Çin, Japonya, Hindistan, Kanada, Avustralya gibi ülkelerin birlikte hareket edebileceği bir zeminin potansiyel olarak var olduğuna kuşku yok.

Bu çerçevede, Çin devlet başkanı Şi Cinping’in önümüzdeki hafta ASEAN dönem başkanı rolünü üstlenen Malezya’ya yapacağı resmi ziyaretin, ne tür açılımlara konu olacağını birlikte tanık olacağız.

Kanımca, bu süreçte kritik nokta, ilgili ülkelerin ve ASEAN gibi bölgesel birliğin ABD ile doğrudan hesaplaşmaya girişip girişemeyecekleri kararında yatıyor.

Kim dost, kim düşman

Çin yönetimi, 30 Mart günü Seul’de yapılan toplantıda ortaya koyduğu üzere ‘rakibi’ ve hatta, tarihsel olarak ‘düşmanı’ kabul edilebilecek Güney Kore ve Japonya ile biraraya gelebileceğinin ilk işaretini vermiş durumda.

İlginçtir, ABD’de başkan Trump, “düşmanlarımızdan çok dostlarımızdan daha çok çekiyoruz”, anlamına gelen açıklamasının gösterdiği gibi, önümüzdeki süreçte, ABD’nin dostlarından ziyade düşmanlarına yakınlaşabileceğinin emarelerini görmek zor değil.

Farklı gerekçelerle de olsa, Rusya’nın gümrük tarifelerine konu olmaması, ki zaten Ukrayna işgaliyle birlikte ABD’de Biden yönetiminin yasaklara boğduğu bir Rusya karşısında, Trump yönetiminin yeni bir tedbir almasına gerek yok düşüncesi doğal olarak akla geliyor.

Ancak, bunun dışında ve ötesinde, Trump’ın aklından nelerin geçtiğini ve Rusya ile önümüzdeki süreçte ne türden işbirlikleri geliştirebileceğinin tahminini yapmak biraz zor gözüküyor.

Örneğin, Trump’ın aklında, BRICS’ın kurucuları arasında yer alan Rusya ile ‘diğerleri’nin arasını açmak gibi bir plân da var olabilir...

Sürekli söylediğimiz üzere, ABD’de ve Trump’da temel hedef Çin...

Kapitalizmde yeni aşama

Bir hegemon olarak Trump, kapitalist sistemin temellerinde var olduğu ifade edilen, “serbest ticaret”, “piyasanın dengeyi bulmada kendiliğindenliği” gibi normları rafa kaldırmış durumda.

Bu durumda, yine ‘piyasanın kendisini yenilemesi, düzenlemesi gibi’ teorik açıklamaların neredeyse, tüm ulus-devletlerde gündem dışı kaldığı gözlemleniyor.

Yine, ABD Ticaret bakanı Bessent’in açıklamasında ortaya konulduğu üzere “piyasalar organik hayvanlardır” şeklinde bir tanımlamaya gidilmesi kapitalizmde dekonstrütif bir sürecin yaşandığının işaretidir.

Bu sürecin henüz başlarında olsak da, kanımca ekonomi uzmanları ve araştırmacılar, kapitalizmin yeni kitabını yazmaya başlamışlardır bile...

Dünya Ticaret Örgütü

Washington’dan gelen açıklamaların ardından, kendilerini ABD karşısında rakip konumunda hisseden ve/ya gören ülkelerin referans noktalarından biri “biz ABD’nin dostuyuz”un iken, bir diğeri, “ABD’nin küresel ticaret politikası Dünya Ticaret Örgütü (World Trade Organization-WTO) normlarına aykırı”lığı söylemi üzerine temelleniyor.

ABD, doğrudan Dünya Ticaret Örgütü kavramını gündeme taşımıyor.

Ancak, söylemler ve pratikler düzeyinde yaptığı tastamam bu örgütün kurallarıyla ilgili olsa gerek.

Örneğin, serbest ticaret kuralları ve/ya pratikleri dikkate alındığında, ABD’de Ticaret bakanı Bessent örneğinde olduğu gibi, yöneticilerin ileri sürdükleri husus, “Bu ülkeler, uzanca bir süredir bize karşı kötü aktörleri oynuyorlar” söylemidir.

Bu kötü aktörlüğün, öyle böyle değil, yarım yüzyılı bulan bir geçmişe sahip olması da, gayet manidar...

Bu durumda, ABD’nin niçin bugüne kadar, Dünya Ticaret Örgütü normlarını gündeme taşımadığı veya bu küresel kurum üzerinden tedbir alma yönünde girişimde bulunmadığı hususu cevaplanmayı bekliyor.

Bazı düşüncelere göre, Dünya Ticaret Örgütü’nün ana oyun kurucusu ABD ise, bugün ortaya çıkan ve ABD aleyhine gelişme gösteren durumda, ABD’ni mağdur rolünde gözükmesinin rasyonel bir açıklaması bulunmuyor...

Bunun en bariz göstergelerinden biri, 2 Nisan’da Washington’dan dünyaya yayılan gümrük vergisi yaptırımı açıklaması sonrası, ülkeler kendilerine uygulanan gümrük tarifesini algılamalarına göre reddiye, benzeriyle karşılık verme ve uzlaşma gibi üç farklı tepki ortaya koymaya başlamaları oldu.

Bir önceki yazıda dile getirdiğim üzere, sayısı elli civarında ülke Trump yönetimi ile anlaşmak için sıraya girmiş durumda.

Çare arayışındaki ulus-devletler, karşılarına ABD’yi almak yerine, onunla masaya oturmaya ve mümkün olan, ABD yönetiminden tabiri caizse, “azami bağışlanma oranını” yakalamayı hedefleyeceklerdir.

Çin faktörü

2 Nisan sonrasında Çin ‘anlaşma’ yolunu seçmek yerine gümrük vergisi artışına benzeri karşılık vermesinin ardından, Trump yönetimi yüzde elli artırımla yeni bir karşılık vermesi ortada ciddi bir kapışmanın başladığını gösteriyor.

Uzmanların ortaya koyduğu rakamlara bakılacak olursa, şu anda ABD’nin Çin’e uyguladığı gümrük vergisi yüze 104’e ulaşmış durumda!...

Bu durumda dahi, Pekin yönetiminin geri adım atmak yerine, “Washington’un tarihi bir hata yapmakta olduğuna” vurgu yaparken, pratikte de, yukarıda dile getirdiğim üzere, çeşitli ülkelerle kendine yeni bir ekonomi bloğu oluşturmakta olduğu anlaşılıyor.

Küresel ticaret sisteminin sarsıldığı ve yerine oturtulmasının görünen koşullarda mümkün olmadığı bir süreçten geçiliyor.

Sorunun ticaret ve ekonomi kurallarının veya kuralsızlığının dışında, iki küresel gücün yani ABD ve Çin’de liderlerin küresel toplum karşısında psikolojik olarak nasıl tepki verecekleriyle de doğrudan ilintili.

Bu durumda ötekinin önünde diz çökmeme olgusunun, ekonomi kararlarıyla hatta ondan daha önemli bir şekilde belirleyiciliği olacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/abd-ve-dunya-cozum-arayisinda-the-us-and-the-world-are-looking-for-a-solution/

6 Nisan 2025 Pazar

Güney Kore’de adalet: Mahkeme başkan Yoon Suk Yeol’ı azl etti / Justice in South Korea: Constitutional Court ousted president Yoon Suk Yeol

Mehmet Özay                                                                                                                             05.04.2025

Güney Kore’de aylar sonra adaletin tesisi..

Sabık başkan Yoon Suk Yeol’un görevden alınmasına yönelik olarak Anayasa Mahkemesi’nde devam eden davada yargıçlar dün yani, 4 Nisan günü yapılan oturumda olumlu karar verdi.

Başkan Suk Yeol geçen yıl, “devlet karşıtı güçlerin ortadan kaldırılması” amacıyla ilân ettiği sıkıyönetim kararıyla, anayasaya aykırı hareket ettiği gerekçesiyle muhalefet partisi tarafından açılan davada, Anayasa Mahkemesi’nde sekiz yargıç oy birliğiyle Suk Yeol’un görevinden azline karar verdi.

Mahkeme, 64 yaşındaki Suk Yeol’un savunmasında, sıkıyönetim ilânını, “muhalefet partisinin parlamentodaki bazı girişimlerini gerekçe göstermesi”ne karşılık yasal girişimlerin mevcut olduğuna dikkat çekerek, sıkıyönetim kararının anayasaya aykırılığına vurgu yaptı.

Alınan kararın ardından uzmanlar, “Güney Kore’deki güçlü demokrasi”nin varlığına vurgu yapıyorlar.

Tarihi tekerrür (!)

Meslekten savcı olan Suk Yeol, 2017 yılında dönemin devlet başkanı Park Geun-hye hakkında açılan yolsuzluk davası sonucu görevinden azl edilmesi ve hapis cezası almasında oynadığı rolle hatırlanıyor.

2021 yılında, görevinden ayrılıp muhafazakâr Halk Gücü Partisi (People Power Party-PPP) kadrolarına katılan Suk Yeol, 2022’de yapılan seçimlerde az bir farkla da olsa başkan adayı seçilmişti.

3 Mayıs 2022’den itibaren başkanlık görevinde bulunan Suk Yeol, 14 Aralık’ta görevinden uzaklaştırılırken dün yani, 4 Nisan Cuma günü Anayasa Mahkemesi’nin aldığı kararla, beş yıllık görev süreci dolmadan, üç yıldan daha az bir süre sonrasında görevini bırakmak zorunda kaldı.

Krize giden yol

Başkanlık yarışını PPP önde bitirse de, parlamentoda milletvekilliği çoğunluğunu elinde bulunduran Demokratik Parti, yasama süreçlerinde belirleyici olması nedeniyle hükümetin yürütme süreçlerinde krize neden olmuştu.

Başkan Suk Yeol’un, parlamentoda alınan 25 yasa tasarısını veto etmek zorunda kalması, Demokratik Parti’nin yasama süreçlerindeki gücünü göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Mahkeme’nin kararında, başkan Suk-Yeol’un, 3 Aralık 2024 tarihinde anayasaya ve teamüllere aykırı olarak aldığı sıkıyönetim kararının anayasaya aykırılığı, ülkede demokratik teamüllerin dışına çıkılması ve halkın güvenini suistimal edilmesi, temel nedenler olarak vurgu yapılıyor.

Mahkeme özellikle, “sıkıyönetim ilânı, askeri birliklerin parlamentoya sevki, ulusal seçim komisyonunun basılması ve politikacıların tutuklanmasına tevessül edilmesi sürüeçlerinde sabık başkan Suk Yeol’u suçlu buldu.

Kararda, yaşanan toplumsal tepkiler sonrasında, sıkıyönetim kararının altı saat sonra kaldırılmasının ardından, -gizli/açık yapılan kitlesel gösterilere gönderme yapılarak, kamusal düzende kaosa neden olduğu, ekonomi ve dış politikada sorunların ortaya çıkmasına yol açtığına dikkat çekiliyor.

Özür diledi

15 Ocak’ta göz altına alınan ancak bir mahkemenin kararı bozmasının ardından, 8 Mart’ta gözaltı süreci konutunda göz hapsine çevrilen sabık başkan Suk Yeol, mahkeme kararının ardından avukatları vasıtasıyla yaptığı açıklamada, kamuoyundan özür diledi. 

Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bu kararından ardından, Suk Yeol hakkında açılan davanın devam edeceği ve azami idam veya ömür boyu hapis cezasının da dahil olduğu bir cezaya çarptırılabileceğine vurgu yapılıyor.

Suk Yeol, 25 Şubat’ta yapılan duruşmada ise, hakkında açılan görevden uzaklaştırma kararının muhalefetin bir kumpası olduğunu ileri sürmüş ve muhalefeti “demokratik yollarla seçilmiş başkanı görevden uzaklaştırma” iddiasında bulunmuştu.

Buna ilâve olarak sabık başkan Suk Yeol, muhalefetin parlamento çalışmalarını engellediği, siyasi reformları yaptırmadığı, üst düzey bürokratların azl edilmesine çalıştığı, bütçe kısıtlamaları vb. süreçlerle ulusal güvenliği muhalif hareket ettiği gibi nedenleri gündeme taşımıştı.

Seçim süreci

Anayasa mahkemesinin aldığı karar sonrasında, başbakan Han Duck-soo geçici olarak başkanlık görevini üstlenirken, önümüzdeki iki ay içerisinde genel seçimler yapılması bekleniyor.

Güney Kore, bir yandan iç siyasal ve ekonomik kriz, öte yandan ABD’de Trump’ın küresel ticaret savaşlarından payını alırken, ülkede istikrarın tesisinin, altmış gün içinde yapılması beklenen seçim sonrasına kaldı.

Seçimin iktidardaki ile muhalefet partisi liberal Demokratik Parti arasında geçmesi bekleniyor. 2020 yılında yapılan seçimde liberal Demokratik Parti az bir farklı seçim yarısını kaybetmişti.

Yapılan kamuoyu yoklamaları, muhalefetteki Demokratik Parti başkanı Lee Jae-myung’un önde olduğunu gösteriyor...

Demokrasinin tesisi

Sabık başkan Suk-yeol, geçen 3 Aralık’ta ilân ettiği sıkıyönetim kararının ardından, parlamentodaki muhalefet bloğunun hükümetin işleyişine yönelik çeşitli engellemeleri olduğu belirtilmişti.

Bu gelişmenin ardından, Suk-yeol’un mensubu bulunduğu muhafazakâr Halk Gücü Partisi (People Power Party-PPP) içerisinde de hareketlenmeler yaşanmış ve süreçte özellikle, parti genel sekreteri Han Dong-hoon kayda değer rol oynamıştı.

Eski Savcı Yoon Suk Yeol, üç yıl gibi kısa süre içerisinde PPP’den başkan adayı olarak 2022’deki seçimi az bir farkla da olsa kazanmıştı.

Böylece, Suk Yeol’a karşı anayasa mahkemesinin aldığı görevden uzaklaştırma kararı, Güney Kore siyasal tarihinde ikinci vaka olarak kayıtlara geçti.

Daha önce, 2017 yılında dönemin devlet başkanı Park Geun-hye hakkında açılan yolsuzluk davası sonrasında görevinden azl edilmişti.

Bugün görevinden alınan Suk Yeol, 2017 yılında savcı sıfatıyla Park Geun-hye’nin görevinden uzaklaştırılmasında önemli rol oynamıştı...

Anayasa Mahkemesi’nin azl kararlarında, en az altı üyenin oyu gerekiyor. Dünkü alınan kararda mahkemenin sekiz üyesininin onay vermesi, sabık başkan Suk Yeol’un görevini kötüye kullandığı konusunda herhangi bir şüphenin olmadığını ortaya koyuyor.

Güney Kore’nin önümüzdeki aylarda önemli bir süreç yaşayacağına kuşku yok. Bir yanda seçim hazırlığı, öte yanda Trump’ın ilân ettiği gümrük tarifesi başkanlık görevini geçici olarak üstlenen başbakan Han Duck-soo’nun öncelikleri arasında yer alıyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/guney-korede-adalet-mahkeme-baskan-yoon-suk-yeoli-azl-etti-justice-in-south-korea-constitutional-court-ousted-president-yoon-suk-yeol/

4 Nisan 2025 Cuma

Trump’dan hegemonik söylem / Hegemonic discourse from Trump

Mehmet Özay                                                                                                                             03.04.2025

Trump’dan gümrük tarifeleriyle ilgili dün gelen açıklamanın kavramsal temelini oluşturan ‘Özgürlük Günü’ ilânına karşın, diğer ülkelerden veryansın...

ABD devlet başkanı Donald Trump’ın dünyanın farklı bölgelerinde belli başlı ülkelerini hedef alan gümrük vergisiyle ilgili dün Washington’da yaptığı açıklama, beklendiği üzere büyük yankı yaptı ve bu yankı devam ediyor.

Temel hedefler

Trump yönetimi dünkü yaptığı açıklamanın ardında, ABD’nin tüm zamanların en büyük ticaret açığını yaşaması bulunuyor.

Geçen yılki rakamlar dikkate alınacak olursa, bu açık 1.21 trilyon Dolar’ı bulmuş durumda...

Bu açığa konu olan, ülkeler ve birlikler sıralamasına bakılacak olursa ilk sırada 295.4 milyar dolarla Çin; 235,6 milyar dolarla Avrupa Birliği; 171.8 milyar dolarla Meksika; 123.5 milyar dolarla Vietnam ve 86.7 milyar dolarla İrlanda geliyor...

Ve diğer ülkeler bunların ardından sıralanıyor...

Bu açığın kapatılması konusunda ciddi adım atan Trump yönetiminin hedef aldığı bazı ülkeler ve tarifler ise şöyle:

Avrupa Birliği, yüzde 20; Çin, yüzde 34; İngiltere yüzde 10; Vietnam, yüzde 46; Tayvan, yüzde 32; Japonya, yüzde 34; Hindistan; yüzde 26; Endonezya, yüzde 32; Malezya; yüzde 24; Kamboçya, yüzde 49.

Küresel ticaret savaşı

Washington’da yapılan dünkü açıklamanın ardından, ekonomistler tarafından yayılan ve yaygınlaştırılan ilk algı hiç kuşku yok ki, “küresel ticaret savaşının ivme kazandığı” yönünde.

Çeşitli borsalarda yaşanan gerileme de bunun bugünlerdeki göstergesi niteliğinde...

Ticaret savaşının artmakta olduğu hususunda, doğruluk payı yok değil...

Ancak, Washington’dan gelen açıklamanın hedef aldığı ülkeler sadece, Trump yönetiminin rakip olarak gördüğü örneğin Çin, AB gibi ülke ve bölgesel birlikler değil.

Aynı zamanda Japonya’dan Singapur’a ve ASEAN’a değin ülke ve bölgeler de gümrük tarifeleri artışından -en azından şimdilik teorik olarak- nasibini almış gözüküyor.

Bu gelişmeye dair dipnot, açıkçası Trump’ın dünkü açıklamasının detaylarında saklıydı...

Trump, “konu ticaret olduğunda, pek çok örnek dostun düşmandan daha kötü olduğunu gösteriyor” anlamına gelen açıklamasıydı...

İlginçtir yukarıdaki ülkeler arasında Rusya bulunmuyor...

İki alan

Başkan Trump’ın dün yaptığı açıklamanın iki temel alanı bulunuyor...

Ticaret bakanı Scott Bessent’in dile getirdiği üzere, ilk grupta yer alan ülkeler ABD mallarına gümrük vergisi uygulayan ülkelere yönelik karşı hamle.

İkincisi ise, özellikle bir alana yani, otomotiv sanayine yönelik ve ABD ilgili ülkelerden gelen emtiaya yüzde 25’lik gümrük vergisi uygulamaya bugün itibarıyla başlamış durumda.

Gümrük vergisi artırımı karşısında çeşitli ulus-devletler birbirinden ayrışan tepkilerle gündeme geliyor.

Bazı ülkeler, -örneğin Çin, benzer şekilde karşılık vereceklerini ilân ederken, diğer bazıları -örneğin Tayvan, ABD ile ticari ilişkilerinde ABD yönetiminin yanlış ve hatalı değerlendirmede bulunduğuna vurgu yaparak sitem ediyor.

Diğer bir bölüm ülke ise, -örneğin Japonya, ABD’ye küresel sorumluluğunu hatırlatma adına ortaya konulan gümrük tarifesi göstergelerinin ve yaptırımlarının, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) kriterleriyle çelişip çelişmediğini gündeme taşıyor.

Bugünden başlayarak ilgili ülkelerin Washington’un kapısını çalmaya başladıkları ortada.

Aslında, Trump’ın ilân ettiği gümrük tarifelerinden hedeflerinden birini de bu oluşturuyor...

Yani, yüksek gümrük tarifesi ilânıyla, ilgili ülkeleri masaya çekmek ve nihayetinde, ABD’nin yararına olacak şekilde tarifelerde indirime gitmek olacak.

ABD yönetimi, böylece bir yandan gelirlerde artışa giderken, aynı zamanda ilgili ülkelerden ABD topraklarında yatırıma teşvik ile bir başka ekonomik kazanım elde peşinde olacaktır.

Küresel yeniden yapılanma

Özellikle, son tepkinin dikkatle değerlendirilmesinde yarar var...

Trump yönetimi, küresel kamuoyuyla ve ulus-devletlere blöf yapmıyorsa, ki yapmadığını önce 2016-2020’de ve ardından, son iki buçuk aylık ikinci başkanlık sürecinde bugüne kadar ortaya koymuş durumda, küresel ekonomi sisteminin ve de bununla doğrudan ilintili olarak, siyasal sisteminde önemli değişimlerin kapıda olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bunun tarihsel örneklerini, en azından son iki yüzyıllık sürece bakarak bölgesel ve küresel çapta yaşananlara göz atarak anlamak mümkün.

‘Önce Amerika’ söyleminin, tam da bu çerçeveye oturan, varoluşsal bir ekonomi-politik yapısı bulunuyor.

Bu çerçevede, Washington’dan gelen haberler, Trump’ın küresel ticaret sistemini doğrudan ve derinden etkilemesi beklenen açıklamasının öyle günü birlik alınan bir karara tekabül etmediğini gösteriyor.

Öyle ki, Beyaz Saray sözcüsü Leavitt yaptığı açıklamada, başkan Trump’ın gayet profesyonel bir danışmanlar grubuyla çalıştığını ve bu grubun, ABD ile diğer ülkeler arasındaki ticari ilişkileri on yıllardır yakından takip eden isimlerden oluşması ortada ABD adına tutarlı bir duruşun ve meydan okuyuşun olduğunu doğruluyor.

Entellektüel yarık

Trump küresel kamuoyunu doğrudan ilgilendiren açıklamasının başlığını ise, ‘Özgürlük Günü’ koyması ortada gayet önemli bir siyasal ve entellektüel yarığın olduğunu gösteriyor.

Bu söylemin, yabana atılır bir yanı bulunmuyor...

Aynı zamanda, bu ve benzeri söylemlerin Trump yönetimince aylar öncesinden duyurulan ‘Önce Amerika’ kavramsallaştırmasının kilometre taşları olduğunu ifade etmeliyiz.

Bu ‘milli slogan’ın gümrük vergileri tarifine konu olan aşağı yukarı tüm ülkelerde benzeri bir ‘milli’ duruşun ortaya çıkmasını tahmin etmek güç değil.

Trump yönetiminin, Şubat ayında Meksika ve Kanada’yı hedef alan ilk gümrük vergisi artırımına yönelik açıklamasının ardından her iki ülkeden benzer tepkiler gelmişti.

Washignton’dan gelen dünkü ilândan saatler öncesinde yine Kanada başbakanı Mark Carney “Kanadalı üretici ve işçileri ezdirmeyiz” anlamına gelen açıklamada bulunmuştu...

Süreçte, Meksika ve Kanada arasında kayda değer bir yakınlaşmanın olması benzer saflarda olan ülkelerin birlikte hareket edeceklerini de ortaya koyuyor.

Bu hususa daha önce de değinmiştik...

Bunun en son örneğine, 30 Mart Pazar günü Güney Kore’nin başkenti Seul’de, Çin, Japonya ve Güney Kore endüstri ve ticaret bakanlarının katımılıyla yapılan ve bu üç Doğu Asya ülkesi arasında var olan serbest ticaret anlaşmasının güçlendirilmesi konusundaki kararlılık ve anlaşmada tanık olmuştuk.

Trump yönetiminin ABD merkezli ticari ilişkileri yeniden yapılandırma politikası karşısında ilgili ülkelerin nasıl hareket edeceklerine önümüzdeki günlerde tanık olacağız.

ABD karşısında, tek tek ülkelerin yalnızlaşma eğiliminden ziyade, aralarında var olan ticaret anlaşmalarını güncelleyerek yeni bir yol haritası çizeceklerini söylemek mümkün.

https://guneydoguasyacalismalari.com/trumpdan-hegemonik-soylem-hegemonic-discourse-from-trump/

2 Nisan 2025 Çarşamba

Doğu Asya ekonomilerinden küresel belirsizliğe cevap / East Asian economies respond to global uncertainty

Mehmet Özay                                                                                                                             01.04.2025

Ticaret savaşları olgusu, son aylarda giderek yükselme eğilimi gösterirken, bugünlerde Doğu Asya’da olağandışı bir gelişme yaşanıyor...

Geçtiğimiz Pazar günü Seul’de Çin, Japonya ve Güney Kore arasında yapılan üst düzey görüşmeler sonrasında, üç ülke arasında var olan serbest ticaretin güçlendirilmesi kararı çıktı.

Küresel belirsizlik ortamında sürdüğü ve giderek yaygınlaşma eğilimi gösterdiği bir ortamda, sadece birbiriyleriyle rekabetleriyle değil, ABD ile ilişkileri noktasında da ciddi ayrılıklar olan Çin ile Japonya ve Güney Kore arasında gerçekleşen söz konusu bu gelişmeyi, alternatif bir yaklaşım olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

Seul’den alternatif

Çeşitli çalışmalarda ortaya konulduğu üzere, günümüz küresel toplumunu tanımlamada, ‘belirsizlik’ en çok başvurulan bir kavram olduğuna kuşku yok.

Özellikle, ABD’de ikinci Trump yönetiminin, Amerika-merkezli siyaset ve ticaret sürecini ortaya koyduğu ve bu anlamda, küresel hegomonik bir yaklaşım sergilediği son iki ayda, belki de karşılaşılan ilk önemli ve alternatif gelişme Seul’den geldi.

30 Mart günü, Güney Kore’nin başkenti Seul’de Güney Kore Endüstri ve Enerji Bakanı Ahn Duk-geun, Japonya Endüstri Bakanı Yoji Muto ile Çin Endüstri Bakanı Wang Wentao’nun katımılıyla yapılan toplantıda, üç ülke arasındaki serbest ticaret anlaşmasının geliştirilmesi ve bu çerçevede “öngörülebilir bir ticaret ve yatırım ortamının yaratılması”konusunda anlaşmaya varıldı.

Doğu Asya’nın kalkınmış ekonomilerini temsil eden bu üç ülke arasında, son beş yılın en önemli gelişmesi olarak dikkat çekilen bu toplantı, küresel belirsizliğe Doğu’dan bir cevap olarak anılmayı hak ediyor.

ABD’ye muhalefet (mi?)

Seul’deki toplantının, Çin gibi ABD’nin en üst düzeyde küresel rakibi ile Japonya ve Güney Kore gibi ABD’nin Asya-Pasifik’de iki önemli siyasi ve ekonomik müttefiki arasında gerçekleşmesini yakından takip etmek gerekiyor.

Toplantı çerçevesinde Güney Kore Endüstri ve Enerji Bakanı Ahn Duk-geun, küresel ekonomide yaşanan ciddi kırılmalara dikkat çekerek, “... üç ülke, karşılaşılan küresel meydan okumalara karşı ortak hareket etmeli” açıklamasını oldukça önemli bir gelişme olarak değerlendirmek gerekiyor.

Özellikle, ABD ile Çin arasında ticaret açığı üzerinden gelişme gösteren ve özellikle, ABD yönetimi tarafından jeo-politik boyutları da içinde olacak şekilde önemli ekonomik kararların alınması, alternatif arayışlarını da beraberinde getirmiş durumda.

Öyle ki, yeni bir tehdit olgusu olmakla kalmayan, aynı zamanda gayet ciddi anlamda bir savaş nedeni olarak dikkat çeken ‘ticaret savaşları’ ve bu sürecin dinamiklerinin tetiklemesiyle yeni savunma süreçlerinin ortaya çıkması karşısında, dünyanın farklı bölgelerinde alternatif arayışları da kendini hissettiriyor.

Çin, Japonya ve Güney Kore arasında mevcut serbest ticaret anlaşmasının güçlendirilmesi ve küresel belirsizliklere birlikte karşılık verilmesi kararını bu anlamda değerlendirmek mümkün.

Çin’i sindirme

ABD ile Çin arasında gelişme göstermekle birlikte, sürecin bugün çok daha net bir şekilde anlaşıldığı üzere ABD’nin sadece, Çin’le olan ticaret açığı oluşturmadığı da ortaya çıkmış durumda.

Öyle ki, ABD’de başkan Donald Trump, 20 Ocak’tan bu yana ortaya koyduğu politik açılımlar ve kararlarla Çin’den önce yanı başındaki iki komşusu, yani Meksika ve Kanada’yı hedef alan ve gümrük tarifelerinin yeniden ve artırılarak düzenmeleriyle gündemi belirlemektedir.

Çin’in ikincil konumda kaldığı intibaını veren bu süreci doğru değerlendirmek gerekir. Buna dair bazı görüşlerimi geçen bir iki ay içerisinde ortaya koymaya çalıştım.

Tüm bu süreçlerin Çin’i, -biraz abartıyla da olsa, kendi ulusal sınırları içine hapsetmeyi, öz güvenini yitirmeyi hedefleyen bir tür ekonomik ve psikolojik mücadele halini geldiğine kuşku yok.

Son kırk yıllık ekonomik kalkınma ve modernleşme süreçleriyle, dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelen Çin’in, Washington’da alınan kararlarla, bir günde veya kısa sürede diz çöktürülebilecek bir yapı da olmadığı görülmesi gerekiyor.

Bu yönde Çin’den gelen ilk işaretler, gayet temkinli ve olan biteni anlayıp rasyonel politikalar geliştirmeye matuf olduğunu gösteriyor.

Bunun belki de, bölgesel anlamda ilk açılımını Doğu Asya’nın üç önemli ülkesi, Çin, Japonya ve Güney Kore arasında 30 Mart’ta yapılan görüşmeler sonrasında, üç ülke ticaret bakanı serbest ticaretin güçlendirilmesi konusunda anlaşmaya vardıklarını açıklamaları oldu.

Umut ışığı

Güney Kore’nin başkenti Seul’de yapılan üç ülke ticaret bakanının iştirak ettiği toplantı, bu anlamda, son birkaç aydır küresel belirsizlik ve tehditler karşısında Doğu’dan gelen bir umut ışığı olarak anılmayı hak ediyor.

Bu ifadede, bir abartı olmadığını belirtmek isterim. ‘Umut ışığı’ndan kasıt, ABD’nin ticari ve ekonomik ilişkilerde son iki aydır sergilemekte olduğu ve vazgeçmek eğiliminden öte, giderek daha da derinleştirme hedefine sahip olduğunu gösteren gelişmeler karşısında Doğu Asya’nın kalkınmış üç ülkesinin ortaya koyduğu yaklaşımdır.

Bu noktada, Pekin yönetiminin tarihsel ve geleneksel olarak -kelimenin en hafif ifadesiyle ‘rakip’ olarak gördüğü Japonya ve yanı başındaki komşusu Güney Kore ile ticari ilişkilerin geliştirilmesi konusunda vardığı anlaşma tarihi bir önem arz ediyor.

Belki de, pek çok kesim tarafından Çin’den beklenmeyecek ya da Japonya ve Güney Kore gibi ABD ittifakı iki ülke yönetiminden beklenmeyecek bir hamle olarak okunması ve değerlendirilmesi gereken bu çıkışı, doğru değerlendirmek gerekir.

Bunun yanı sıra, bu çıkışı takip eden hem, Asya-Pasifik bölgesinde ve hem de, farklı bölgelerde benzeri açılımlarla karşılaşabileceğimizi de söylemek büyük bir iddia olmayacaktır. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/dogu-asya-ekonomilerinden-kuresel-belirsizlige-cevap-east-asian-economies-respond-to-global-uncertainty/

30 Mart 2025 Pazar

Sahtekârlık üzerine bazı düşünceler / Some thoughts on fraud

Mehmet Özay                                                                                                                             30.03.2025

Sahtekâr olmak...

Bireysel ve toplumsal yaşamın odağında yer alan ve kimi zaman görmezden gelinen, kimi zaman göze batacak şekilde ortaya konulan bir olgu...

Hangi kriterlerle, olgularla ve değerlerle hareket edileceğinin eyleyicisi tarafından, pek de sorgulanmadığı bir alandır sahtekârlık.

Sahtekâr olmak

Belki, “İnsan niçin sahtekâr olur?” sorusuyla başlamak ve buna verilebilecek olası cevaplarla ortaya, anlaşılır bir tanımı veya buna yakın bir görüşü koymak mümkün.

Bunun ardından, hangi eylemin, düşüncenin vb. sahte olup olmadığı, ve/ya bu eylem ve düşünceleri ortaya koyanların, sahtekâr olup olmadıklarını tartışmak mümkün olacaktır.

Maddi manevi çıkar ilişkileri mi; toplumsal bir statü kazanımı mı; gelecek kaygısı mı; aileden, ait olunan toplumsal yapıdan vb. miras alınan olumsuz özelliklerin istenç dışı yansıması mı vb. Hangisi acaba?

Yoksa kadim dönemde yaygın olduğu anlaşılan deyişle, “kötü bir ruha” sahip olmanın, birey üzerinden gündelik ve pratik yaşama yansıması mı?

Bunlardan hangi tür ilişki, düşünce biçimi, pratiği bize bireyin ve toplumun sahtekârlıkla bağının olduğunu gösterir?

Evet, insan niçin sahtekâr olur, niçin sahtekârlığa meyl eder?

Fıtrat’ı çarpıtmak

Sahtekâr kişi, yaptığı işi, düşünceyi, duyguyu sorgulamak bir yana, kendinde haklılık payını sürekli öne çıkartacak şekilde, bir yanlış akıl yürütme, bir yanlış yorumsamada bulunmanın da eşliğine ihtiyaç duyar.

Bununla birlikte, eyleyicinin dışında ve ötesinde, evrensel kabulle, içselleştirilmiş bilgiyle, sezgilerin gücüyle, vahyi inanç unsurlarının verileriyle vs. bir eylemin, düşüncenin, hareketin ve görüşün sahte olup olmadığı ya da sahtekârlıkla ilişkisinin bulunup bulunmadığı anlaşılabilir.

Yukarıda dikkat çektiğim evrensellik olgusu, İslami terminoloji ile yeniden ele alıp değerlendirilecek olursa, insan fıtratının ve fıtratın kendini hissettirdiği insan tekinin ve de toplumun, duyuş, düşünüş ve aklediş biçimlerince sahtekârlığa tekabül eden hususları, hiçbir şekilde kabul edilemeyecek olgular şeklinde anlamak mümkün olacaktır.

Gündelik yaşamın en basit, en sıradan, dile söze gelmeyecek kadar önemsiz işlerinden ülke yönetimine ve uluslararası ilişkilere; iş çevrelerine; dini inanca, bağlılıklara ve pratiklere; akademi ve yayın dünyasına; bireysel arkadaşlık ilişkilerine ve aile bağlarına kadar insan ve toplum ilişkilerinin her alanının içinde yer alabileceği bir kavram sahte ve sahtekârlık...

Sahtekârlığı kısaca iki alan üzerinden ele almak mümkün gözüküyor...

Birinci evre

Gündelik yaşam içerisinde çoklukla karşımıza çıkan ve ‘maddi’ ilişkiler olarak tanımlanmaya çalışılan yapılar öne çıkar veya çıkartılır.

Bu maddilik açıkçası, insanın bir yandan acziyetiymişcesine ortaya konulurken, öte yandan bir tür mazeret oluşturmanın da vesilesi kılınır.

Ve bu ikili yapı içerisinde kendini, eylemini, düşüncesini ortaya koyan insanın sahtekârlığa tevessül etmesi pek de yadırganmaz.

Öyle ki, bu maddiliğin bizatihi ve de doğrudan sürekli olarak bir tür ‘kazanımı’, ‘üstün gelmeyi’, ‘başarmayı’ vb. sürekli gündeme taşıması, bu tür eylemler içerisinde yer alan bireylerin, gizli/açık sahtekârlığa başvurmasını gerekçelendirir ve meşru kılar.

Bu durum, ilgili eylemini, düşüncesini, duygusunu sahtekârlık bağlamında sergileyen kişinin bu anlamda sahtekâr olup olmadığı bile sorgulamaya değer görülmez.

Nihayetinde ortada var olan ‘maddi bir ilişki’dir.

Ve bu noktada gündelik söylemlerde ‘pragmatiklik’, ‘el çabukluğu marifeti’ ile günü kurtarma, var olan ortamdan kazanımla çıkma vb. şekilde anlaşılabilirliğinin yanı sıra, sahtekâr olmama durumunda ‘oğlum, aptal mısın sen’, ‘enayi misin sen’ veya ‘bak, herkes yapıyor’ türünden eş, dost, akrabanın ya da kamusal alanı kontrol eden örneğin her türünden medyanın saldırılarına maruz kalmama adına girişilen sahtekârlıklardır. Bunu birinci evre olarak görmek mümkün.

İkinci evre

Bunun dışında, insan tekinin varoluşunu anlamlandıran ikinci evre olarak anlaşılmaya müsait öteki insan tekleriyle girilen ve adına, toplumsal denilen yapılar, ağlar, ilişkiler denilen süreçlerde ortaya konulan duruş, düşünüş ve eyleyişle alâkalıdır.

‘İnsan-insan ilişkisi’ olarak da sembolleştirilebilecek olan bu toplumsal yapı içerisinde bireylerin, ne tür temeller üzerinden ilişkilerini geliştirecekleri önemlidir.

Burada, sosyolojik anlamda bir siyasi düşünce, bir felsefi bakış açısı, bir ahlâki tutum, bir dini bünyeye mensubiyet vb. önemli olgular olarak dikkat çeker.

Bununla birlikte, bu kayda değer ve hatta vazgeçilmez temellere rağmen, sahtekârlık olgusunu içinde barındıran tüm eylem, düşünce ve duygu oluşumlarının varlığına, bu temellere sahip olan fertlerde karşılaşılması da bir tür tenakuz olarak nükseder.

Adı ne olursa olsun, öğretinin yanlışlığından ziyade, öğretiye kendini adadığını varsayan kişinin öğretisini çeşitli boyutlarda manipüle etmesiyle belirginleşen bir durum gözlemlenir.

Herhangi bir öğretiyle kendini konumlandıran kişi ulvilik, yücelik, erdemlik, kutsallık vb. kavramlar, soyut ve/ya kitabi temellerine, söylemde dile getirilmelerine karşın düşüncede, duyguda ve pratikte her daim paranteze alınabilecek unsurlara dönüşebilirler.

Yukarıda dikkat çekilen her iki halde, insan tekinin önce maddeyle ve ardından, kendi benzeri olan öteki insan tekleriyle sosyolojik ilişkinin her safhasında sergilediği davranış, tutum, düşünce, duygu süreçlerinin içinde barındırması gereken ve/ya beklenen doğru, hak, adil vb. kavramlarla arasına mesafa koyması karşımıza sahtekârlığı çıkarır.

Sahtekârlığın göze batmaması, rahatsızlık vermemesi, eylemlerini bu hâl üzere sergileyenlerin sahtekarlığı içselleştirmeleri kadar, toplumsal normlar, değerler, inanışlar vb. olarak da gözardı edilebilirliğine tekabül eder.

 https://guneydoguasyacalismalari.com/sahtekarlik-uzerine-dusunceler-some-thoughts-on-fraud/

28 Mart 2025 Cuma

ABD ve Rusya kıskacındaki Avrupa / Europe in the grip of the U.S. and Russia

Mehmet Özay                                                                                                                            27.03.2025

ABD’de, kabinenin önemli üyeleri arasında son günlerde tartışma konusu olan ‘paylaşım’ sadece, bir yönetim kirizine işaret etmiyor.

Bunun dışında, Avrupa’nın ABD’nin ve Rusya’nın kıskacında olduğunu çok daha belirgin bir şekilde ortaya koyuyor.

Bu durum, Atlantiğin iki yakasında birinci Trump döneminde yani, 2016-2020 yıllarında yaşanan gerginliğin, bugün çok daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmakta ve gelişmekte olduğuna işaret ediyor.

Avrupa’nın kıskaçta oluşunun emareleri, Trump’ın geçen yıl daha seçim kampanyası döneminde Ukrayna’da devam eden savaşla ilgili verdiği mesajlarla kendini ortaya koyuyordu.

Hutsiler ve ötesi

ABD’de, başkan yardımcısı JD Vance, savunma bakanı Pete Hegseth, dışişleri bakanı Marco Rubio, ulusal güvenlik danışması Michael Waltz, ulusal istihbarat şefi Tulsi Gabbard ve Trump’ın baş danışmanı Stephen Miller’in bulunduğu grupta, Yemen’deki Hutsilere yönelik saldırıyı konu alan paylaşım üzerinden gündeme gelen kriz, sadece ilgili paylaşım sürecinde yer alan kabine üyelerinin beceriksizliğiyle sınırlı değil.

 

Paylaşımın askeri içeriğinden öte, Hutsileri niçin hedef alacağı konusu ve bu çerçevede, ABD-Avrupa ilişkilerinin askeri boyutuna dikkat çeken bölümü küresel güvenlik, askeri ittifaklar gibi alanları etkilemeye matuf bir alanı oluşturuyor.

Bu durum, bugüne değin şu veya bu şekilde ortak hareket etmiş olan ABD ve Avrupa’lı müttefiklerinin arasının açılmasıyla sınırlı değil.

Beceriksizlik (mi?)

ABD’de, Pazartesi gününden bu yana konuşulan mesaj krizine dönecek olursak...

Mesaj paylaşımının bir kriz mi yoksa, yoksa adı geçen gazeteciye bilinçli olarak gönderilmiş ve kamuoyu oluşturmaya matuf bir yönümü olduğu sorgulamaya açık...

İlk elde ve temelde adı geçen kabine üyeleri ve devlet yetkililerinin devlet tecrübesi ve ciddiyetinden uzak olduğuna kuşku yok...

Ancak, Avrupa’ya yönelik ciddi eleştirilerin yer aldığı içeriği yabana atmamak gerekiyor.

Vance’in “özellikle Fransa ve İngiltere’ye atıfta bulunarak Avrupa’daki ittifaklarının son 30, 40 yılda herhangi bir savaşta yer almadıkları” yönündeki suçlaması üzerinde kısaca durmak gerekir.

Çeşitli basın organlarında yer aldığı üzere bu kısa mesajın tarihsel doğrulukla bağdaşmadığı ortada.

Ortada Irak ve Afganistan örnekleri bulunduğu halde, başka yardımcısı, Avrupa’yı veya Avrupa’daki müttefiklerini hedef alma adına Vance’ın tarihi gerçekliğe muhalif çıkışının kabul edilebilir bir yanı bulunmuyor.

Bununla birlikte, Vance’ın yaklaşımının ABD’de bir süredir gündemde olan bölgesel ve küresel güvenlik paradigması değişimine gizli-açık vurgu yaptığını söyleyebiliriz.

2. Dünya Savaşı’nın kazananı ve ardından, küresel dünya impataroluğu ilanıyla öne çıkan ABD’nin yüzyılın geri kalanında, biraz abartıyla da olsa, teknik ve askeri kapasite anlamında pek de kimseye ihtiyaç duymadan askeri icraatlarda bulunması bizatihi ABD siyasi ve askeri aklının bir ürünüydü. Nihayetinde karşımızda bir ‘imparatorluk’ evresini yaşayan bir ABD bulunuyordu.

Bunun yanı sıra, 20. Yüzyılın ilgili dönemlerinde özellikle, Müslüman coğrafyalar olarak dikkat çeken bölgelere yönelik askeri operasyonları ve savaşları yürütmede ABD’nin bizatihi küresel yasalar zemininde sorumluluk paylaşımından ötürü Avrupalı müttefiklerine ihtiyaç duyduğunu ileri sürebiliriz.

Küresel sistemde değişim (mi?)

Gelişmeleri yorumlamaya sondan başlarsak...

Son üç yılı aşkın bir süredir Rusya’nın, Avrupa’nın göbeğinde sürdürdüğü işgal sürecinin, ne türlü gelişmelere yol açabileceği üzerinde durulmaya değer bir konu.

Savaşın başında bu yana, Kuzey Avrupa’daki küçük ulus-devletlerden başlayan ve ardından, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğiyle devam eden süreç, Kıta’nın önemli ülkeleri Almanya, Fransa ve İngiltere’de de hissedilmiyor değil...

Yaşanan gelişmelerin son üç yılla sınırlamak mümkün değil...

Öyle ki, bunun öncesinde ise, Rusya’nın Avrupa güvenliğini şu veya bu şekilde etkileyecek gelişmeyi, 2014 yılı Şubat ayında Kırım Yarımadası’nı işgaliyle ortaya koyduğu da tarihi bir gerçek.

Yaşanan gelişmeler, hiç kuşku yok ki, Avrupa’nın güvenliğinin giderek tehdit altında olduğunu ortaya koyuyor.

Bu noktada, “acaba ABD ve Rusya yeni bir küresel sistemi oluşturacak zemini mi oluşturuyorlar? sorusu akla geliyor.

Bu sürecin, fiziki ve de ilk kurbanı olarak Ukrayna dikkat çekerken, aslında temelde Avrupa Kıtası’nın veya Avrupa Birliği’nin hedef tahtası olduğuna dair emareler de yok değil...

Bugün gelinen nokta da ve de Vance’in kısa mesajının da ortaya koyduğu üzere ABD bölgesel ve küresel güvenlik konularında ‘daha demokratik’ bir eğilim tercih etmiş gözüküyor.

Bu eğilimin ‘demokratikliği’, haklar ve eşit paylaşım gibi normlarla ilgili lomaktan öte, ABD’nin yaşamakta olduğu ekonomik krizle ilgili.

Hatırlamakta yarar var...

Donald Trump, 2016-2020 yıllarındaki birinci başkanlık döneminde, NATO ile ilgili verdiği mesajlar gelişigüzel verilmiş değildi...

Bugün ikinci Trump döneminde, ABD’de hükümetin önge gelen bakanlarınca bu çıkış çok daha güçlü bir şekilde gündeme taşınıyor.

Peki bunun Avrupa sathında nasıl bir karşılığı olacaktır?

Bu durum, ABD’de Trump’ın ikinci başkanlık dönemiyle birlikte hem, ABD bağlamında ulusal hem de, küresel çapta yeni bir paradigmanın gündeme getirilişle bağlantılı olduğunu ileri sürebiliriz.

Bu paradigmanın, temel açılımlarını birinci Trump döneminde çeşitli ulusal ve de uluslararası politika örnekleriyle bizzat Trump vasıtasıyla ortaya konduğuna tanıklık etmiştir.

Pek çoz gözlemcinin hem fikir olduğu üzere Trump, ikinci dönem başkanlığına çok daha yüksek bir özgüvenle başlaması, 20 Ocak’tan bu yana geçen sürede ortaya koyduğu politikaların iddialığı, meydan okuyuşu vb. süreçleriyle gayet açık seçik ortadadır.

Bugün, söz konusu bu içerik ABD’yi temsil kabiliyetindeki kabine mensuplarından ve üst düzey bürokrasiden gelmesini doğru değerlendirmek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/abd-ve-rusya-kiskacindaki-avrupa-europe-in-the-grip-of-the-u-s-and-russia/

24 Mart 2025 Pazartesi

Amerika ile Endonezya arasında benzerlik var mı? / Are there any similarities between America and Indonesia?

Mehmet Özay                                                                                                                            24.03.2025

Geçen yıl farklı dönemlerde yapılan ancak neredeyse, birbirine yakın sayılabilecek tarihlerde başkanlık koltuğuna iki yeni ismin oturduğu Amerika Birleşik Devletleri ve Endonezya’daki bazı gelişmeler, iki ülke yönetimleri arasında değer bir benzerlik olup olmadığını sorgulamamızı gerektiriyor.

Açıkçası, yukarıda belirttiğim seçim süreçlerini bir başlangıç kabul ederek, ABD’de ve Endonezya’da son birkaç ayda yaşananlara göz atıldığında, iki ülke siyaseti arasında bazı benzerliklere dikkat çekmek istiyorum...

Trump ve Prabowo

ABD’de Donald Trump ve Endonezya’da Prabowo Subianto hükümetleri, daha birkaç aylarını doldurmuş olmalarına rağmen, sadece medyanın çeşitli organlarında değil, aynı zamanda meydanlarda da kamusal karşı çıkışlara konu oluyorlar...

Biri kalkınmış ülke ve süper güç niteliğiyle dikkat çeken ülke yani ABD; diğeri ise gelişmekte olan ülkeler sıralamasında yeri bulunan, ve bu bağlamda kimi açılımları sayesinde, ‘gelişmekte olan güç’ (emerging power) tanımlamasına muhatap kılınan Endonezya...

Bu temel hususiyetlere bakıldığında, bu iki ülkenin birbiriyle pek de kıyaslanamayacak karakteristikleri olduğuna işaret ediyor.

Ancak, iki ülkede mevcut başkan ve hükümetlere yönelik eleştirilerin temelinde, seçim vaatleri ile aradan geçen kısa sürede, bu vaatlerin yerini alan ve demokrasi ile çelişen farklı politikaların varlığı, bu iki ülkede kamusal tepkilerin ve bir ölçüde gelişmekte olan muhalif toplumsal hareketlerin varlığına temel teşkil ediyor.

Trump ve Prabowo yönetimleri altında ortaya konulan pratiklerin, adına demokrasi denilen yönetim biçimi ile çelişiyor olması ve diktatöryal olarak adlandırılması, hiç kuşku yok ki, en önemli ana benzerliği teşkil ediyor.

Sürecin en dikkat çekici boyutlarından biri hiç kuşku yok ki, Trump’ın ABD’de muhalif çevrelere yönelik alınabilecek her türlü politik karara imza atması ile, Prabowo’nun Endonezya’da kamuyönetiminde emekli askerleri ataması ve bu temayülün yasalaşmaya süreci, demokrasi pratiklerine yönelik engellemeler olarak kabul ediliyor.

Dünyanın en gelişmiş demokrasilerinden biri kabul edilen ABD ile Müslüman toplumların çoğunlukta olduğu ülkeler arasında demokrasi yönetimiyle dikkat çeken Endonezya’daki bu siyasi pratikler, bu iki ülkeyi tanımlayana ‘demokrasi’ kavramı ve içeriğiyle gayet farklılaşan bir sürecin ortaya çıktığına işaret ediyor.

New York’da ve Cakarta’da geçtiğimiz günlerde ve bugünlerde devam eden gösterilerin varlığı, memnuniyetsiz kitlelerin varlığına açık bir delildir.

Pasif tepkiler

Bunun yanı sıra, ortaya konulan tepkilerin aktifliği ve dinamikliği kadar, pasif yönelimleriyle ortaya çıktığına dair açılımlar gündeme taşınıyor.

Örneğin, ABD’de yaşanan ekonomik belirsizlikler, kısa aralıklarla farklılaşan politikalar, vb. süreçler nedeniyle borsa’da yatırımcılar farklı piyasalara yönelme eğilimi sergiliyor.

Endonezya’da ise halk, işsizlik ile yüz yüze kalmak ve/ya halen bazı iş kollarında istihdam edilmiş özellikle de, bir ölçüde, orta sınıf olarak adlandırılmaya aday kitleler ülkeyi terk ederek, yurt dışında belli ülkelerde çalışma arzusunu dillendiriyorlar.

Ekonomide açılım mı kapanma mı?

İki ülkeyi benzer kılan bir diğer önemli alan ekonomide karşımıza çıkıyor...

ABD’de, genişleyen ve kapsayıcı bir ekonomiden ziyade, içe kapanan ve daralan bir ekonomiye doğru gidiş öngörülürken, Endonezya’da bir önceki başkan Jokowi döneminin aksine, ekonomik yatırımlara yönelme konusunda çekingen tutum özellikle genç kitleleri tedirgin etmeye yetiyor.

Ekonomik darboğaz ABD kanadında, “Önce Amerika” sloganıyla şu veya bu ölçüde ‘aşırı sağ’ eko-politik uygulamaların hayata geçirilmesi sonucu ortaya çıkarken, Endonezya’da yönetim ve/ya kamu idaresinin oturmamışlığından kaynaklanan ve bunun doğal ve doğrudan uzantısı olan, genel itibarıyla ‘yolsuzluklar’ olgusu başat bir şekilde dikkat çekiyor.

Endonezya’da yaşanan ve artma eğilimi göstereceğini kestirmenin zor olmadığı kitle gösterilerinin temelinde, genç ve dinamik nüfusuyla dikkat çeken ülkede, ekonomik yatırımların ve büyümenin önünü açmak yerine, mevcut kaynakları kamuda, örneğin askerler gibi, belirli eller vasıtasıyla paylaşmaya yönelik bir tür tekelci eğilimi toplumsal tehdit olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Bu noktada, Endonezya’da ülkenin önemli şehirlerinde yaşayan orta sınıfların ayakta kalabilme yollarından birinin mevcut küresel ekonomik gerileme/duraklama süreçlerinin dışında ve ötesinde kökleşmiş bir zemini bulunuyor.

Yıllar öncesinden, Uluslararası İş Organizasyonu’nun (ILO), Endonezya yönetiminden çalışanların maaşlarını artırma konusunda adımlar atması talebinin, bugün için de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Nüfusları, coğrafi genişlikleri, demokrasi söylemleri ile biri batı’da diğeri doğu’da iki önemli ülke ABD ve Endonezya bölgesel ve küresel kamuoyuna ümit vaad edecek demokrasi pratikleri yerine, çeşitli alanlarda ortaya çıktığı ve gözlemlendiği üzere içe kapanmacı, korumacı, tekelleştirici politikalar ile kendi halklarından başlayarak ümitsizlik yayan bir sürece yöneliyorlar.

Her iki ülke kamuoylarında, farklılaşmanın ötesinde kutuplaşmanın egemenliği ve bunun yayılma süreci ortada var olan bu durumun, istenir ve kabul edilebilir olmadığına bir kanıt olarak karşımızda duruyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/amerika-ile-endonezya-arasinda-benzerlik-var-mi-are-there-any-similarities-between-america-and-indonesia/