Mehmet Özay 13.01.2023
Yüz yıllık geçmişi içerisinde Türkiye’de tarih çalışmaları ve bu çalışmaların uluslararası arenada ve özellikle de Doğu ve Güney toplumlarındaki yansıması üzerinde durulmaya değerdir.
Bu noktada, genel bir ifade olarak, Türkiye’de tarih çalışmalarının hem
ulusal hem uluslararası -özellikle de, ‘Doğu’ ve ‘Güney’ toplumlarına yönelik
anlama ve yorumsama çabaları, kuruluş yıllarından itibaren çeşitli boyutlarda
seyrettiğini söylemek gerekir.
Ancak bu uluslararası bağlama geçmeden önce, tam da bunun zeminini
oluşturan Türkiye içindeki gelişmeye kısaca bakmakta yarar var.
İlk olarak, resmi tarih oluşumuna zemin hazırlayan ve/ya başlangıcını
oluşturan erken Cumhuriyet dönemi tarih düşüncesi ve pratiği kendini, kadim
Türk tarihi ile yapılandırma gereği duyuyordu.
Bu yaklaşımın, salt Osmanlı Dönemi’nin bizatihi kendisine veya bu
siyasi-toplumsal yapının kendini ait hissettiği, içine doğduğu ve
devamlılığında rol aldığı İslam tarihi yapılaşmasına reaksiyon şeklinde ortaya
çıkan bir tutum olarak görmek mümkün.
Bunun yanı sıra, hayata geçirilen bu resmi tarih yönelimi, dönemin yani,
yeni ulus-devlet yapılaşmalarının benzeri toplumlarında erken örneği kabul
edilen yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde, söz konusu ‘ulus-devlet’inin ontolojik
zeminin inşa etmede başvurulan, zorunlu bir kaynak hükmünde kabul etmek de mümkündür.
Tıpkı, diğer benzeri ulus-devlet yapılaşmalarında zorunlu bir seçenek
olduğu gibi...
Öte yandan, yukarıda dikkat çekildiği üzere, yeni Cumhuriyet’in kurucu
unsurlarının tarihe rol biçme ve tarihten ontolojik bir zemin bulma yaklaşımını
reaksiyonerlik bağlamı, kendi başına bir bütünlük olarak kalmamıştır.
Aksine, bu yapı, benzer ancak farklı bir bağlamda yer alan bir diğerini
üretmiştir... Bu diğeri, kendini belli cemaatçi yapılarda gören
akademisyenlerin ulus-devletçi ve egemen tarih anlayışına yönelik tepkilerini
içermektedir.
Bu anlamda karşımıza, seküler ve/ya devletin kökleriyle irtibatlandırarak
söylersek ‘laik’ çevrelerin akademik bağlamda tarih’e dair sergiledikleri tutum
ve yaklaşımları karşısında, kendini Müslümanlık sınırlarında gören cemaat
yapılaşmaları ekseninden geliştirilen tutum ve yaklaşımlar çıkmaktadır.
Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nde -bugüne kadar geçen süre zarfında tanık
olunan varlığı çerçevesinde- gündeme gelen ve getirilen tarih algısı, ilgisi ve
yönelimi konusunda birbirinden farklı ve -doğal olarak- daha farklı reaksiyon
eksenli yaklaşımların varlığına işaret etmektedir.
Bununla birlikte, söz konusu bu birbirine rakip reaksiyoner bağlamların, birbirinden
farklı yaklaşımların, aynı toplumsal ve siyasal zeminde var olma mücadelesi
verdikleri de bir sosyal realitedir.
Tüm bu reaksiyonerliklerin savunmacı, ötekini reddedici, meşruiyet arayıcı vb.
olgular üzerinden varlık kazanma çabaları aslında, bu yapıların sözde içinde
yer aldıkları akademik ve entellektüel zemini genişletmek yerine aksine, daraltılmasına
neden olmuş ve olmaya devam ediyor.
Tabiri caizse, bir şekilde ‘pür’ akademik görünümlü ancak, siyasal kaplaşmanın
ve kapışmanın aracı konumuna indirilmiş söz konusu akademik çabalar ve bunları
şekillendiren yapılar ne genel anlamda uluslararası akademik, entellektüel çevre
ve sınırlar içerisinde kendine yer bulabiliyor, ne de kendi içerisinde ötekini
anlamada kayda değer adımlar atılabiliyor.
Burada ‘öteki’nden kasıt, yukarıda dikkat çekilen ve birbirine rakip olma
iddiasındaki -Türkiye’de ortaya çıkan- yapıların birbirine karşılık gelmesi
olduğuna şüphe yok... Bununla birlikte, burada ‘öteki’yle kastedilen bir başka
unsur daha bulunmaktadır.
O da, Türkiye siyasal ve toplumsal şartlarında doğan iki temel yapının ve -çeşitli
varyasyonlarıyla- her birinin Türkiye coğrafyası dışındaki toplumlardır.
Bu noktada, ilginç bir gelişmeye tanık olunmaktadır...
Türkiye toplumsal ve siyasal şartlarının oluşturduğu ve tarihten meşruiyet
sağlama iddiasındaki reaksiyoner tutum ve yaklaşımlar, dünyanın farklı
tarihsel, siyasal, kültürel ve toplumsal tercübelerine konu olan
coğrafyalarındaki toplumları anlama konusunda sergiledikleri kısırlıklarda
birleşmektedirler.
Kabataslak ifadeyle, bir yanda Osmanlı’yı tüm kötülüklerin anası kabul
edenler ile gerdan kıra kıra Osmanlıcılık yapanlar karşılaşmasına tanık olunuyor...
Çatışmanın tarafları olarak dikkat çeken bu yapıların, ulusal sınırların
ötesinde ve dışında da kısır döngüyü devam ettirecek bir yapı sergiledikleri
ortadadır.
Açıkça ifade etmek gerekirse, işin bir yanında, seküler ve laik tutumlarla
tarihe yaklaşan çevrelerin Doğu ve Güney toplumlarını anlamada çekinik tutum
sergilemeleri yer alır.
Öte yanda ise, çeşitli cemaatçi yapıların -ki, bunun en iyi temsilcisi
yakın zamana kadar küresel temsiliyet kazanarak, Türkiye’ye kafa tutan yapı
olduğu aşikârdır-, bu coğrafyalar üzerinde sergiledikleri ve uzantısı olan
sözde akademik çevrelerin ve çabaların bir tür Osmanlıcılık üzerinden üstünlük
kompleksi sergilemeleri yer alır.
Bu kısır yapılaşmanın yol açtığı ve bugüne kadar da pek de aşılamadığı
görülen zaafiyetin kendini ortaya koyduğu önemli alanlardan biri, dünya
tarihinin önemli evrelerinin gerçekleştiği Doğu ve Güneydoğu Asya toplumlarının
tarihlerine bigâne kalmada kendini ortaya koyar.
Bu bölgelere dair araştırma yaptığı gözlemlenen kimi ‘akademik’ çevrelerin
de, yukarıda dikkat çekilen ve ulusal boyutta kendini ortaya koyan yapılaşmadan
ari olmayan bir tutuma sürüklendiğini söylemek kanımca yanlış olmayacaktır.
Gerek kendini seküler ve laik çevrelerde gören, gerekse cemaatçi yapıda
görenler arasındaki bu benzerlik, Türkiye coğrafyası ve toplumsalı sınırlarında
başlayan reaksiyon tutum ve davranışların, -kaskatı bir şekilde-
içselleştirilmiş olarak öteki toplumlara özellikle de, ilgi alanımız olan Doğu
ve Güney toplumlarına yönelik tarihsel algı ve anlama çabasına sirayet etmiş
olmasıdır.
Aslında, böylesi bir içselleştirilmişlikle donanmış kişilerin
sergiledikleri akademik çabaların, kelimenin hakiki manasında ‘akademik’ ve
‘bilimsel’ bağlama tekabül etmediğini söylemek yanıltıcı olmayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder