Mehmet Özay 24.07.2022
Üniversite sınav sonuçlarının açıklanması, yeni bir maratonun başlaması anlamı taşıyor…
Sınavda alınan
puanlarla, hangi üniversitenin hangi bölümünde öğrenim görme imkânı/şansı
bulunacağı meselesi hiç kuşku yok ki, öğrenciler ve aileleri için gayet önemli
bir durum.
Bununla
birlikte, kendinde bir öğrencinin bu konuda çoktan karar verdiği düşünülebilirse
de, çoğu öğrencinin kararsızlığı, aile yönlendirmesi veya baskısı, arkadaş
sevgisi veya sevdalısı olma vb. değişik faktörlerin, öğrencilerin üniversite ve
bölüm seçimlerinde etkin olduğuna tanık olunmaktadır.
Çıkarcı
ve kapitalist eğilim
Üniversite ve
bölüm seçiminde bir diğer dikkat çekici faktör ise, giderek neredeyse her yüksek-öğrenim
kurumunu içine alacak şekilde yaygınlaştığı görülen, çeşitli içerikleriyle burslardan
yararlanabilme arzusudur…
Öyle ki, sadece
bu arzuyla bile üniversite ve/ya bölüm seçen öğrencilere rastlamak bile
mümkündür…
Bu durum, hem
yüksek-öğretim kurumları özellikle de ‘özel’ üniversiteler, hem de öğrenciler
ve veliler açısından ödüllendirme bağlamı öne çıkartılsa da, bunun arka
plânında çıkarcı ve kapitalist bir ilişki türünün olduğu da oldukça yaygın bir
durumdur.
Bu noktada, öğrencilerin
üniversite ve bölüm seçimleri medyanın çeşitli kollarında öne çıkartılırken,
adına artık pek de ‘vakıf’ denemeyecek hüviyetleriyle gündeme gelen ve aslında
tam da, “özel” sıfatıyla anılması gereken yüksek(!)-öğretim kurumları -veya
daha önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz üzere, ‘üniversite’ yerine ‘yüksek
lise’ olarak adlandırılmayı hak edecek bir düzey belirlemiş olan bu kurumlar- çeşitli
tahrik edici, mitsel içerikli sloganlar ve bunlara eklemlenen maddi sumunmalar
ve hediyelerle kapılarını yeni müşterilerine açıyor.
Bu durum,
yüksek-öğretim amaç ve ilkeleri, ne tür ilmi faaliyetler ortaya konması, nasıl
bir öğrenci yetiştirilmesi ve topluma ne tür bir birey kazandırması vb.
soruların gündeme pek de getiril/e/mediği bir yapının varlığın işaret ediyor.
Haddi zatında olan biten bu durum, üniversite/’yüksek lise’ pazarı veya
panayırı adıyla anılacak bir garabeti içinde barındırıyor.
Tercih ve
anlam
Bu noktada, üniversite
tercih günlerinin yaşandığı şu günlerde toplumun neredeyse önemli bir bölümü bu
sürecin bir yerinde kendine yer buluyor.
Böylesine önemli
bir konu kamuoyu önünde varlığını ortaya koyarken, yüksek-öğretimin ne anlama
geldiği; öğrencilerin yüksek-öğretim kurumlarından beklentileri; genel
itibarıyla yüksek-öğretim özelde bu yapı içerisinde özgün bir yeri olması
beklenen ve adına ‘araştırma’ üniversiteleri denilen kurumların, ‘hangi
öğrenciyi ve niçin seçmesi’ gerektiği vb. konular gündemde tartışılması
gerekir.
Tuhaf
başlık!
Yukarıda dikkat
çekilen sürecin önemine ve popülaritesine kuşku olmamakla birlikte, yazının
başlığında bir tuhaflık da sezilmiş olmalı diye düşünüyorum.
Tuhaflığın,
öğrencilerin üniversite tercihi yapması yerine aksine, bilim üretim merkezi
olması beklenen yüksek-öğretim kurumlarının söz konusu bu vasfına uygun şekilde
öğrenci seçmesi beklentisi olduğu düşüncesini gündeme getirmemekten
kaynaklandığı söylenebilir.
Evet, bu anlamda
doğru… Yazının başlığı ve vermek istediği mesaj tam da bu.
Bu husus, sadece
öğrencinin girdiği sınav türünden aldığı puanı dikkate almakla yetinmeyen
aksine, üniversite yönetimlerinin, fakülte ve bölüm sorumlularının kendi
uzmanlık alanları ve eğilimlerine uygun şekilde, bilimi, bilimsel faaliyeti ve
bilimsel üretimi öncelleyen koşullarla öğrenci seçimi yapması anlamına gelir.
Bu yaklaşımı, ‘bilimsel
ahlâk’ ve ‘bilimsel disiplin’in ilk etabı olarak görmek herhalde yanlış
olmayacaktır. Özellikle de, üniversite adının önünde ‘araştırma’ sıfatını
taşıyan kurumların, bu konuda öncü rol oynaması beklenirken, aynı zamanda bu
kurumların söz konusu bu alanda ne türden mesafeler kaydettikleri meselesi de,
bir o kadar ‘araştırılmaya’ muhtaç bir konudur.
Şayet ‘araştırma
üniversitesi’ olgusu, sadece Batılı ülkelerdeki muadillerini taklitten ibaret değilse;
araştırma olgusu ve yaklaşımı, bu kurumlara dışardan zorla giydirilmemişse;
kurumsal popülariteye endekslenmiş bir anlayışa tekabül etmiyorsa, hiç kuşku
yok ki, söz konusu bu kurumların üstlendikleri ‘araştırma’ sıfatını hak
edebilmelerinin şartlarından biri de, öğrenci seçiminde kendini ortaya
çıkmaktadır.
En azından, bu
konuda uygun bir tartışma zemininin gündeme getirilmesinde yarar var.
Bu durum, bize
üniversite öğretiminin ne anlama geldiği -ya da içinde bulunduğumuz durum
dikkate alındığında-, ne anlama gelmesi gerektiği üzerinde tartışma imkânı
sunmalıdır.
Üniversite-meslek
dikotomisi
Tam da bu
noktada, şu günlerde üniversite önlerinde kuyrukta bekleyen öğrencilerin kahir
ekserisinin, bu kitlenin ebeveynlerinin, yakın çevrelerinin ve hatta kapısında
bekledikleri kurumlarda öğretim görevlisi olan kitlenin önemli bir bölümünce
yüksek-öğretimi bir meslek edinme mekânı kabul ettiklerine kuşku yok.
Bu noktada,
yüksek-öğretim kurumları bilgilenme, bilginin peşinde koşma, bilgi üretme ve
paylaşma gibi fenomenlerin var olduğu mekânlar olmak yerine, öğrenciler ve de
ebeveynleri için hak edilip edilmemişliği sorgulan/a/mayan, salt sahip olunacak
beş yıldızlı diplomaların edinildiği ve bir an önce kapitalist dünyanın
kapısından içine girilebilmesi için hızla bitirilmesi gereken bir süreç olarak
algılanmaktadır.
Bu durum,
üniversite kurumunun ne anlama geldiğine dair sorgulayıcı bir tutum takınmamız
gerektiğinin ne denli aciliyet arz ettiğini ortaya koyuyor.
Öncelikle tartışmaya,
“acaba yüksek-öğretim kurumları meslek edinme kurumları mıdır?” sorusuyla
başlamakta yarar var. Bununla birlikte, söz konusu bu sorunun yüksek-öğretimi
de aşan bir boyuta sahip olduğuna kuşku bulunmuyor.
Öyle ki, ortaokul-lise
düzeyinde ‘meslek grubu okullarının’ varlığı ile yüksek-öğretimin meslek edinme
kurumları olarak algılanması arasında bir tezat kendini ortaya koyuyor…
Sorunun bir
başka boyutunda kalıplaşmış bir anlayış yattığını itiraf etmek gerekir. O da,
hakiki bir meslek sahibi, meslek erbabı olmak yerine, geçmişte adına diyelim
ki, ‘düz lise’ denilen yapıdan mezun olup, herhangi bir üniversitenin herhangi
bir bölümünü bitirdikten sonra, devlet kurumlarının birinde memur olarak
istihdamı da meslek olarak telâkki eden düşüncenin, bugün de azımsanmayacak bir
çevrede hakim olduğunu söyleyebiliriz.
Aslında, bu kısa
yazıda dile getirmek istediğimiz tam da bu husustur.
Yeni bir
yaklaşım ya da fenomenal değişim ihtiyacı
Burada temel bir
ayrışmanın ortaya konması gerekir…
Nihayetinde,
yüksek-öğretim kurumu bireyin ilgili bilim dallarında araştırma, yayın, akademik
etkileşim/işbirliği, bilimsel gelişmeye katkı vb. süreçlerde yer almasını
sağlar. Bunlar, gayet temel amaçlar ve gerçekleştirilmesi mümkün hedeflerdir.
Bu durumu teyide
veya kanıtlamaya ihtiyaç yok… Ancak illâ ki, kanıt aranacak ise, modern
zamanların ekonomik modernleşmesini gerçekleştirmiş ülkelerinde meslek edinimi
ile yüksek-öğretimin ilişkisi farklılaşmasına dikkat çekilmesinde yarar var.
Bir başka kanıt
ise, ülke olarak gerek sosyal/insani, gerek fen bilimlerine ne türden katkılar
yapıldığı ve ilgili alanlarda ne türden çığırlar açıldığına; bugün neler
yapıldığına ve yarın için ne gibi gelecek projeksiyonları sunulduğu vb.
sorulara/yaklaşımlara verilecek cevaplarda saklıdır.
Bunun dışında,
Türkiye ve benzeri gibi ülkelerin, kendi toplumsal gerçekliklerinden hareketle
yüksek-öğretim sorununa yeni açılımlar geliştirebilecek bir zemine sahip olması
gerekir düşüncesini, açık yüreklilikle ve cesaretle ifade etmekte yarar var.
Bu noktada,
taklitçilik zihniyeti yerine, toplumsal gerçekliklerden hareketle, yerinde ve
olgun bir çabanın ortaya konması, haddi zatında tam da, yüksek-öğretim
kurumlarında görev yapan akademisyenlerce gündeme getirilmesi gereken bir
husustur.
Sorun
ne?
Yüksek-öğretim
kurumları, devlet memuru veya muadili alanlara kadro yetiştiren kurumlar
değildir ve olmamalıdır.
Şayet üniversite
mezunlarından beklenti nitelikli memur, nitelikli işçi, nitelikli vatandaş vb.
yetiştirilmesi olduğu iddiası ise, bu husus dahi tek başına gayet problemli bir
duruma tekabül etmektedir.
Böylesi bir
kadro ihtiyacının varlığı, modern kurumsal yapıların bir zorlamasından
kaynaklandığına kuşku olmasa da, bu ihtiyacın giderilmesinde yeni kurumsal
yapıların hayata geçirilmesi gerekir. Aksi halde, uzunca bir süredir tanık
olunduğu üzere, olan biten üniversite kurumunun hak etmediği bir kurumsal
dejenerasyona tabi tutulması olacaktır.
Oysa, yüksek-öğretim
kurumları bölgenin, ülkenin ve hatta bu kurumlardaki yetkili/sorumlu ve
akademisyenlerin güçleri, niyetleri var ise, küresel sorunlara çözüm olabilecek
bilimsel faaliyetlerin gerçekleştirildiği yer olmalıdır.
Bu noktada,
yukarıda dikkat çekilen ‘meslek liseleri’ varlığının, yaşadığımız ülkede bize
ne anlattığı, ne gibi çözümler sunduğu, ne türden sorunları içinde barındırdığı
gibi hususları da incelemeyi gerektirmektedir.
Şayet meslek
liseleri ilkeler ve amaçlar noktasında verimsiz ise, bu verimsizliği
milyonlarca kitleyi üniversitelere yönlendirerek çöz/ebil/mek mümkün
gözükmemektedir. Nihayetinde, yazının ana vurgusu olan, ‘üniversiteler meslek
edindirme yerleri değildir’ argümanı, böylesine var olan/mevcut yapılaşmayla
tezat içermektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder