Mehmet Özay 24.04.2021
Çin ve Tayvan arasında son dönemde yaşanan gerilimlerin askeri boyutta kendini giderek daha görünür kılması, Asya-Pasifik bölgesinde Tayvan Boğazı’nın potansiyel çatışma alanı olduğunu yeniden güçlü bir şekilde gündeme getiriyor.
Özellikle, son bir
yıldır Çin hava kuvvetlerine bağlı uçakların giderek artan ve sıklaşan Tayvan
hava sahası ihlâlleri karşısında, Tayvan yönetimi Çin tehdidine boyun
eğmeyeceklerini defaatle dile getiriyor.
En son olarak bu
ayın ortalarında Çin hava kuvvetlerine bağlı değişik tipte 25 savaş uçağının Tayvan
Boğazı’ndaki varlığı ve Tayvan hava sahasını ihlâli tehdidin boyutu gözler
önüne seriyor. Pekin yönetiminin böylesine kararlı bir şekilde hava
kuvvetlerini bölgede seyir halinde bulundurması, Tayvan’a yönelik olası saldırı
plânlarının tatbiki niteliği olarak adlandırılmasına neden oluyor.
Burada dikkat
çekilmesi gereken, Çin Tayvan’a niçin saldırmak istiyor ve/ya bu hakkı kendinde
nasıl buluyor sorusudur.
Çin Halk
Cumhuriyeti, son kırk yılda tanık olunduğu üzere, gerçekleştirdiği ekonomik modernleşme
sürecini sadece bu alanla sınırlandırmak istemiyor.
Aksine, bu
ekonomik kalkınmanın askeri boyutta kendini tekrar etmesi ile ortaya çıkan güç
yapılaşmasını siyasal kazınmalara dönüştürmek arzusunda. Ve hem teorik hem
pratik olarak da bunun peşinde olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Ulusal güvenlik konsepti
Bu çerçevede,
Tayvan sorunu Çin Halk Cumhuriyeti’nin ulusal güvenlik konseptinde önemli bir
yer tutuyor.
Çin yönetimi,
Tayvan’ı kendisine bağlı bir eyalet statüsünde bölge kabul ettiğini uluslararası
arenada deklare derek ortaya koyarken, yasal temellerini oluşturmak suretiyle
de, meşruiyet kazandırmaya çalışıyor.
Ana Kıta Çin’in
hemen yanı başındaki yaklaşık 24 milyon Çinli’ye ev sahipliği yapan Tayvan ise,
Çin’e bağlı bir eyalet statüsünde olduklarını reddederken, temelde kendilerini
hakiki Çin temsil eden siyasal bir yapı olarak tanımlıyor.
Bu tanımlamanın
adı, henüz “bağımsız bir devletiz” deklârasyonu ile gündeme getirilmemiş olsa
da, Tayvan sahip olduğu siyasal sistemi ile hem kendisini de facto bağımsız kabul ediyor, hem de Çin’e muhalif ülkeler ve
uluslararası yapılar tarafından, gizli/açık bu de facto bağımsızlığın tanınmasından gayet memnun durumda.
Hong Kong ve Doğu Türkistan örnekleri
Pekin yönetimi,
özellikle 2012 yılından bu yana Şi Cinping iktidarı ile birlikte ekonomik
kalkınmışlığını teritoryal egemenlik tesisine yöneltmesiyle dikkat çekiyor.
Bu noktada,
uluslararası medyanın gündeminden düşmeyen Güney Çin Denizi sorunu kadar, Doğu Çin
Denizi ve Tayvan Boğazı sorunları, birbirinden bağımsız değerlendirilemeyecek
özellikler taşıyor.
Aradan geçen süre
zarfında Çin siyasi elitinin en önemli ulusal güvenlik sorunu olarak gördüğü Doğu
Türkistan’da Uygur halkı ile özerk yönetime konu olan Hong Kong Adası halkına
karşı sergilediği politikalar, hem Uygurlardan ve Hong Konglulardan gelen
eleştiriler hem de uluslararası kamuoyundan gelen tepkilere rağmen, geri adım atmış değil.
Hatırlanacağı
üzere, bu yöndeki en son gelişme geçen Mart ayı ortalarında ABD adına dışişleri
bakanı Antony Blinken ve ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan’ın Çin dışişleri
bakanı Wang Yi ile Alaska’da yapılan toplantıda gayet açık bir şekilde ortaya konması
ile taraflar arasında oldukça sert söylemlerin gündeme gelmesine neden olmuştu.
Şi Cinping
iktidarında, 2014 yılından bu yana Hong Kong özerk yönetiminde Ada halkına
tanınan demokratik ve liberal hakların birer birer alınması ve daha önce
verileceği beyan edilen örneğin, Ada valisinin halkın oylarıyla seçilmesi gibi bazı
hakların ise uygulamaya geçirilmemesinin ardından, Hong Kong’un artık özerk
statüsünden geriye ne kaldığının sorgulanmasını gerektiriyor.
2019 yılı
ortalarında Hong Kong Güvenlik Yasası’nın kabulü ile birlikte, Ada’da demokrasi
yanlısı milletvekilleri ve aktivistlerin birer birer yargılanması ve
nihayetinde demokrasi yanlısı milletvekili grubunun meclisten istifası ile
temsili demokrasinin pratik yönlerinin artık pek de işlerliğini yitirdiğini
ortaya koyuyor.
Yine benzer
süreçte, özellikle 2014’dan itibaren Uygurlara yönelik olarak toplama kamplarında
‘bilinç düzenlemesi’ çalışmaları tüm belirsizlikleri ile sürdürülmeye devam
ediliyor.
Bugün adına, tam
da “Çin Sorunu” diyebileceğimiz yapının bu iki temel unsuruna eklemlenebilecek
üçüncü bir unsuru ise Tayvan oluşturuyor.
Çin yönetiminin, Tayvan’ı
içine alan ulusal güvenlik konsepti, 2005 yılında kabul edilen “Ayrılıkçılık Yasası”
ile meşru bir zemine dayandırılıyor. Buna göre, Tayvan yönetiminin herhangi bir
bağımsızlık ilânı durumunda güç kullanımı, bu yasa çerçevesinde meşru kabul
ediliyor.
Bununla birlikte, Tayvan’dan
henüz böylesi bir ilân sadır olmuş veya bunun açık emareleri ortaya konulmamış
da olsa, bugün gelinen noktada, Tayvan yönetimi ve halkı hiç kuşku yok ki, Hong
Kong’da ve Doğu Türkistan’da yaşananlardan sonra sıranın kendilerine gelecek
olmasından kaygılılar.
Tayvan’ı farklı kılan ne?
Tayvan’ın diğer
iki yapıdan ayıran unsur, 1949 yılından bu yana de facto bağımsız bir siyasi
yapı olmakla sınırlı kalmayan, aynı zamanda ekonomik ve teknolojik kalkınmada
en ileri düzey ülkeler sınıflamasında yer almasıyla dikkat çekiyor.
Her ne kadar, 1949
yılında yaşananlar sonrasında Ana Kıta Çin ve Taipei Adası’nda Tayvan iki
farklı ayrışık yapı olarak gündeme gelse de, Tayvan’ın ekonomik modernleşme
sürecindeki adımları Çin’in 1970’lerin sonlarından itibaren başlayan liberal
ekonomi yapılaşmasında kayda değer rol oynadı.
Yine neredeyse
aynı dönemde, yani 1970’lerin ortalarına kadar Tayvan Birleşmiş Milletler’ce
tanınan ve temsilcisi olan bir siyasi yapı iken, Çin-ABD ilişkilerinin bir
gereği olarak “Tek Çin” siyasi formülasyonunda, uluslararası tanınırlığın Çin’e
geçmiş olduğu görülüyor. Bunun sonucu olarak Çin BM’de temsil hakkı kazanırken,
Tayvan artık bu hakkı taşımıyor.
Aradan geçen süre
zarfında yaşananlar, özellikle de 2012’den bu yana Pekin yönetiminin siyasi
egemenlik tesisindeki politikalarında Hong Kong ve Uygur’dan sonra üçüncü
safhanın Tayvan olduğuna işaret ediyor. Pekin yönetimi, askeri güç gösterisi
ile, bunu somut bir şekilde ortaya koymaktan çekinmiyor.
Bununla birlikte, Tayvan
özellikle Batılı ülkeler nezdinde öneminden bir şey kaybetmiş değil. Aynı Tayvan,
Batılı ulusaşırı şirketlerle teknolojik işbirliklerine devam ederken, aynı
zamanda kendi ulusal savunma sanayiini de oluşturmuş durumda.
Bu noktada, Tayvan’ı
böylesi bir çabaya sevk eden ve destekleyen unsurun ABD senatosunun kabul ettiği
Tayvan İlişkileri Yasası ve bu yasanın, “Tayvan’ın kendini savunma hakkı olduğu”
yönündeki maddesi geliyor.
Tayvan yönetimi
hem bu yasa, hem uluslararası çevrelerin gizli/açık verdiği desteği arkasına alarak,
gelişmiş teknolojisi ile kendi uzun menzilli füzelerini inşa ederken, Çin’den gelebilecek
olası saldırıları daha Ana Kıta’da hedefleri vurarak engellemeyi plânlıyor.
Yaşanan son
gelişmeler çerçevesinde, ABD dışişleri Bakanı Anthony Blinken, gizli/açık bu
yasaya gönderme yaparak “taahhüdümüzün arkasındayız” açıklaması yapmasını ciddiye
almak gerekir.
Bugün sorulması
gereken soru, Tayvan’ın bağımsızlığı deklarasyonunun “kırmızı çizgimiz” kabul
eden Çin yönetiminin yukarıda dikkat çekilen “Ayrılıkçılık Yasası”nın nedeni
ortaya çıkmadan Ada’ya yönelik bir saldırı yapıp yapmayacağı yönünde.
Çin ordusunun bu
yönde imalar taşıyan teşebbüsleri, özellikle 2016 yılından bu yana giderek
artan Tayvan Boğazı sorununu, Asya-Pasifik bölgesindeki potansiyel çatışma
alanlarından biri haline getirmiştir. Pekin yönetiminin Hong Kong ve Doğu Türkistan’da
uyguladığı cesurca girişiminin bir benzerini Tayvan’a karşı sergileyip
sergileyemeyeceğini zaman gösterecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder