Mehmet Özay 03.04.2021
Türkiye’de kurucu sosyologların ilki kabul edilen Mehmed Ziya Gökalp’in ortaya koyduğu sosyoloji yaklaşımının ‘pür’ sosyolojiklik ile bu sosyolojinin araçsallaştırılmak suretiyle bir ideolojiye dönüştürülmesi arasında fark vardır.
Bu farkın iyiliği
veya kötülüğü ya da doğurduğu avantajlar ya da dezavantajlar Gökalp’in
bizatihi sosyolog olarak kendinden tezahür eden bir hususiyet değildir. Bu noktada,
Gökalp sosyolojisi bize salt bir ideolojik zeminle kısıtlandırılamayacak
veriler sağladığını görmek gerekiyor.
Temelde, Gökalp’in
bilim-siyaset ayrışmasını öngördüğü hatırlanacak olursa, bu yaklaşım aslında
onun siyasal gayelerle hareket eden bir ideolog/düşünür ve/ya -tıpkı Karl Marx’ta
ortaya çıktığı üzere- bir sosyolog olmadığını göstermektedir. Bir başka deyişle
söylemek gerekirse, Gökalp sosyal düşüncesinde bilimsel tutum ve duruş,
öncelikli bir yer işgal ederken, bunun siyasal sonuçları ya da siyasiler
tarafından görüşlerinin değerlendirilip değerlendirilmeyeceği, nasıl
değerlendirildiği onun sosyologluğunun dışında bir başka konudur.
Öyle ki, Gökalp
öncelikle bir sosyal bilimci hüviyetini taşımak suretiyle, bir bilim dalı
olarak sosyolojinin ne olduğu hususunda görüşler ortaya koymaktadır. Zaten kendisinden
önce gelen sosyal düşünürlerden Gökalp’i ayrı kılan ve onu bir sosyolog olarak
değerlendirmeye yol açan da bu özelliğidir.
Bu sosyolojik
tutumunda hiç kuşku yok ki, çıkış kaynağı/temel referansları Batı Avrupa’nın
kurucu sosyologları özellikle de Saint Simon, Auguste Comte, Emile Durkeim
olmaktadır. Gökalp’in sosyolojiye verdiği önem, onun bilimler sınıflamasındaki
yerini incelemesiyle ortaya çıkmakta ve bu haliyle yaşadığı döneme ve sonrasına
sosyologluğunu kanıtlamaktadır.
Bunun yanı sıra, bir
bilim alanı olarak sosyoloji üzerinde durmasında, içinde yaşadığı toplumun sorunlarını
ve değişim süreçlerini anlama ve bir anlamda bunlara yine içinde bulunduğu
somut toplumsal ve siyasal gerçeklikler çerçevesinde çözüm sunma konumunda
bulunmasının değeri yadsınamaz. Kaldı ki, bu nedensellik, Batı Avrupa
sosyolojisinin bizatihi Avrupa toplumlarındaki değişim, sosyal olgu ve
gerçeklikler ve sorunlar gibi bağlarda ortaya çıkmasında da hakimdir.
Bu çerçevede, Gökalp
sosyolojisinin iki temel ekseni bulunduğunu ileri sürebiliriz. İlki, geç dönem Osmanlı
toplumundaki sorunları gözlemlemek ve bir öneri sunmak. İkincisi, yeni ortaya
çıkmakta olan bir toplum yapısının ve de devletin ‘sosyal’ niteliğine temel
oluşturmak. Bu ikisi kavramsal ve felsefi olarak birbirinden ayrıştığı gibi,
tarihsel ve sosyolojik olarak da farklılaşan unsurlara tekabül etmektedir. Bu
nedenle Gökalp sosyolojini, gerçekler (reality)
ve idealar (idea) olarak iki farklı
kategoride ele almak mümkündür.
Gökalp,
kendisinden önce gelen ve Osmanlı siyasal ve toplumsal sorunları karşısında bir
dizi görüşler ortaya koyan Mustafa Reşid Paşa, İbrahim Şinasi, Ziya Paşa, Namık
Kemal gibi Osmanlı döneminin bir anlamda aykırı bürokrat ve sosyal
düşünürlerinden beslendiğine kuşku yok.
Söz konusu bu ve
benzeri isimler özellikle, çeşitli vasıtalarla Avrupa başkentlerindeki gündelik
yaşamları, tecrübeleri, tanıklıkları sayesinde ve bunlardan hareket etmekle
birlikte, Avrupa sosyal düşüncesinden bütüncül anlamda istifade yerine, yaklaşımlarını
daha çok dönemin Osmanlı rejimine yönelik eleştirel tutumları ve reform
çabaları gündeme getirmekle sınırlandırmışlardır.
Bu çerçevede, Avrupa
yaşam tarzının belki de o dönem Osmanlı’da çokça ihtiyaç duyulduğu anlayışından
mütevellit özellikle yönetim yapısının ithalinde karşılık bulan görüş ve düşünceleri
ortaya koymuşlardır.
Gökalp ise, bizatihi
Avrupa’da özellikle de, Fransa’da gelişen Durkheim’ci sosyolojinin verilerini
anlamaya çalışmış, ondan istifade etmiştir. Bunun yanı sıra, Gökalp Batı sosyolojisi
taklitçiliğine yönelmek yerine, sosyal bilimin verilerini kendi içinde
bulunduğu toplumu anlama ve açıklama işlevi olarak kabul etmiştir.
Bu noktada, Gökalp’in
sosyolojik yaklaşımda Durkheim’ı öne çıkarmasının temel nedenini, toplumu bir
işlevli bütün (entity) görmesi, toplumsal
yapının belirleyiciliği ile modernleşmenin doğurduğu anlam ve özellikle
değerler karmaşası ve yokluğunda çözüm sunabilecek bir yaklaşım sergilemiş
olmasında aramak gerekir.
Sosyal yapı, toplumsal
konsensüs, sosyal dayanışma, toplumsal vicdan, ortak değerler vb. kavramlar, Fransa’da
18. ve 19. yüzyıl gelişmelerinden özellikle de endüstrileşmenin doğurduğu
sorunlar karşısında, -Durkheim düşüncesiyle- Fransız toplumunun hangi dinamiklerle
kendini yeniden ortaya koyabileceğinin ipuçları olmuştur. Tıpkı bunun gibi, Gökalp’in
de giderek teritoryal sınırları daralmış Osmanlı Devleti’nde öz (essence) toplumsal grup olarak Türklerin
ve/ya yeni bir devlet varlığı ile kendini devam ettirme istidadı gösteren Türk
toplumunun, hangi unsurlarla kendini var edebileceği sorusuna bu kavramlar
özelinde cevaplar vermeye çalıştığı görülür.
Gökalp’in sosyolojik
düşüncesinin gelişiminde gerek yukarıda adları zikredilen kendisinden önceki
sosyal düşünürlerin görüşleri ve yaşadığı dönemin dinamikleri, gerekse Batı Avrupa
sosyolojisine dair okumaları onun gayet önemli düzeyde karşılaştırmalı çalışmalar
yaptığını ortaya koymaktadır. Bu çerçevede, ortaya koyduğu sosyolojik değerlendirmelerinde
zamanla ortaya çıkan belki de, hiç beklenmedik denilebilecek siyasal
dönüşümlerle de irtibatlı olarak, yeni bir düşünce tarzını gündeme getirdiğini
söyleyebiliriz.
Gökalp sosyolojisi
bize, döneminin diğer sosyal düşünürlerinde çokça görülen Avrupa endüstri
toplumlarında hakim olan yönetim tarzının yani, parlamenter sistemin varlığından
ve bu idari yapının Osmanlı toplumunda uygulanıp uygulanmayacağından öte, toplumun
hangi temeller üzerinde yükselmesi gerektiğine dair veriler sağlamaktadır.
Bu yaklaşım, hiç
kuşku yok ki, ideolojik bir zeminden hareket etmekten kaynaklanmamakta aksine, toplumu
bir bütün olarak ele almanın bir gereği olarak gündeme gelmektedir. Bu
sosyolojik bakış açısı ile Gökalp, Osmanlı geç döneminde tecrübe edilen sorunlara
bir cevap olarak, sadece siyasi ve idari/temsili yapısı üzerinden değil, aksine
toplumsal kurumların temel kültür ve medeniyet temelli açılımları üzerinden “yeni
topluma’ anlam biçme ve dönüşümü buna göre önerme çabası sergilemiştir.
Bu durumda Gökalp,
Osmanlı devletinin kurtuluşu noktasında çıkışı, tek tek sosyal kurumlar
nezdinde ortaya koymak yerine, bütüncül bir veri olarak, tarihsel-kültür odaklı
açıdan gündeme getiriyordu. Böylesi bir dil, kültür birliğinin ve aşinalığının varlığı
sayesindedir ki, siyasal birliğin temelini oluşturuyordu.
Bir sonraki
aşamada yani, Osmanlı Devleti’nin artık siyasi varlığını devam ettirme
sürecinin gerçekleşmeyeceği anlaşılmaya başladığında devletin coğrafi bakiyesi
üzerinde yaşayan temel toplumsal grubun, hangi tür siyasal ve sosyal ideal ile
kurgulanacağı gündeme gelmiştir.
Bu noktada, Gökalp’in
işine en iyi yarayacağını düşündüğü işlevselcilikle anılan Durkheimci
sosyolojinin verilerini kullanması şaşırtıcı da değildir. Sosyal dayanışma ve bütünlük
kavramları, kurulacağı öngörülen yeni devletin asli toplumsal yapısında görünür
kılınacak ve oluşumuna zemin hazırlayacak kavramla olurken, bunu somut olarak
araçsallıştıramada dil, kültür ve tarihsel birlik faktörü üzerinde durmuştur. İşte
bu nedenledir ki, Gökalp’in Türk uluslararasıcılığından ulus-devlet
ulusalcılığına yöneliminde Osmanlı Devleti’nin siyasi hayatının sona ermesi
gibi maddi bir neden bulunmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder