Mehmet Özay 09.12.2020
Devletlerin üzerinde yükseldikleri coğrafyaların özelliklerini taşıdıkları yönünde hakim bir görüş vardır. Bununla birlikte, sahip olunan coğrafyanın bütüncüllüğünden bahsedilebileceği gibi, coğrafyanın bu bütüncül yapı içerisinde farklılaşan unsurlarıyla çoklu alanlardan ve özelliklerden müteşekkil olduğunu söylemek de mümkündür.
Bu çerçevede, Osmanlı Devleti’nin
içinde bulunduğu coğrafyanın ne tür özellikler sergilediği konusu tartışmaya
açıldığında, Hint Okyanusu’nun neye tekabül ettiği hususu, üzerinde pek durup
düşünülmüş bir alan olarak gözükmemektedir.
Osmanlıların, genel itibarıyla
Güney Politikası olarak adlandırılan ve formel olarak 1517 ile başlatılan bu
politinın, 15. yüzyılın sonlarında dönemin Mısır ve Hicaz bölgesine hakim
siyasi yapısı olan Memlüklülerle ilişkiler çerçevesinde kısmı ilişkilere konu
olması, yoruma açık bir elverişlilik sağlamaktadır.
Söz konusu bu erken dönem Güney
Politikası’nın varlığı, Hint Okyanusu ile dolaylı bir ilişkiye gönderme
yapmaktadır. Bölgede varlık süren Portekiz varlığına karşı Memlüklülerin
Doğu/baharat ticareti, bir başka deyişle baharat ticaretinde gerileme sürecine
paralel olarak ortaya çıkan ve büyük ölçüde, Portekiz deniz ve askeri gücü ile
belirlenme eğilimindeki durum karşısında, savunmacı bir refleksle Memlüklülere
yardım çerçevesinde gündeme gelen süreçten bahsedilmektedir.
Osmanlı’yı, Hint Okyanusu
politikasına yaklaştıran bu süreçte bir diğer, belki de kimi ölçülerde ilk
sırada yer alması iddia edilebilecek olan Kutsal Topraklar’ın muhafazası konusudur.
Her halükârda, Osmanlı’nın Hint Okyanusu’na erişiminde belirleyici olan 1517
sürecinin, gerçekte Hint Okyanusu karakteristikleriyle uyuşup uyuşmadığı konusu,
bir başka ilginç alana tekabül etmektedir. Bu durum, Osmanlı’nın “bir özne”
olarak Hint Okyanusu’nda varlığının olup olmadığını da içinde barındıracak
şekilde, farklı aktörlerin ve coğrafyanın özelliklerinin ele alınmasını
gerektirmektedir.
Osmanlı’nın kapalı denizlerle
çevrili, ordu yapılanmasıyla belirlenmiş ve de seferler sayesinde elde edilen
gelirlere dayalı ekonomik yapısı gibi hususiyetlerine karşılık, Hint Okyanusu’nun
tarihin erken devirlerinden itibaren deniz ticaret yolu olarak kazandığı önem,
bölge toplumlarının deniz aşırı ticaretteki yerleri vb. konular arasındaki
çelişki gayet açıktır.
Ticaret demişken... Osmanlı’da ticaret
dünyasında hangi faktörlerin ve de aktörlerin rol aldığı konusu, bu faaliyet
zincirlerinin devlet ekonomisi ve kamusal alanındaki önem ve gelişimi Hint
Okyanusu karşılaşmasıyla ilintilendirilebilip ilintilendirilemeyeceği
tartışılabilir.
Yerleşik çiftçi/tarım toplumu ile
belirli şehirler üzerinden oluşan tarihi ticaret yolları ve ağları ile bunları
besleyen yan kanallar sayesinde gerçekleşen ticari faaliyetler zincirinde tüccar
olarak kimlerin rol aldığı ve bu tüccar kesiminin ekonomik boyutunun uluslararası
belirleyiciliği hususunu düşünmekte fayda var.
Bu noktada, Osmanlı devleti ile
Hint Okyanusu ilişkisinde dört unsur yani ‘ordu’, ‘deniz’, ‘tarım toplumu’ ve ‘ticaret’
tek tek ve bütüncül ilişkileri ile bize gayet açık bir analitik çalışma alanı sunacağına kuşku bulunmamaktadır.
Osmanlı’nın bir kara devleti olma
iddiasını gidermeye matuf olarak, Karadeniz ve Akdeniz’deki faaliyetlerinin,
kuruluş sürecinin erken aşamalarından itibaren gündeme gelmesine rağmen,
denizcilik olgusunun, salt Osmanlı menşeili bir gelişmeden ziyade, bölgede
hakim diğer ‘milletlere’ ait insan kaynaklarıyla zenginleştirilmiş olduğu görülmektedir.
Bu noktada, Kuzey Afrika sahillerinde varlık süren denizci yapıların süreç
içerisinde, Osmanlı devletine eklemlenmesi gayet belirleyici bir nitelik arz
etmektedir.
1517 ile birlikte, Osmanlı
devletinin Hint Okyanusu’nda bir denizci güç olarak varlığını, örneğin Akdeniz’deki
varlığı ile kıyaslayarak gündeme getirmek kategorik olarak mümkün
gözükmemektedir. Bunda, bir yanda yukarıda dikkat çekilen Hint Okyanusu
karakteristiği kadar, aynı zamanda Osmanlı denizciliğinin kendini bu okyanus
sularında var etme arzusu/tarzı arasındaki çelişkilere bakmak gerekmektedir.
Osmanlı devletinin Hint Okyanusu
ticaretinde bir aktör olma konusunda arzusu
ve hedefi olmadığı, yukarıda dikkat çekilen ve devletin temel omurgasını
oluşturan yapılaşmada görmek mümkündür. Osmanlı’nın formel ve fiili olarak Hint
Okyanusu’na çıkışında Portekiz deniz ve ticaret gücünün varlığı başat bir dış
faktör/itici güç olmuştur.
Bununla birlikte, Portekizlilerin bölgedeki
ticari faaliyette hakim konuma yükselmesi, gerek İber Yarımadası bağlamında kendi
içerisinde, gerekse zorla veya gönüllü olarak Hint Okyanusu’nun batı bölgesini
çevreleyen bölgedeki irili ufaklı ticaretle meşgul toplumlarıyla ortaya koyduğu
işbirliği kasıtlı, bilinçli ve uzun erimli bir süreçte ortaya çıkmıştır.
Bu noktada, Portekizlilerin bir
deniz askeri/donanma gücü oluşturma konusundaki yapılaştırıcılığı karşısında,
Osmanlı’nın Akdeniz denizciliğinden ödünç alınan boyutlarıyla karşılık vermesi
bir denge unsuru olmak yerine, kısa sürede Osmanlı’nın Hint Okyanusu’ndan
çekilmesine neden olmuştur.
1517 sonrasında yaklaşık 1555
yılına kadar süren dönemde Portekizlilerde denizdeki irili ufaklı
karşılaşmalarda, ki bunun en önemlisi 1538 Diu Seferi olduğu bilinmektedir, Portekizlilere
yaşatılan “zor anların”, gerçeklikte bir payı olmasına rağmen, Osmanlı’nın söz
konusu çekilme sürecini geciktirmeye yetmemiştir.
Bir yanda Osmanlı devleti’nin sahip
olduğu gerek coğrafi, ancak çokca da siyaset düşüncesi bağlamındaki kendi
karakteristikleri, öte yanda Portekizlilerin Hint Okyanusu’nda bir itici güç
olarak varlığı kadar, bunların dışında Hint Okyanusu’nu çevreleyen ve sınırları
Arap Yarımadası’nın güneyinden Batı Hindistan sahilleri ve oradan Takımadalar’a
kadar uzanan geniş coğrafyada uzun dönemli siyasi varlıkları ve ticari
ilişkileriyle önem taşıyan toplumların bu süreçte ne gibi roller oynadıkları
hiç kuşku yok ki, çok daha can verimli çalışma alanlarını oluşturmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder