Mehmet Özay 12.08.2020
Ağustos ayı Asya-Pasifik bölgesinde önemli siyasal ve toplumsal değişimlerin gerçekleştiği bir dönem olarak bilinir.
Bu dönemi küresel
olarak öne çıkaran gelişmelerden biri Pasifik Savaşı’nın atom bombalarıyla sona
erdirilmiş olmasıdır. Bu yıl yine, 6-9 Ağustos tarihleri özellikle Japonya’da
1945 yılındaki bu hadisenin 75. yılı olarak çeşitli törenlerle anıldı.
Uluslararası ana
akım medyaya ve bunların ulusal düzeydeki copy-paste
usulüyle yayınlanan benzerlerine bakıldığında söz konusu bu gelişmeye dair,
birkaç anıt mezar ile tapınaktaki görüntülerle buna eklemlenen humanist birkaç
demecin dışında pek bir şey verdiğine tanık olunmaz.
Oysa bu gelişme,
atom bombasının insanoğlunun biyolojik ölümü ve doğurduğu maddi zarar gibi yol
açtığı yıkıcı etkisinin ötesinde,
bizatihi bunu üreten Batı düşüncesinin eleştirilmesine imkân tanımasıyla ele elınmayı
hak ediyor.
Bu çerçevede, aslında
benzerleri gibi bu tarihi dönüm noktası da, Asya-Pasifik bölgesinde Batı Avrupa
merkezli uzun sömürgecilik tarihinin nedenini ve niçinini ortaya koymayı
gerektiriyor.
Yazılıp
çizilenlere göz gezdirildiğinde, ortada Batılı adamın sömürgecilik faaliyetine
dair bir yaklaşım belirmezken, neredeyse Japonlar özelinde Asyalıların Batı’ya
karşı mahcubiyet hissi duymalarına ve bir tür apologetism‘e neden olan bir tür beden dili ve söylemi hakim olur.
2. Dünya Savaşı mı Pasifik Savaşı mı?
Avrupa başta olmak
üzere, yönelimini Avrupa merkezli yapmış olan Ortadoğu ve kahir ekseriyetiyle
Afrika ve Kuzey Amerika’da 2. Dünya Savaşı olarak bilinen, ve katastrofik etkileri
bugüne kadar süren siyasal ve toplumsal travmaların oluşumuna sebep gelişme,
Asya-Pasifik bölgesinde Pasifik Savaşı olarak bilinmektedir.
Bu temel bilgi
bile, aslında adına Asya-Pasifik denilen coğrafyadaki halkların, 20. yüzyılın
başlarındaki yıkıcı savaşların ilkine yani 1. Dünya Savaşı’na doğrudan
katılmadıklarını ve taraf olmadıklarını ortaya koyuyor.
Bununla birlikte, sömürgecilik
tarihinin erken dönemlerinden itibaren Batı Avrupalı denizci ulusların önce
ticaret, ardından siyasal ve ekonomik bağlamlarda ve nihayetinde teritoryal hegemonyaları
bölge halklarının bağımsızlıklarını yitirmesine yol açmıştır.
Bu gelişme, söz
konusu Asya-Pasifik halklarının sahip oldukları özellikle maddi değerlerin,
ileri sömürgecilik evrelerinde, Batı Avrupalı ulusların askeri ve ekonomik
yapılanmalarını güçlenmesine yol açmıştır.
Yıkan modernleşme
Batı Avrupa
pozitivist düşüncesinin ürünü olan modernleşme, aslında bazı çevrelerce
eleştirilmeye daha erken dönemlerde başlanmış olsa da, bu toplumları 1. Dünya
Savaşı’na sürüklemekten alıkoyamamıştır.
Oysa beklenti,
Avrupa’da 16. yüzyıl boyunca ve de 17. yüzyılın ilk yarısında adına ‘din
savaşları’ denilen süreçlerin bir daha yaşanmaması için, değişen toplumsal ve
siyasal şartlar ve elbette bunları besleyen modernleşmenin bir dünya cennetine
yol açacağı inancıydı.
Bu sürecin
doğurduğu gelişmelerden biri olarak ulus-devletlerin, aynı kültürel ve
medeniyet köklerinden çıkmakla birlikte, sınırların belirlediği egemenlik
iddiası ile Asya-Pasifik’te sömürgeleştirilmiş topraklar üzerinde ekonomik hak
iddiasının iştah kabartan ortamında çözümü yine savaşmakta bulmaları, yukarıda
dikkat çekilen ‘din savaşları’ döneminin adeta ir başka safhada yenilenmesinden
başka bir şey değildir.
İki katmanlı çözülme
Bu ise, ortaya iki
katmanlı bir yıkımı getirmiştir. İlki, bizatihi Avrupa’nın ya da Batı’nın
kendisine; ikincisi ise, sömürgeleştirilmiş Asya-Pasifik bölgesindeki çeşitli
din-dil ve kültür zenginliğine sahip Müslüman, Budist ve Hindu gibi belli başlı
toplumlarına.
Batı’nın kendi
içerisinde gelişen çatışmacı egemenlik anlayışı, metaforik olarak dile
getirilecek olursa, aynı bedenin ürettiği ikiz yapıların birbirleriyle
cedelleşmesinden başka bir şey değildir.
Öyle ki, bu
unsurlar kendi egemen ulus-devlet topraklarında fiziki ve biyolojik yıkımlara
yol açması kadar, neredeyse tüm insanlığa çözüm olarak sundukları ve bunu bizatihi
sömürgecilik vasıtasıyla gerçekleştirdikleri, kendi zihinsel üretimlerinin
sonucu olan modernleşmenin de sonunu getirmesiyle dikkat çekicidir.
Küreselleşen savaş
Ancak bu süreçte
1. Dünya Savaşı’nın doğurduğu zihinsel ve fiziki sonuçları geçmeden ortaya
çıkan cedelleşmenin ikinci dalgası daha küresel boyuta taşınarak, bir yandan
Kuzey Amerika, öte yandan Asya-Pasifik’te Japonya’yı, Hint-Çin’ini ve tüm
Takımadaları da içine alacak bir boyuta ulaşmıştır.
1. Dünya Savaşının
ardından devreye girmesi beklenen rasyonel akıl, ters teperek kendini ekonomik
ve siyasal şehvete boğulan Batılı ulusların, kendi aralarında pozitivist
düşünce ve bunun ürettiği materyal/ist araçlarının tüm imkânlarıyla sömürge
topraklarını da içine alacak bir boyuta ulaşmıştır.
Japon milliyetçiliği mi öncellenen Asyalılık mı?
İşte bu süreçte,
Batı Avrupa modernleşmesini kendi öz iradesi ile benimsediği belirtilen
Japonya’nın özümseyerek geliştirdiği rasyonelleşme bizatihi mevcut geleneksel
iktidar yapısı olan imparatora yansıtılan ‘uluhiyet’ yaklaşımıyla birleşerek, o
döneme kadar rastlanmayan bir şekilde Japon yayılmacılığını ortaya koymuştur.
Batı Avrupa’nın
adına liberal-demokratik denilen ilkeleri ile, bu düşünce dünyasının karşısına
çıkan ve bunun bir ürünü olmak kadar, kendi idealist felsefe geleneğinin de
kazandırdığı ivme ile ulus-merkezli yapılanma, sadece kültür merkezli bir
ilerlemeciliği esas almamıştır.
Almanya ve kısmen
İtalya örneğinde Avrupa sınırlarında dikkat çeken bu gelişme, aynı zamanda tüm
maddi gelişmişliği ile yıkıcılığı aracı kılarak, dönemin bir tür küresel
boyutlu egemenlik tasavvurunu ortaya koymuştur.
Özellikle,
Almanya’nın yayılmacılığı ile temsil edilen Avrupa merkezli 2. Dünya Savaşı’nın
Asya-Pasifik bölgesine sıçraması ise, benzer bir ideolojik temel üzerinde
yükselen Japon milliyetçiliği olduğu öngörülmekle beraber, aslında bu gelişmeyi
farklı değerlendirmeye imkân tanıyacak farklı araçların ortada olduğu da bir
gerçektir.
Japon
modernleşmesi adıyla meşhur olan gelişme 19. yüzyıl ikinci yarısının hemen
başlarında gönüllü Batılılaşma ile Japon adalarında zuhur ederken, aslında o
dönem için Batı Avrupalı uluslar için pek de sakıncası olmayan, aksine çok daha
ekonomik bir süreç içerisinde Japonya’nın dönemin küresel kapitalizmine eklemlenmesi
ile alkışlanası bir gelişmeye konu olmuştur.
Japonya ve niyetlenilmemiş sonuç
19. yüzyıl ikinci
yarısında Japonya’da zuhur eden yönelim, Weberyen bir ifade ile söylemek
gerekirse, niyetlenilmemiş bir sonucun ortaya çıkmasına yol açmıştır.
O dönem itibarıyla,
neredeyse Çin’in verimli ve oldukça küreselleşmiş doğu sahilindeki ticaret
liman şehirlerinden başlayarak, Hint-Çini ve bugün adına Filipinler ve
Endonezya denilen tüm Takımdalar coğrafyasını içine alan sömürgecilik süreci
kendini iyice yapılandırmıştır.
Buna, çeşitli insan
topluluklarına ev sahipliği yapan, günümüzdeki Tayvan (Taipei Adası) ile
bizatihi Avrupa’dan göçmen kitlelerinin yerleşmesiyle nüfusu artırılan, kıta
büyüklüğündeki Avustralya ve Yeni Zelanda da eklendiğini unutmayalım.
Japon
İmparatorluğu’nun güçlü bir milliyetçiliğe eklemlenerek ortaya koyduğu ekonomik
modernleşme ve kalkınmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan niyetlenilmemiş
sonuç, tüm bölge ülkelerini ‘Batılı beyaz adamın sultasından kurtarmaktı’.
Güç yapılanması sorunu
Burada,
Japonların, Batı Avrupalı denizci ulusların sömürgecilik dönemlerinde bölge
halkları üzerinde sergiledikleri baskı ve zulüm ile ekonomik sömürünün
benzerini yapıp yapmadığı tartışmasına girmek yersiz.
Aksine, sorulması
gereken soru, bugün Japon ulusunu atılan atom bombalarını hak ettiklerine
inandırarak mahkum etmekle, acaba Batı Avrupalı Asya-Pasifik bölgesinde 1511’den
beri var olan sömürgecilik süreçlerini temize çıkarmayı hedefleyip
hedeflemedikleridir.
Japonların
Asya-Pasifik bölgesinde, ‘Asya Asyalılarındır’ sloganıyla başlattığı ve
uygulamaya geçirdiği teritoryal egemenlik sürecinden önce var olan Batı
Avrupalı ulusların ve de ABD’nin sömürgecilik süreçlerinin niçin tartışma
konusu yapılmadığı üzerinde durup düşünülmeyi hak etmektedir.
Bu noktada, Japon
işgal yıllarına konu olan gelişmelerin temellerine bakıldığında, Japonların
hangi siyasi ve psikolojik yapılanmayla kendilerini ortaya koydukları ve
sürecin nasıl işlediği arasındaki farkları tespit etmek önem taşımaktadır.
Hiroşima ve Nagazaki’ye
atılan atom bombalarına haklılık kazandırdığı belirtilen gerekçeler yerli
halkların talepleri ile mi ortaya konulmuştur, yoksa Batı’nın özellikle de 1.
Dünya Savaşı’nın yıkıcı ortamı ile küresel gücünü yitiren İngiltere
Krallığı’nın yerini alan ABD’nin, dönemin kapitalizminin geleceğini sağlama
almaya yönelik olarak, bir üst aklın karar vericiliği midir diye sormak
gerekiyor.
Bu noktada, tam da
söylenmesi gereken şey, Japonya’nın -tıpkı daha önceki yıllardaki anma
etkinliklerinde olduğu gibi- bugün 75 yılına ulaşan Pasifik Savaşı nedeniyle
gerçekleştirilen anma toplantılarında da, Batı karşısında gizli/açık psikolojik
bir mahkumiyete çarptırılmak istendiğine tanık olunmaktadır.
Hiç kuşku yok ki,
sorgulanması gereken Batı Avrupa’nın ürettiği ve sadece kendisini değil,
dünyayı bunalıma sürükleyen gizli/açık pozitivist eğilimleriyle modernleşmeci
yapılanmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder