Mehmet Özay 16.08.2020
Filistin konusunda önce Mısır ve ardından Ürdün’ün İsrail’le ilişkileri ikili ilişkiler düzeyinde olumlamaya ve Filistin aleyhine olacak şekilde yeniden yapılandırmalarının ardından, bugün Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) İsrail ile anlaşması Filistin sorununun çok yönlülüğü bir kez daha ortaya çıkmıştır.Bu
gelişme, İslam dünyasının sadece Ortadoğu eksenli, Arap-İran ve Türkiye
bağlamında değerlendirilmekle sınırlandırılamayacak öneme sahiptir.
Arap
dünyasında Suudi Arabistan ve Mısır’ın güdümündeki yapılanmanın kısır ve Batı
eksenli politikaları, bugün sadece Filistin konusunda değil, modern dünyada
Müslüman toplumların karşı karşıya kaldıkları sorunlarla mücadelede de palyatif
yaklaşımlarıyla açıkçası, Müslüman toplumlarının önünü almaya matuf girişimler
olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır.
Bu
nedenle, İsrail-BAE arasındaki bu anlaşma Ortadoğu sınırlarına
hapsedilmeksizin, geniş Müslüman toplumların görüşlerinin ve taleplerinin
gündeme taşınmasıyla tartışılmalıdır. Bu noktada, sadece Ortadoğu’nun parçalanmış
toplumlarının değil, belki daha da çok Hint Alt Kıtası ve geniş Malay dünyasının
söylemlerine ve pratik yaklaşımlarına ihtiyaç vardır.
Trump
rejiminin Ortadoğu barış plânının bir parçası olduğu anlaşılan söz konusu bu son
anlaşma, Malezya’nın deneyimli siyasetçi Dr. Mahathir Muhammed ve sadece
Endonezya’nın değil, İslam dünyasının da en önemli dini-sivil yapılanması olan
Alimlerin Uyanışı hareketi (Nahdat’ul Ulama) Trump rejiminin Ortadoğu barış plânının
bir parçası olduğu anlaşılan söz konusu bu son anlaşmayı ciddi şekilde eleştirdi.
Filistin konusunun
çok yönlülüğü
Yaşanan
son gelişme bir kez daha Filistin konusunun çok yönlülüğünü ortaya çıkarmıştır.
Burada bu hususa kısaca değinmekte fayda var. Bunlardan ilki, Filistin
sorusunun Ortadoğu sınırları ötesinde örneğin, ABD iç siyasetini
etkileyebilecek bir nitelik taşımasıdır.
Bir
diğer husus, bugün Arap ülkeleri arasında uluslararası arenada ismi giderek
daha çok öne çıkan BAE’nin İsrail’le anlaşan Arap ülkeler listesine eklenmiş
olması ve bu çerçevede bu şehir devletini uluslararası arenada yeni bir
konumlandırmaya getirmiş olmasıdır.
ABD
Başkanı Donald Trump’ın dış politika başarısı olarak gösterilmeye çalışılan bu
gelişmede, açıkçası, Arap cephesinde aktörün BAE’nden ziyade Suudi Arabistan
olması ABD açısından çok daha yapıcı olurdu. Ancak seçilen aktörün Suudi
Arabistan’la kıyaslandığında siyasi önemi görece daha az dikkat çekmektedir. Söz
konusu anlaşmanın ardından Suudi Arabistan’dan şu ana kadar karşı bir açıklama
gelmiş değil. Kaldı ki, böyle bir açıklama beklemek anlamsızdır.
BAE-İsrail
arasında ABD merkezi yapılan anlaşmanın Filistin toplumu içindeki dağınıklığın
ortadan kalkmasının önemli olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.
Bu
gelişmenin, Filistin halkının talepleriyle ve beklentileriyle uyuşmadığı
seküler bir siyasi merkez olan FLO tarafından da ve Filistin devlet başkanı
Mahmut Abbas’dan gelen eleştirel açıklamalar da ortaya konmuştur. Ancak, sadece
Filistin topraklarında yaşam sürenlerin değil, çok farklı ülkelerdeki
Filistinlilerin de ortak bir siyasal duruş içerisinde yer almaları
gerekmektedir.
Malay Dünyası ve Hint
Alt Kıtası
Bu
anlaşmanın bir diğer veçhesi ise, İslam-Arap dünyasının ötesinde Hint Alt Kıtası
ve geniş Malay Dünyası tarafından nasıl algılandığı meselesidir.
Tarihsel
ve geleneksel olarak İslamı kendi coğrafi, kültürel ve bilimsel nitelikleriyle
yaşamakta olan bu topraklardaki halkların Suudi Arabistan merkezli Wahhabi
ekolüne ve bölgelerinde yayılımına sıcak bakmadıkları tarihsel olarak
ortadadır.
Suudi
Arabistan’a olan ilginin iki temel nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Kutsal
Topraklar’ın yani, Mekke ve Medine’nin bu ulus devletin sınırları içinde yer
almasıdır. İkincisi ise, bu ulus devletin petrol üretiminin neden olduğu
ekonomik kaynaklarından mütevellit kayda değer bir sermayeye sahip olmasıdır.
Özellikle
Malay dünyasının iki önemli temsilcisi konusundaki Malezya ve Endonezya
toplumlarının İslamiyeti gündelik yaşamlarına yansıtma ve bu dinin temel
şartlarından olan Hac ibadetini ve tavsiye edilen umre ziyaretlerine verdikleri
öneme tanık olunmaktadır.
Din
işleri bakanlıkları kadar diğer çeşitli İslami kurumsallaşmaların ülke yönetim
yapısı içerisinde yer aldığı görülen bu iki ülkenin gerek halkın taleplerine
gerekse ve de kaçınılmaz olarak bir tür iç politikada karşılığı düşünülerek hac
organizasyonlarının sağlıklı bir şekilde yürütülmesi ve hac kotalarının
talepleri karşılamaya yönelik olarak sürekli güncellenmesi nedeniyle, Suudi
Arabistan devletiyle ilişkileri gayet iyi tutmaya özen göstermektedirler.
Ayrıca,
özellikle 2017 yılında Salman bin Abdülaziz’in bölgeye yaptığı ziyaretlerde
Malezya ve Endonezya’ya özellikle petrol rafineleri inşaatları alanlarında
azımsanmayacak yatırım sözü vermiş olması, bu iki ülkenin doğrudan dış ticaret
taleplerini karşılamada ekonomik bir karşılığı bulunmaktadır.
Suud rejimi ve dini
temsil sorunu
Yukarıda
dikkat çekilen Kutsal Topraklar’ın varlığı konusunda bölge toplumlarının Suud
yönetimine dini bir bağlılıklarından bahsetmek güç. Hiç kuşku yok ki, burada
özellikle halifelik kurumunun söz konusu olmaması önemli bir etkendir.
Bu
noktada, şu hususu hatırlatmakta fayda var. 1924’e kadar hilafet kurumunun
varlığı ve Osmanlı Devleti’nin siyasi varlığının 1923’de sona ermesine kadarki
dönem Mekke-Medine bağlamını halife ve Osmanlı üzerinden değerlendiren Hint Alt
Kıtası ve geniş Malay Dünyası toplumlarının Osmanlı’ya bağlılıklarının temel
sebeplerinin dini çerçevede gelişmiş olması da bir rastlantı değildir.
Geniş
Malay dünyasının Kutsal Topraklar’a ve Suudi Arabistan’la ilişkilerine dair
özet olarak tarihsel ve günümüz yapılaşmasına değininin ardından, Malezya ve
Endonezya ulus-devletleri bugüne kadar İsrail’i siyasi olarak tanımadıkları
gibi siyaset dışı alanlarda da işbirliklerine olanak tanımayan bir duruş
sergilemektedirler.
Malay dünyasında
Filistin hassasiyeti
Endonezya
iç siyasetinde seküler nitelikleriyle öne çıkartılan devlet başkanı Joko
Widodo’nun 2016 yılında Filistin Özel Konferansı’nı Cakarta’da toplamasını
burada hatırlatmakta fayda var. Açıkçası bu gelişme, Filistin sorununun gerek
İslam toplumunun yumuşak baskısı gerekse uluslararası arenada genel kabul gördüğü
şekliyle İsrail işgaline konu olan topraklardaki halkın yani, Filistinlilerin
yanında olma gibi siyasi bir duruşun ifadesi olarak değerlendirilmelidir.
Malezya
ise, geçen süre zarfında Filistin konusunda yapıcı görüş ve katkılarıyla dikkat
çekmektedir. Bu noktada, 1960’lı yılların ikinci yarısında Filistin’de yaşanan
sorunların çözümü için bir İslam birliği oluşum konusunda girişimi başlatan
aktörlerden biri olarak ülkenin kurucu başbakanı Tunku Abdul Rahman’ı
hatırlamak gerekmektedir.
Tunku
Abdul Rahman, aynı zamanda 1971’den itibaren söz konusu oluşumun, yani
kurulduğu yıllardaki adıyla İslam Konferansı Teşkilatı’nın ilk genel
sekreterliğini yapmasıyla sadece Malezya’nın değil, geniş Malay dünyasının
temsilcisi sıfatını taşımıştır.
Ülkenin
üçüncü başbakanı Dr. Mahathir Muhammed ise uluslararası arenada ve Batı ile
ilişkilerde sözünü sakınmayan lider olarak bilinmektedir.
Bu
çerçevede, Filistin sorununa sadece söylemle değil, fiiliyatla da karşılık
veren bir lider olduğu gibi, Filistin’in başkent Kuala Lumpur’da elçilik
açmasını sağlayan güçlü siyasi kararın ardındaki isim olarak kabul edilmelidir.
İsrail-BAE
arasındaki anlaşmaya da sert tepki gösteren Dr. Mahathir, bu gelişmenin temelde
İslam toplumları arasındaki ayrışmayı körükleyeceğine değinerek kazananın
Müslüman toplumlar ya da Filisyin yerine aslında İsrail ve Batı olduğunu
dolaylı olarak ortaya koyuyor.
Dr.
Mahathir’in bu söyleminin ardında gizli/açık Suudi Arabistan eleştirisi
olduğunu da söylemek mümkün. Öyle ki, 18-21 Aralık 2019 tarihlerinde, Malezya’da
Umut Koalisyonu başbakanı olduğu dönemde ev sahipliğini yaptığı Kuala Lumpur
Zirvesi’ne yönelik Suud yönetiminin OIC içerisinde ayrışma ve bölünme söylemini
Suud yönetimine ve yandaşı BAE’ne iade etmişmiştir.
Arap Birliği ve OIC
çözüm olabilir mi?
Bununla
birlikte, Arap dünyasının kahir ekseriyetinden ses çıkmadığı görülmektedir.
Ancak burada vurgu Arap dünyasına değil, temel kuruluş gayesi Filistin
toprakları ve bağımsızlığı olan İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ne tür bir tepki
verdiği ve yapılaşma gösterdiği üzerinde olmalıdır.
Arap
Birliği çatısı altında biraraya gelen Arap ulus-devletlerinin özellikle, Mısır
ve Suudi Arabistan eksenli bir yapılaşma gösterdiği ortadadır.
Bir
yanda seküler siyaset çevrelerinin egemenliğindeki Mısır’a, öte yanda
meşruiyetini Wahhabi imamlarından aldığı söylenen ancak, bölgesel ve
uluslararası siyasette ABD güdümünden çık/a/mayan Suudi Arabistan’a karşı çıkabilecek alternatif
bir Arap siyasal görüşünden ne kadar bahsedilebileceği tartışma konusudur.
Bu
ülkeleri Arap Birliği’nde dizginleri ellerinde tuttukları gibi, benzer bir
yapıyı İslam İşbirliği Teşkilatı’nda da sergileme arzusu içerisinde oldukları
gizli saklı bir durum değildir.
Güçlü alternatif
yapılara ihtiyaç var
Bugün
gelinen noktada, İslam toplumları tek tek ulus-devlet çatıları altında karşı
karşıya bulundukları pek çok sorun kadar, özellikle İslam’ın kutsal
topraklarının egemenliği konusunda da işbirliklerinin yollarını aramak
zorundadırlar.
Bu
konuda, Ortadoğu eksenli arayışlar yerine, yukarıda dikkat çekildiği üzere
farklı coğrafyalardaki İslam toplumlarının gerek sivil toplum gerek resmi
siyaset yapıcılarının yaklaşımlarına ihtiyaç dünden çok daha fazladır. Böylesi
bir ortamın zemininin hazırlanmasında her kesime sorumluluk düştüğüne kuşku
bulunmamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder