Mehmet Özay 05.02.2020
Araştırma
üniversitesinın varlığı ve etkinliği, konvansiyonel yüksek öğretim
kurumlarından ayrıştığı noktaların kesin olarak belirlenmesiyle ancak
farklılığını ortaya koyabilir.
Araştırma
olgusunun temelde bir düşünce süreci olduğu konusunun göz ardı edilmemesi
gerekmektedir. Nihayetinde gündelik yaşam içerisinde bireylerin rutinleşen
eylemler dizisi içerisinde ortaya koydukları araştırma ile konumuzun özünü
teşkil eden kurumsal araştırma ile akademi kurumlarındaki araştırmanın yapısal
farklılığı oldukça aşikârdır.
Akademi kurumlarında
araştırmanın öznesi konumundaki akademisyen-araştırmacı, iç içe geçmiş süreçler
boyunca en etkin olduğu ve araştırmasına yön ve sonuç kazandıracak olan alanın,
düşünme ve düşünce sürece olduğu konusunun anlaşılıp anlaşılmadığı hususu ciddiyetle
ele alınmayı beklemektedir.
Araştırma olgusu
ve eylemini akademi dünyasındaki diğer eylemler dizisi ile karşılaştırmak,
onlara eklemlenmiş bir süreçmiş gibi algılamak ve politikaları bu yanlış algı
üzerine bina etmek araştırmanın oluşturduğu yapısallıkları çözen, dağıtan,
anlamsızlaştıran boyutların ortaya çıkmasına neden olacak güçtedir.
Araştırmanın
bizatihi kendisinin iç içe geçen düşünceler bütünü ve bu bütünü oluşturan ara
katmanların bütünün oluşmasındaki rolü birbirinden bağımsız ele alınamayacak
önemdedir. Ancak tüm bu süreçleri bir arada ele almaya sevk eden ve bu bütünün
anlamlı ve kendinde bir varlık olarak ortaya çıkmasına neden olan ise düşünce
ediminin sürekliliğidir.
Burada kısa bir
karşılaştırma ile ne demek istediğimizi örneklendirmekte fayda var. Kampüs
yaşamına henüz yeni adım atmış bireylerin eğitim öğretim faaliyeti ile
gerçekleştiği var sayılan bilgi edinme süreçlerinde araştırma olgusunun nasıl
ortaya çıkmakta olduğuna dair gözlemler önemlidir. Araştırmayı, diyelim ki,
konvansiyonel olarak kaynakların bulunduğu bir kütüphaneyi fiziki olarak
ziyaret edip, ilgili eserlerden yapılan bir dizi aktarımların, araştırma
nispetinde olduğu varsayımı bu bireylerin temel yanılsamalarından biridir.
......
Üniversite
kurumunda rol alan ve işlev gören eğitimci kadronun hiç kuşku yok ki, bireysel
akademik kariyerlerinin gelişim süreçlerinde kendilerinden beklenen akademik
çabanın bir yanıyla araştırmaya uğraşıyla bağlantısı yadsınamaz. Bu noktada,
yüksek lisans, doktora gibi süreçlerde araştırmaya konu olan alanların
tamamlanmasıyla ortaya çıkan ‘akademik’, ‘bilimsel’ ürünlerin kanıtladığı
şekilde, kişilerin unvanlar almasıyla kendilerine üniversite ortamında bir yer
edinmektedir.
Akademisyenlerin kariyer
bu süreçlerinde, araştırmanın neye tekabül ettiğine dair ipuçları veren bazı
olgulara rastlanmaktadır. Normal şartlar altında yüksek lisans, doktora
hazırlıkları ve tez yazımlarından amaç, bir ‘iddia’dan hareket ederek ortaya
bir ‘tez’ koymak ve bunu savunmaktır. Bu nedenle, bu süreçlerin bizatihi
araştırmanın ve bunun vazgeçilmez ögesi olan düşünce süreçlerine bağlılığı
ortadadır.
Burada sorun şu
ki, söz konusu bu iki temel sürecin ardından gelmesi beklenen diğer akademik
kazanımlar -diyelim ki, doçentlik ve profesörlük süreçleri- zamana yayılabilir
ve ihtimaller dahilinde gerçekleştirilebilir performanslarla ortaya konulabilmektedir.
Ancak bunun bir zorunluluk arz etmediği de gözlemler bağlamında bir gerçeklik
payı taşımaktadır. Bununla söylemek istediğimiz, üniversitede bir akademik
unvan ve kariyer sahibi olmanın, araştırma temelinde yükselen bir vechesi
olmakla birlikte, araştırma olgusunun sürdürülebilirliği konusunda
farklılaşmaların ortaya çıktığı hususudur.
Aslında tam da bu
nokta, bilgi üretim süreci adı verilen yapının sağlıklı bir şekilde sürdürülebilirliğine
yönelik alt yapının oluştuğu varsayımıyla, bir devamlılığın hasıl olacağı
düşüncesinin neden olduğu bir tür yadsınmışlık ve kanıksanmışlık halinin ortaya
çıktığına işaret etmektedir. Bu kanıksanmışlık hali, çeşitli nedenlerle üretim
sürecinin dışına çıkılmasına, bir meslek örgüsü içerisinde sınırlı-dar
kalıplarla hareket edilmesine ve uzun yıllar böylesi bir yoğunlaşmaya konu
olmasıyla tezahür etmektedir.
Akademisyen olmaya
aday bireyin, yukarıda dikkat çekilen süreçleri ‘başarı’ ile geçmesi ve ilgili
akademik unvanları kazanmasının ardından, ‘mesleki rehavet’ kavramıyla izah
edilebilecek durum, aslında araştırma sürecinin bitişi ile farklı bir sürece
geçişin izlerini taşımaktadır. Bu yeni süreç, artık adına öğreticilik mesleği
denilen ve ilgili kurumu, ‘yüksek lise’ olmaya yönlendirilen ve hatta zorlayan
üniversite ortamında gündeme gelen öğreticilik faaliyetidir.
Bu bağlamda, bir
kurum olarak üniversitenin bilgi üretim merkezi olduğu varsayımı doğruluk payı
taşımakla birlikte, bölgesel, ulusal, eğitim yapılaşması, nüfus vb. özellikler
çerçevesinde üniversite kurumunun bir ‘yüksek lise’ konumuna gelip dayanması da,
kimi ülkeler özelinde gözlemlendiği üzere bir gerçeklik payı taşımaktadır.
Konvansiyonel
üniversitelerin ‘yüksek lise’ bağlamına oturmasının küçümsenir bir yanı
olmadığını da ifade etmek gerekir. Bununla birlikte, bu kurumsal yapının ne
gibi toplumsal sorunlara karşılık gelen cevaplar verdiğini de sorgulamak
gerekmektedir. Örneğin, günün getirdiği ulusal ve küresel kalkınma süreçlerinde
ihtiyaç duyulan iş gücünü oluşturacak kitlelerin ortaya çıkarılmasının bir yolu
olarak yüksek öğretimin bir kanadının daha fazla işlev gördüğü gizli/açık
ortada durmaktadır.
Bu noktada,
kalkınmacı modernleşmelere konu olan ülkelerde gözlemlendiği üzere, ‘yüksek
lise’ ile ara iş gücü denilen ve çok farklı alanlardaki iş gücünün yetişmesinde
işlevsel olan teknik yüksek okulların varlığı çok daha işlevsel bir halde karşılık
bulduğunu unutmamak gerekir.
.....
Bu noktada kısaca
bürokratikleşmeye göz atmakta fayda var. En azından modern döneme damgasını
vuran bürokratikleşme olgusunu kavramsal düzeyde ortaya koyan Max Weber’den bu
yana, bürokrasinin eleştirel bir değerlendirilmeye tabi tutulduğu ortadadır.
Adına gelişmiş
liberal ülkeler denilen yapılarda toplum-birey ile yönetim çevreleri ve
bürokrasi arasındaki ilişkinin, bireyin sorunlarını anlama ve çözme
süreçlerinde mesafe kat etme konusunda sergilenen çalışmalar hiç kuşku yok ki,
diğer ülkeler tarafından önce gözleme tabi tutulmuş ve ardından bir uygulama
alanı olarak karşılık bulmuştur. Tabii, tıpkı diğer modernleşme süreçlerinde
olduğu gibi sancılı, sorunlu olan ve temelde taklit özelliği dikkat çeken bu
yapılaşmanın asli unsuru, devleti temsil ettiği iddiasındaki bürokrasi üzerinden
devlet ile kurulan ilişkide bireyin rahatını ve memnuniyetini sağlamaktır.
Yüksek öğretim
kurumları da bu bürokratikleşmeden nasibini hayli alan kurumlar olarak dikkat
çekmektedir. Aradan geçen uzun süreçlere rağmen, bazı ülkelerde bürokrasinin
ağırlığını hissettirmeye devam etmesi, yüksek öğretim kurumlarının da bu
süreçte eleştirel bir gözle ele alınmasına neden olmuştur.
Temelde, adına
devlet denilen kurum yapılaşma olarak bürokrasiye dayanmakla birlikte,
özellikle yüksek öğretim gibi belli başlı kurumların işlerlik ve verimlilik
noktasında karşı karşıya kaldıkları sorunların başında hiç kuşku yok ki,
çalışanlarına, müşterilerine sunulan hizmet ve ilişkiler ağını bürokratik
zorunluluklarla örme, aslında kontrol mekanizmasının bir unsuru olarak tezahür
etmektedir.
Ancak genelde
yüksek öğretim kurumlarının, özelde araştırma kurumlarının tipik bir bürokratik
mekanizmaya dahil edilmesinin amaçlar ve hedefler noktasında üretim kaybına yol
açtığının göz ardı edildiği olgusu yabana atılacak bir konu değildir.
Max Weber’ bir
çalışmasında, o dönem Almanya akademi geleneğinde genç akademisyenlerin
‘ikincil’ dersler vermeleri sayesinde bilimsel çalışmaya daha fazla vakit
ayırabildiklerini söylemektedir. Bu durum, konvansiyonel yüksek öğretim kurumlarındaki
mevcut durumla kuvvetle muhtemel benzerlik göstermektedir.
Ancak araştırma
üniversitesi ‘birincil/ikincil’ ayrımına gitmeden, adına araştırmacı denilen
grubun faaliyetlerinin odağına bütüncül bir anlamda araştırmayı almasından daha
doğal bir durum olamaz. Kaldı ki, başka yerlerde de dile getirildiği üzere,
araştırma öncülüğünde bir öğretim faaliyetinden edinilecek birikimin öğrenci
grubunda oluşturacağı motivasyon, verim, tecrübe ve hatta ekonomik anlamda
kazanımlar küçümsenmemesi gereken hususlardır.
Bu nedenledir ki,
konvansiyonel üniversitelerden ayrışmanın ürünü olarak araştırma
üniversitelerinin varlığı, bizatihi araştırmayı doğal ve sürdürülebilir bir
eylem alanı kılmasıyla anlamlı bir hale gelmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder