Mehmet Özay 15.07.2018
15 Temmuz
darbesinin ikinci yılı. Darbenin salt ulusal bir sorun olarak ortaya çıkmadığı
artık herkesçe malum. Söz konusu terör ve darbeci yapının Türk toplum ve inanç
yapısını olabildiğince araçsallaştırmak suretiyle hareketle ortaya koyduğu ulusal
yapılanmasının ötesinde, bu terörü ve darbeye cesaretle kalkışabilmesinde daha
çok uluslararası yapılanması olduğunu söylemek mümkün. Bu noktada, bu yapının
bizatihi kendi oluşturduğu belirtilen uluslararası yapılaşmaları ve kadrolaşmaları
ile uluslararası güç çevreleriyle çeşitli çıkarlar bağlamında ilintili oluşu
ortada.
Kendini tek tek
ülkelerde ve uluslararası temsil gücü olan yapılarda kanıtladığı iddiasında
olması bu terör oluşumunun, ulusal çapta sahip olduğu gücün katlanarak
büyümesine neden oldu. Bu nedenle, şayet bu oluşumun anlaşılması gerekiyor ise,
bunun ulusal boyutu kadar ve hatta bundan da öte uluslararası boyutunun enine
boyuna masaya yatırılması gerekiyor. Ancak bunu hangi kurumlar vasıtasıyla
yapılacağı da bir o kadar sorunlu alanı teşkil ediyor.
Bu sorunun bir
başka vechesi ise, ulusal çapta yegâne bir siyasi ve meşruiyet yapısı olarak
beliren devletin, tek tek ülkelerde ve uluslararası yapılarda temsil kabiliyeti
ve gücünün hangi boyutlarda seyrettiği de bir o kadar somut unsur olarak ortada
duruyor.
Türkiye
Devleti’nin, klasik ve geleneksel anlamda ifade etmek gerekirse, örneğin ‘dost’
bildiği ülkelerde özellikle de darbe sonrasında bugüne kadar geçen süreçte nasıl
algılandığı ve neye karşılık geldiği önemlidir.
Bunun yanı sıra, devletin
ilgili ülkelerdeki temsilini yerine getirmekle sorumlu yapıların ve bireylerin
ne türden bir temsil kabiliyetinde olduğu sorusunu da beraberinde gündeme
getirmekte fayda var. Bu sorunlara belki birkaç on yıl öncesinde cevap verilmesi
gerekiyordu, ancak bugün bu cevap aciliyet arz etmektedir.
Tam da bu noktada,
şu hususa dikkat çekmekte fayda var. Devletin temsilcisi olmakla önemli ve
ciddi bir sorumluluk altında bulunan kurum ve bu kurumlarda çalışan kişilerin
yetkinlikleri, ilgili ülkelerde devlet kademelerinden başlayarak o toplumun tüm
sivil alanlarındaki tanınırlıkları ile anlamlılık taşır.
Bu noktada, adı
bugün terör yapısı olarak anılan, kimilerince bir dönemin öncü gücü olarak
belirlenen ve önündeki tüm kapıların açılması için imkânların devşirildiği
oluşumun gelişip büyümesi kadar, bu yapının kendini ilgili ülkeler ve
uluslararası yapılarda tanınırlığını artıracak meşru ve gayri meşru -ya da buna
ahlâki ve ahlâki olmayan da diyebiliriz- tüm yolları kullandığı yine bugüne
kadarki gelişmelerden net bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte,
bu terör yapısının kendini devletin önünde bir aygıt olarak konumlandırmasında taşınan
sorumlulukları yerli yerine oturtmak gerekmektedir. Tam da bu noktada ilgili
resmi kurumlarda görev yapanların, dünün ben devletim diyen, bugünse artık bir
terör sıfatıyla anılan yapısına kol kanat germenin ve şu veya bu şekilde gücü
içinde barındıran bu yapıya eklemlenmek suretiyle güçten pay devşirme hesabında
olanların sorumluluğu basite indirgenecek gibi değildir.
İki yıl önce
Türkiye’nin başına örülmeye çalışılan problemin, ülkenin sadece son yirmi yılını
değil, belki bunun iki katı bir zamanın ve de bu zaman dilimindeki imkânın heba
olması anlamına geldiğini unutmamak gerekir. Bu durum, Türkiye’yi temsil makamındaki
birey ve kurumların hangi sorumluluklarla hareket ettiklerinin belirlenmesini
gerekli kılmaktadır.
Çünkü bu durum, darbe
teşebbüsü sonrasında Türkiye’nin, adına dost denilen ülkeler de bile yalnızlaştırılmaya
çalışılmasıyla bağlantılıdır. Türkiye’yi temsil makamındaki kişi ve kurumların,
sorumluluk sahaları bağlamında içinde bulundukları ilgili ülkelerin
siyasetinden toplumsal yapısına, tarihinden kültürüne kadar tüm sosyal ve
siyasal yapılaşmalarına hakim olmak elbette mümkün olmayabilir. Ancak bu konuda,
elde sağlıklı bir birikimin oluşup oluşmadığı ve böyle bir birikim oluşmadı ise
bunda kimlerin sorumlulukları olduğu da bugün açıkça ortaya konulmayı
beklemektedir.
Böyle bir
birikimin olmamasıdır ki, darbe girişiminin akabinde ilgili ülkelerde çeşitli siyasi
ve toplumsal yapılarla işbirliğine girilememesine yol açmış olabilir. Ve bu
durum, darbenin Türkiye’ye olan zararından bir an önce dönülebilecekken dönülememesine
ve Türkiye’yi güçlü bir ortak olarak o ilgili ülkelerde varlığını artırarak devam
ettirebilecekken bu yolların tıkanmasına yol açmış olabilir.
Bu noktada, hiç
kuşku yok ki darbenin ne anlama geldiği ve Türkiye’nin bugün özellikle ilgili
tekil ülkelerde ve uluslararası arenada ne tür yalnızlıklara terk edilmek
istendiğinin cevabının bulunabilmesi için bugün yapılması gereken, darbe
sonrasının veya hemen öncesinin değil, darbeden daha birkaç on yıl öncesine
dönüp bakılmasını gerekli kılmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder