Mehmet Özay 12.06.2018
Asya-Pasifik
bölgesi 12 Haziran Salı günü Singapur’da düzenlenecek Donald Trump-Kim Jong-un
zirvesi nedeniyle bir kez daha küresel arenada büyük bir ilgiyle izleniyor. Şayet
öngörülen başarı elde edilirse, en azından Asya-Pasifik bölgesi bağlamında yüzyılın
anlaşması olmaya aday bir zirve olacak. Bunu söylerken, hedefte sadece Kuzey
Kore’nin sahip olduğu nükleer silahları tedrici olarak elinden çıkarmasından
değil, bunun ötesinde 1950-53 Kore Savaşı’nın bir anlaşmayla sona ermemiş
olmasından hareketle Kuzey ve Güney Kore’nin bir anlaşmaya varması ihtimalinden
bahsediyoruz.
Söz
konusu zirveye, 719 km2 Ada ülkesi Singapur’un bu yüzyılın zirvesine ev
sahipliği yapması, elbette Singapur yönetimi için bir gurur kaynağı. ABD
Başkanı Donald Trump’ın zirve için Ada’yı seçme nedeni olarak güvenlik ve
tarafsızlık gibi iki ilkeye başvuruda bulunması kadar, Ada’nın iki yüzyıllık
geçmişi ile Anglo-Sakson dünyanın bölgedeki küçük ancak önemli bir kalesi
olmasıyla da ilişkili olduğunu unutmamak gerekir.
ABD’nin Asya-Pasifik’e
dönüşü
Bu
zirve hiç şüphe yok ki, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine yeniden dönmesi anlamı
taşıyor. Bu hususa aşağıda değineceğim. Ancak öncelikle bu sürece nasıl
gelindiğini kısaca bir bakalım. Donald Trump ABD’de 2016 seçimleri öncesi
kampanyasından başlayarak başkanlık koltuğuna oturmasının ardından ‘Önce
Amerika’ söylemiyle uluslararası ilişkilerde gergin bir dönemin habercisi
olmuştu. Bu politikanın pratikteki ilk karşılığı, Barack Obama döneminin en
önemli projelerinden biri olan ve Pasifik’in doğu ve batısından toplam on iki ülkenin
üyesi olduğu “Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması”nı (TPPA) rafa kaldırması olmuştu.
Bu
süreç, küresel ticarete yön verecek ve bu anlamda Asya-Pasifik bölgesini
giderek daha öne çıkartacak bir gelişmenin frenlenmesi anlamı taşıyordu. Bunun yanı
sıra, giderek tehditkâr olarak gündeme gelen Kuzey Kore, ABD’nin bölgedeki
güvenlik politikalarında işinin giderek zorlaşmakta olduğuna dair güçlü bir işaretti.
Bu noktada, özellikle Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik iddiaları ve
bunun ötesinde sivil ve askeri yayılmacılık çabalarını birlikte değerlendirmek
gerekir.
ABD’nin
bölgede ekonomik ve güvenlik politikalarında ikincil plana itilmesi anlamına
gelen bu gelişmeler sonrasında, bugün ABD’nin büyük bir sürpriz olarak değerlendirilen
zirvenin tarafı haline gelmesi ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine dönüşü olarak
değerlendirilmeyi hak ediyor. ABD’de, özellikle TPPA sürecindeki kırılmayı
eleştiren çevreler Kuzey Kore ile yapılacak zirveyi bir başlangıç kabul ederek,
ABD’nin süreçte TPPA ve/ya benzeri bir ticari ve ekonomik açılıma da yönelmesi
gerektiğini gündeme taşıyorlar.
Bölgede iki aktör:
Güney Kore ve Japonya
Yukarıdaki
bu iki gelişme karşısında hem ulus-devlet bağlamında siyasi ve ekonomik
varlıklarını, hem de bunun bölgesel güvenlik ve ticaret ilişkilerinden bağımsız
ele alınamayacağını yakinen bilen bölge ülkeleri özellikle Japonya ve Güney
Kore, Kore Yarımadası’nda barışın
kapısını aralamak amacıyla inisiyatif geliştirdi. TPPA özelinde ise, Japonya ve
Singapur izledikleri agresif dış politikalarla ABD’nin çekilmesiyle atıl kalan
bu birliğin diğer üyeleri arasında yeni bir anlaşma imkânını bulmaya çalıştılar.
Bu
iki durumun birarada ele alınması gelişigüzel seçilmiş örnek olmalarından
kaynaklanmıyor elbette ki. Aksine, biri küresel ticaret olgusu, diğeri bu
ticaretin alt yapısını ve sürdürülebilirliğini sağlayacak güvenlik olgusu,
belki de ABD’den daha çok Japonya ve Güney Kore’den başlayarak bölge
ülkelerinin ihtiyaç duyduğu varoluşsal özellik taşıyan hususlardır.
Bu
noktada, öncelikle Güney Kore’nin ve perde arkasından Japonya’nın
sürdürülmesine katkı yaptığı ve Çin’in de devreye sokulduğu görüşmeler
zincirinde hedef ABD Başkanı Trump’ı çatışmacı yaklaşımdan giderek
uzaklaştırarak Kuzey Kore ile ikili görüşmelere sevk edecek bir seyir takip etti.
Bu sürecin nereden nereye geldiğine en iyi örnek ise hiç kuşku yok ki, aralarında
uçak gemisinin de bulunduğu ABD pasifik filosunun Kore Yarımadası’na yönelik
çerçeveleme kararlılığıydı.
Ancak
karşılıklı restleşmeler sonrasında bugün Trump ve Kim Jong-un masa başında
biraraya geliyorlar. Bu buluşmaya her iki tarafın farklı anlamlar yüklediğine
kuşku yok. Zaten Mayıs ayı ortalarında Kuzey Kore tarafından gelen aksi açıklamalar
karşısında Trump’un görüşmenin yapılmayacağını yönündeki çıkışı bunun bir
göstergesiydi. Ancak sahneye yeniden Güney Kore lideri Moon Jae-in çıkarak
tarafları yeniden biraraya getirmenin yolunu buldu.
Çifte hedef: Nükleerden
arındırma-Yarımada’ya kalıcı barış
Bu
görüşmelerden ABD’nin beklentisi Kuzey Kore’nin elindeki nükleer silahları
tedrici bir şekilde elinden çıkarması. Ancak Kuzey Kore’nin daha düne kadar güvenlik
tehdidi olarak algıladığı ABD’nin bu talebini niye kabul etmiş olduğu şu ana
kadar belirsizliğini koruyor. Bunun görünür bir sebebi var ise o da, dış
dünyaya kapalı bir siyasi rejim olan Kuzey Kore’de halkın sosyo-ekonomik yaşam
koşullarının dayanılamaz boyuta gelmesi veya gelmekte oluşu olduğu ileri
sürülebilir. Tabii, burada Çin faktörünü göz ardı etmeksizin, Çin’in Kore
Yarımadası’nda yeni bir oluşumdan bağımsız kalamayacağı ve bu süreçte Kuzey
Kore’yi ikna eden aktörlerden biri olduğuna şüphe yok.
Ancak
işin öte tarafından Kore Yarımadası’nın aynı insan stoğuna sahip iki ülkesi
arasında de facto savaş halinin devam
ediyor oluşudur. Bu duruma sebep ise, 2. Dünya Savaşı sonrasının neden olduğu
Soğuk Savaş döneminin bir ürünü olan Kore Savaşı’nın barış anlaşmasıyla
sonuçlanmamış, aksine sadece ateşkese varılmasıyla dondurulmasıdır. Zaten,
Kuzey Kore yönetiminin ABD’yi ulusal güvenlik için bir tehdit olarak algılaması
ve nükleer çalışmalarına ara vermeksizin devam etmesi de, temelde bu Kore
Savaşı’nın bitmemişliğiyle doğrudan ilintili.
Bu
noktada, ABD’nin Kuzey Kore’nin elindeki nükleer silahları ortadan kaldırmaya
yönelik girişimine karşılık, Kuzey Kore yönetimi de ABD’nin Güney Kore
topraklarına konuşlandırdığı füze savunma sistemlerinin (THAAD) kaldırılmasını
talep ediyor. Bu talebi destekleyen bir başka ülke ise, bu sistemlerin kendi
ulusal güvenlik sahasını tehdit ettiği iddiasındaki Çin’den de geliyor. Bugün
şayet Trump ve Kim Jong-un zirvesi yapılıyor ise, bunun mimarının Güney Kore
başkanı Moon Jae-in’in ABD’yi bu konuda ikna edebilecek bir konumda olmasıdır.
Bunun
ötesinde, Güney Kore yönetimi daha kapsamlı, rasyonel ve uzun vadeli bir politika
izleyerek, Kore Savaşı’na son noktayı koyacak bir barış anlaşmasının zeminini de
oluşturmayı hedefliyor. Bunun ardından, aynı halkın iki farklı ülkede yaşam
sürmesine karşılık, en azından savaş döneminde ayrılmış ailelerin
birleştirilmesi, sınırların açılması, yatırımların geliştirilmesi gibi giderek
siyasi, ekonomik ve toplumsal alanın çeşitli yönlerini içerecek bir ilişkiler
silsilesi öngörüsü bulunuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder