Mehmet Özay 14.06.2018
Türkiye’de 24
Haziran’da yapılacak başkanlık ve parlamento seçimleri öncesinde bir küresel
medya organının Türkiye’de faaliyet gösteren şubesince bir kamuoyu araştırma şirketine
yaptırılan seçmen yaklaşımı haberleştirilmiş.
Bu haberde dikkat
çekilen seçmen anketi hem sorular ve tabii ki hem de cevaplar noktasında dikkat
çekici özellikler taşıyor. Ancak bununla birlikte, muhtemelen benzer medya
organlarının veya hatta çoğunluğunun bile aynı minval üzere yine benzer
araştırma şirketlerine yaptırdıkları veya bizzat kendilerinin yaptıkları seçmen
yaklaşımını belirlemeye yönelik çalışmalar oluyordu.
Burada dikkat
çekmek istediğim husus seçmenin ahlaki duruşuyla ilgili. Temelde bu ahlâki
duruşun var olup olmaması kadar, var ise ne kadar kendine ve sahici bir nitelik
taşıdığı, ne kadarının manipülasyonlarla şekillendirildiği sorgulanabilir.
Girişte dikkat
çektiğim haberde Türkiye seçmeninin hangi yöne evrildiği konusunda evrenin ilk
defa küçük bir yerleşim birimi temel alınarak hazırlandığına dikkat çekilerek
metodolojik farklılığa dikkat çekiliyor. Bunun kendine özgü gerekçeleri
olabilir. Ancak bu örneklemin Türkiye temsil kabiliyeti vb. hususlar bizim
burada üzerinde durmak istediğimiz asıl konuyla doğrudan ilgili olmaması hasebiyle
hakkında pek de bir şeyler söylemeye gerek yok.
Bu araştırma
örneğinde, ülke siyaset dünyası hakkında bazı fikirler edinmek mümkün. Habere konu
olan çalışmada seçmenin ekonomi, terör gibi temel yaklaşımlar karşısında mevcut
cumhurbaşkanı ve egemen siyasi yapıya yönelik destekte gerileme olasılıklarına
dikkat çekiliyor.
Türkiye sosyolojisinin,
sıradan seçimler arenasına karşılık gelecek bir seçmen profili üretip
üretmediği sorgulanması gereken temel bir konu olarak karşımıza çıkıyor. İlk ve
ortaöğretimimiz boyunca fen bilimleri derslerinde bir bilimsel faaliyetin vazgeçilmez
koşulu olarak dikkat çekilen ‘normal şartlar altında’ bağlamını siyaset
dünyasına ve seçimlere uyarlamaya kalktığınızda aslında normal olmayan
şartların daha belirleyici bir nitelik taşıdığını görmek mümkün.
Denek seçmen kitle
önüne sürülen soruların elbette alınması istenen cevaplara teşne olduğu da
araştırma teknikleri konusunda birşeyler bilenlerin tahmin edebileceği bir
unsur. Dolayısıyla diyelim ki seçmene ekonomi, terör gibi sorularla
yaklaştığınızda Türkiye’nin bu soru ve sorunlardan azade olmadığı gibi bir
gerçekliği gizlemiş oluyorsunuz. Üstüne üstlük, sanki ülkenin bölgesinde ve de
çeşitli bağlamları ile örneklik taşıdığı belirtilen ülkelerde bu türden ‘normal
olmayan koşulların’ var olmadığı kanısının hakim bir söylem olarak Türk
seçmeninin gündemine getirilmek istendiği yönünde bir yaklaşım sergilendiğine
tanık oluyorsunuz.
Seçmenin ahlâki
duruşunu şekillendirmesi gereken birincil unsurun bu olduğu kanatindeyim. Seçmen
elinde mevcut imkânlar, bilgi ve enformasyon kırıntıları ile ne içinde
bulunduğu coğrafyada ne de kendisine örnek olarak sunulan tabii ki, hepsinin de
Batı ülkelerinden olduğuna kuşku olmayan ülkelerde ekonomi dünyasının parlak
bir durum arz ettiği, ülkelerin ekonomik kalkınma eşiklerini birer bire aşıp,
bambaşka ölçeklerde bir ekonomi yaşamına tabi bulundukları zannedilebilir.
Ya da, bu gelişmekte
veya gelişmiş ülkelerin adına terör denilen ve artık ilköğretim düzeyindeki
çocukların bile gündelik yaşamlarına şu veya bu şekilde girmiş bir olgundan
bağımsız bir toplumsal ve siyasal düzene tabi oldukları gibi bir anlayışa kapı
aralayan bir duruş sergileniyor. Ve bu terör olgusunun yanı başımızdan
ayrılmazlığının Türkiye’nin yerel ve özel bir problemi gibi sunmanın ve bunu bu
şekilde algılamanın bir ahlâki yanı olup olmadığı üzerinde düşünülmeyi
gerektiriyor.
Adı geçen
araştırma kurumu ve küresel medyanın bu araştırma kurumunun çalışması üzerinden
kurgulamaya çalıştığı seçmen profiline dair bir diğer husus, mevcut siyasi
egemen yapının “koalisyon” durumuna muhtaçlığı veya “koalisyonsuz” başarı
kapısının aralanamayacağı yaklaşımıdır. 2003 yılından bu yana ülke siyasal
yaşamında birincil aktör olarak yer alan bu siyasi hareketin bizatihi çıktığı
dönem ve dinamik safhalar içerisinde bu güne kadar izlediği rotada Türk
toplumunun siyasal, kültürel ve hatta dini farklılaşmalarına yönelik söylemi,
bu çevrelerle birlikteliğinin olmadığı gibi yanılsamacı bir resim çizilmeye
gayret ediliyor.
Türkiye’nin ‘mono’
bir toplum yapılaşmadığı sergilemediği, aksine bu toplumun farklı siyasi,
kültürel, dini çeşitlilikleri evvelinden itibaren bünyesinde taşıdığı ve bunun
siyasi partiler ve söylemler tarafından ya zaman zaman dışlandığı veya zaman
zaman adına açık ittifaklar denmese bile birliktelik bağlamında ortaya konduğu
olmuştur. Bugünkü iktidarın varlığına yönelik veya önümüzdeki dönemde ‘başarısına’
yönelik eleştirilerde bu yanılsatıcı mono kültür yaklaşımının da ahlâki bir
yönü olmadığını söylemek gerekiyor.
Araştırmayı yaptıran
ve haberi şekillendiren küresel medya organının doğusundan batısına günümüz
ülkelerindeki siyasi hareketlerin koalisyonlar olgusundan azade olamayacak
çok-kültürlü, çok-dinli, çok-siyasetli toplumlara hitap ettikleri olgusunu
Türkiye özelinde asli ve temel bir unsur olarak var olduğunu ortaya koymaları
ahlaki bir duruş için gerekli şart olmalıydı.
Bu bağlamda, seçmenin
ahlâki duruşunu belirlemede kaçınılmaz faktörler olan mevcut siyasi yapının ve
lideri ile lider kadrosunun ekonomi, terör vb alanlarda ortaya koydukları söylemler
ve bunların politikaya yansıması, ülkenin kanun yapıcı kurumlarda karşılığı
bulan süreçleri karşısında kendine muhalefet denilen siyasi yapıların bu ve
benzeri alanlarda neyi nasıl ortaya koyabilecekleri konusunda ahlâki bir duruş
sergilemeleri beklenen bir durumdur. Bu ahlâki durumu, küresel ve ulusal medya
kurumlarının öncelikli olarak gündeme taşımada aracı olmaları da medya
ahlakının bir gereği olarak öne çıkmaktadır.
Adına muhalefet
denilen partilerin içerisinde kendini coğrafi ve kültürel sınırlar içerisine
hapsettiğini açık seçik ilân eden bir hareketin ulaşmaya çalıştığı anlaşılan
demokratik yapılanma ve yaşam pratikleri talepleri öncesinde ahlâki bir durum
takınarak kendi toplumsal arka plânına bakarak acaba feodal bir toplum özelliği
taşıyan bu yapılaşmadan nasıl bir demokratik talepler zinciri çıkabilir
sorusunu sorması gerekir.
Bu siyasi oluşumun
bünyesindeki feminist temsiliyetle; sol ideoloji içerisinde en faşizanından en
liberaline farklı fraksiyonlarla; inanç özelinde kendini Müslüman olarak tanımlayan
kişi ve gruplarla; ülkenin kurucu ideolojisinin bugün destekçisi olan parti ve
toplumsal çevreler gibi birbirinden bağımsız ve farklı toplumsal unsurlarla bir
ideolojiler gökkuşağı izlenimi veriyor. Siyasetin en bariz unsurlarından biri
olarak hangi taleplerle hangi metodlarla ne türden çözümlere yönelineceği
konusu ise bu gökkuşağı görüntüsü altında muğlaklaşıyor. Ya da bu muğlaklık
bile isteye üretilen bir duruma tekabül ediyor.
Bu siyasi hareket,
feodal ilişkilerin alabildiğine toplumsal ilişkilerin içerisinde örüntülendiği,
kadının bu toplumsal yapı içerisinde sırada bir geride bırakılmakla kalmayıp
bunun bilinçli bir kültürel yapılaşma olarak ortaya çıktığı, hadi diyelim ki adına
eşitlikçi denilen bir siyasi yaklaşımın günlük toplumsal pratiklerde pek de
karşılaşılmadığı bir coğrafya içerisinde çıktığını kabul ederek bu ve benzeri
kırılmaları onarmaya yönelik ahlâki bir pratik ortaya koyması beklenir. Her şeyin
ötesinde, bu siyasi hareket hiç kuşku yok ki, ülkenin sınır ötesinde ve geniş
Ortadoğu coğrafyasında ve küresel çatışma bölgelerindeki uluslararası
aktörlerin mevcudiyeti karşısında da kendisine nasıl bir konum takındığı sorunuyla
yüzleşmelidir.
Yazıyı fazla
uzatma niyetinde değilim. Ancak son olarak yukarıda sunulan küresel medya ve ülkedeki
araştırma şirketlerinin dikkate almadıkları gözlemlenen, ancak sadece Türkiye
siyaseti açısından değil, küresel siyasetin yapılaşma bağlamında da önem
taşıyan bir unsur var ki o da o da mevcut siyasi yapının liderinin dünyanın
çeşitli yerlerindeki siyasi görünürlüğüdür.
Daha önce kaleme
aldığımız bazı yazılarda gündeme getirdiğimiz ve kendilerine Türkiye’nin
dostları adını verdiğimiz kitlenin Türkiye siyasetine yaklaşımları ulus-devlet
sınırlarını aşan bir ölçüde zuhur etmektedir. Çeşitli ülkelerde var olduğuna
tanık olunan ve de gözlemlenen bu oluşumu niceliksel bağlamından öte niteliksel
unsurları ile değerlendirmek gerekmektedir. Bu uluslararası durumun, Türk
seçmenin ahlâki duruşunda belirleyici olacağını düşündüğümüz bir nitelik arz
ettiğine vurgu yapmakta fayda var.
Küresel medya
organlarının ülke siyasal yaşamını gözlemlerken araştırma kurumları seçmenin
yönelimine dair çalışmalar yaparken, klasik manipülatif yaklaşımlarla gündeme
gelmeleri belki de bu organların ve kurumların doğasında olan ve niteliklerinin
bir parçasını teşkil eden bir husus. Bu anlamda bu durumu bir kusur olarak
değerlendirmek mümkün olmayabilirse de, tam da burada bunun ahlâki olmayan bir
duruma tekabül ettiğini söylemek bir başka duruma tekabül etmektedir.
Ülke siyasal ve
toplumsal şartlarını kendi içine kapalı bir yapı olarak sunmak ve buna itelemek
ile ülkeyi bir süredir yönetmekte olan siyasi yapının kendini ve kendisiyle
birlikte ülkeyi sınırların ötesine taşıma çabası arasında ara açık bir fark
olduğu ortadadır. Bunun bizatihi genel seçmen kitlesince ve de özelde bu siyasi
harekete mensubiyetini bugüne kadar oylarıyla açıkça ortaya koymuş seçmen
tarafından ne kadar algılandığı ve üzerinde durulduğu meselesi can alıcı bir
meseledir. Bu noktada, bu siyasal, toplumsal ve de küresel ortamda seçmenin nasıl
bir ahlâki duruş sergileyeceği meselesi önemlidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder