30 Haziran 2018 Cumartesi

Malezya’da UMNO’ya yeni başkan: Değişim yok! / A New leader of UMNO in Malaysia: No Change!

Mehmet Özay                                                                                                                         30.06.2018

Malezya’da 9 Mayıs seçimlerinin mağlubu olmakla kalmayan, aynı zamanda yüzyılın şokunu da yaşayan Ulusal Birleşik Malay Organizasyonu’nda (UMNO)  hafta sonunda parti içi liderlik yarışı vardı. Yapılan seçimde parti başkanlığına başbakan eski yardımcısı ve iç işleri eski bakanı Ahmed Zahid Hamidi getirildi. Bu değişimin ne anlama geldiğine değineceğim bu yazıda.

Başbakanlığı kaybeden Necib bin Rezzak, seçimin hemen ertesinde UMNO başkanlığından da istifa etmesiyle parti başkanlığı için seçim bir zorunluluk haline gelmişti. Böylece partide yaklaşık on yıllık Necib bin Rezzak dönemi sona ererken, kaybedilen seçimin ardından partinin nasıl bir başkanlık profiline sahip olacağı konuşuluyordu.

Hiyerarşik yapısıyla disiplinli bir parti özelliği taşıyan UMNO’da, normal şartlarda parti başkan yardımcısının parti başkanlığına yükselmesi söz konusudur. Bununla birlikte, ağır seçim mağlubiyeti sonrasında boşalan liderlik koltuğu için parti başkanlığı için üç aday ortaya çıktı. Birincisi, Necib bin Rezzak’ın yardımcısı ve iç işleri eski bakanı Ahmed Zahid Hamidi aday; ikincisi ise 80’li yaşlara varmış olan ekonomi eski bakanlarından Ku Li lakaplı Razaleigh Hamzah; üçüncü aday ise, gençlik ve spor eski bakanı Khairy Jamaluddin’di.

Her ne kadar, Necib bin Rezzak’ın istifasının ardından yardımcısı Ahmed Zahid Hamidi geçici olarak başkanlığı üstlenmiş olsa da, nihayetinde hafta sonu yapılan seçimlerin ardından partinin yeni başkanı oldu.

UMNO değişim istemediğini kanıtladı
Parti içi seçimi kazanan Ahmed Zahid Hamidi, artık adına ‘eski blok’ diyebileceğimiz yapının temsilcisi olarak seçime girmişti. Necib bin Rezzak’la aynı kulvarda olmasına, yolsuzluklar nedeniyle Rezzak’ın cezaevinin eşiğinde bulunmasına, sadece kendisinin değil, partinin de şeref ve haysiyet meselesinin konuşulduğu bu günlerde Ahmed Zahid Hamidi’nin parti başkanlığına getirilmesi bir anlamda şaşırtıcı.

Bu durum, partide en azından Ahmed Zahid’in aldığı oylar dikkate alınacak olursa azımsanmayacak bir kesimin 2015 yılından bu yana gündemde olan hadiselerden ve 9 Mayıs seçimleri ile sonrasından ders çıkarıp çıkarmadıkları konusunda şüpheler uyanmasına neden oluyor. Seçim sonrasında bazı partililerin açıklamaları dikkate alınacak olursa, sanki tüm olup bitenler partiyi değil de, sadece ve sadece eski başbakan ve parti başkanı Necib bin Rezzak’ın kişisel sorunuymuş gibi bir anlayış hakim. Bu yaklaşım ve parti başkanlık seçimlerinin sonuçları, parti içerisinde değişimin istenmediği düşüncesini güçlü kılmaya yetiyor.

UMNO tabanından üst kadrolarına kadar değişim ihtiyacının anlaşılamamış olması, kendini 2015 yılı sonundaki parti genel kongresi öncesindeki eleştirilerde ortaya koyuyordu. Bu eleştiriler partinin eski üyesi ve dördüncü başbakan Dr. Mahathir Muhammed ve ona yakın isimlerce parti kadrolarına yönelik çağrıları genel kongrede yankı bulmamış ve ardından bu isimler ya partiden istifa etmiş veya ihraç edilmişti.

Khairy ve genç partililer
Öte yandan, parti başkanlığı için adaylardan ve ülkenin beşinci başbakanı Abdullah Ahmad Badawi’nin damadı olan Khairy, genç yaşı ve hemen seçim ertesinde dile getirdiği eleştirel tutumu ve parti içi değişime işaret eden duruşuyla bu siyasi yapı içerisinde bir hareketlenmenin habercisi görünümündeydi. Khairy’nin bu çıkışında hiç kuşku yok ki, genç yaşında bakanlık koltuğuna oturması kadar, genç partililer arasında aktif rolü ile öne çıkması da bu yöndeki ihtimalleri güçlendiriyordu.

Bu hafta sonu yapılan parti başkanlığı seçimlerine aday olması ise, bu süreci hızlandırıcı bir yön içeriyordu. 9 Mayıs seçimlerini kaybeden UMNO’da, bir anlamda kan değişimi argümanı ile Khairy kendine alan açıyordu. Ancak Khairy’nin partiye yönelik eleştirilerinin tabanda yankı bulması için önünde yeterli kampanya süresinin olmadığı seçimi kaybetmesinden anlamak mümkün. Ancak burada önemli olan Khairy’nin eleştirel çıkışının ne anlama geldiğidir. Buna ana hatlarıyla aşağıda değineceğim.

Adaylardan üçüncüsü, Ku Li’nin adaylığı ise akıllara, tıpkı Dr. Mahathir Muhammed gibi 90’ını aşmış tecrübeli bir politikacının muhalefetin başında kazandığı zaferin bir benzerinin kazanabileceğini getiriyordu. Ancak Ku Li’nin pek fazla destekçisi olmaması böyle bir olanağı daha başta elenmesine neden oluyordu.

Bu iki adayın yani Khairy ve Ku Li’nin parti başkanlık seçimlerini kaybetmesi, hiç kuşku yok ki, Necib bin Rezzak döneminin şu veya bu şekilde devam edeceği öngörüsünde bulunmaya sevk ediyor analizcileri. Bu gelişme, önemli bir seçim şoku yaşayan partide kırsal seçmene yönelik eğilimlerin ve geleneksel siyasetin hakim olmaya devam edeceğine işaret ediyor.

Khairy ne demişti?
Bu üç adaydan, seçimin hemen ardından gündeme getirdiği gecikmiş eleştirel söylemiyle dikkat çeken Khairy’di. Seçim mağlubiyetinin ardından Khairy yaptığı açıklamada, parti tabanında Başbakan Necib bin Rezzak’ın 1 Malezya Kalkınma Fonu (1MDB) ile ilgili yolsuzluk iddialarından duydukları endişeyi doğrudan yüzüne karşı söyleyememiş olmanın ezikliği ve pişmanlığı içinde olduğunu dile getiriyordu. Aslında bu gecikmiş itiraf, UMNO saflarında siyasi ahlâkın ne denli zedelenmiş olduğuna işaret ediyor. Khairy bununla da kalmıyor, bu pişmanlığı ömür boyu üzerinde taşıyacağını söyleyerek ne denli büyük bir hata yaptığını ifade ediyordu.

Khairy’nin zamanında dile getiremediği bu ahlâki duruşu, 2015 yılı boyunca dillendiren ve aynı yılın sonunda yani, 2015 Aralık ayndaki genel kurulda yüksek sesle dile getiren Dr. Mahathir ve yanındaki Muhyiddin Yasin ve Shafie Abdal gibi bazı üst düzey bakanlar parti saflarından yeterli destek alamayarak ya partiden ayrılmayı veya ihracı göze almışlardı. O dönem, tıpkı Khairy gibi tüm ahlâki yılgınlıklarıyla parti içinde kalarak kendilerine zaman ve zeminin sunduğu imkânlarla hareket edenler ise 10 Mayıs günü farklı bir manzara ile karşılaştılar.

Aslında Khairy’nin bu eleştirisinin ardından parti içerisinde önemli bir hareketlenme oluşacağı ve eski kadroların yerine yenilerinin gelebileceği olasılığı kendini belirgin kılıyordu. Khairy, açıklamasının devamında, parti yapılaşmasındaki feodalizme vurgu yaparak, aslında muhalefet partileri ile aralarındaki ayrıma ve de dolayısıyla seçimde geniş toplum kesimlerinin niçin muhalefete yöneldiğinin de belki de istemeden altını çiziyordu.

Muhalefet partilerinin yaptığı etnik temelli bir siyaset anlayışının yerine, çoğulculuk üzerine inşa edilebilecek bir yapılaşmayı öngörmesiydi. UMNO yapılaşmasında ‘Malaylılık’ üzerine inşa edilen siyasetin artık toplumsal taleplere cevap vermediği aslında 9 Mayıs’tan çok daha önceleri ortaya çıkmıştı. Khairy gibi UMNO içerisinde genç bir politikacının bunu anlayabilmesi için ise 9 Mayıs seçim mağlubiyeti gibi bir tecrübe gerekiyordu. Khairy, yenilginin ardından yaptığı açıklamalarında Birleşik ‘Malay’ Ulusal Organizasyonu değil, Birleşik ‘Malezya’ Ulusal Organizasyonu’na evrilebilmenin önemine vurgu yapıyordu.

Siyaset ahlâkı sorgulamasına devam
Malezya siyasetinde 62 yıl boyunca hüküm süren ve etnik milliyetçi temele dayanan bir yapının, dönemin ruhunu yansıtmadığı epeyce bir süredir ortadadır. Öyle ki, parti erken dönem bağımsızlık yıllarının ve bölgesel şartların doğurduğu özelliklerle varlığını sürdürse bile, bunu diyelim ki, son otuz yıllık süreçteki gelişmeler bağlamında sürdürülebilmesi için artık pek de imkân kalmamıştı. Ancak 9 Mayıs’a kadar var olduğu meselesi ise, yukarıda Khairy’den alıntılayarak dile getirdiğim siyasi ahlâki duruşun yerini çeşitli boyutlarıyla ahlâksızlığın almasıyla alâkalıdır.

Başkanlık seçimi, UMNO’da feodal yapının devamı anlamına geliyor. Aslında Malay siyaset çevrelerinde bu denli kısa sürede büyük bir değişimi beklemek pek de mümkün olmadığından, oluşan bu tabloda şaşılacak bir durum yok. Bu noktada, 62 yıllık iktidarı sona eren UMNO’da yerleşik kadroların, en azından büyük bir bölümünün vazgeçilmesi pek de mümkün olmayan çıkarlar üzerine inşa edilmiş bir yapı içerisinde yer aldıkları unutulmamalı.

Ve parti üst kadrolarının bu yapılaşmayı ‘sadakat’ kavramıyla da şekillendiren ve Malay kitleler için bir anlamda var oluş olgusu olarak ortaya koyan anlayışının partinin merkezden kıra doğru yapılaşmasında değişime olanak tanımasının o kadar da kolay olmadığını ortaya koymaktadır. Bugün parti başkanlık seçimlerinde yerleşik lider kadronun değişmemesi, büyük bir seçim mağlubiyetinin ardından bile partililerin önemli bir değişime oldukça uzak olduklarını ortaya koymuştur. Bu durum, aynı zamanda Khairy’nin, “Hiç kimse parti içinde büyük bir problemimiz olduğunu kabul etmek istemiyor” sözünün geçerliliğine işaret ediyor.



23 Haziran 2018 Cumartesi

Türkiye siyaseti, Uluslararasılaşma ve Ötekiler / Turkish Politics, Internationalization and the Others

Mehmet Özay                                                                                                                        23.06.2018

Türkiye 24 Haziran’da yani, yarın seçime giderken, sistem değişikliğinin toplumsal ve küresel şartlarda ortaya çıkan değişimlerin bir yansıması olarak ortaya konulduğu gözlemlenmektedir. Bu süreç, sistem değişikliği yönünde çaba sarf eden talepkârları ile buna itiraz eden siyasal ve toplumsal çevreleri ile dikkat çekmektedir.

Bu siyasal gelişme karşısında toplumsal yapının farklı kesimlerince takınılan tutum bir karmaşıklık gibi algılansa da, toplumsal yapının çoğulculuğunun varlığı hatırlandığında bunun normal bir sürece tekabül ettiği söylenebilir. Bununla birlikte, Türkiye iç siyasetinde ortaya çıkan bu durumun bizatihi kendisinin farklı coğrafyalarda karşılık bulması kendi başına bir anlamlılık taşımaktadır.

Uluslararasılaşan Türk siyaseti
Ve bu durum, yani Türkiye siyasetinde bir süredir gözlemlenen değişimin uluslararası arenada karşılık bulması ve yansıması, içinde bulunduğumuz bu dönemde kendini giderek daha belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Tabii burada uluslararası arenada Türkiye siyasetine ve siyasal değişimine ilgi derken, Türkiye’deki siyasi elitler ile siyaset yapıcıları ile bunların toplumsal karşılığı olan kesimlerin çabalarının ötesinde bir duruma işaret ediyorum.

Bu durumun, bugün yaşanmakta olan seçim ortamında Türkiye siyasetinin aktörlerinin sadece ulusal siyaset arenasında değil, bunun ötesinde uluslararası kamuoyu bağlamında nerede durduğuna dair de bir ipucu vermektedir. Bununla ne demek istediğimi yakın geçmişte siyaset arenasında aktör olmuş yapılar ile bugün gelinen nokta arasında kısa bir karşılaştırma ile ortaya koyacağım.

Öncelikle söylenmesi gereken husus gelinen bu safhanın hiç kuşku yok ki, örneğin Soğuk Savaş döneminin içe kapanmış Türkiye’sinden ve Türkiye siyasetinin içe kapanmış halinden oldukça farklılık taşıdığıdır. Bu anlamda, ileri sürmekte olduğumuz uluslararasılaşması, kendinde bir gelişme ve değer olarak dikkat çekmektedir. Bu fenomen Türkiye ulusal siyasetinin sadece Türk siyasetçisi ve Türk seçmeni dışına taşan ve bu anlamda diğer benzer toplumlardan ayrışan bir özelliği ortaya koymaktadır.

Sol entelijansiya
Türkiye’de yaşanan bu değişimin neye tekabül ettiğini, belki kısa da olsa yakın geçmişte çeşitli araçlarla kendini aktör olarak gündeme taşıyan iki yapıya bakmakla anlamlandırmak mümkün.

Buradan yakın geçmişe gidip, kendini uluslararası kabul eden, ideolojik söylem ve dayandığı siyasal kanallar noktasında dışa bağımlı sol entelijansıyanın durumuna bakılabilir. Bu yapı, bir dönem kendini uluslararası ‘enternasyonal’e akredite etmek suretiyle bir siyasi elit çabası sergiliyordu. Ve bu yaklaşım, kısmen Türkiye’deki toplumsal tabanı kabul edilebilecek kesimlerince ve buna şu veya bu şekilde entegre olma çabasındaki kimi çevrelerin de katkılarıyla bir tür toplumsal talep olarak gündeme geliyordu.

Bu noktada, sol entelijansıyanın kendini ‘enternasyonal’ bağlamda ortaya koymasının öznelikten ziyade bir eklemlenme türü olarak nesne konumunda hareketi olduğunu söylemek gerekir. Öyle ki, sol entelijansiyanın bir aktörlük sürecinden ziyade, olan bitene yabancı ve kendinde bir değer üretmekten uzak, özellikle dışarıdan bir okur-yazarlık ve anlama çabasıyla sınırlı bir enternasyonel bağlamı olmuştur.

Bu durum, söz konusu bu çevrelerin bu ülkede sürdürülebilir bir siyaset ve toplumsal değişime yol açmaları mümkün olamadığı gibi, bu ülkeye yakın ve dost coğrafyalara yönelik bir siyasal ve toplumsal benzeşmelere de kapı aramalarının ortamı gerçekleşmemiştir. Bu sürecin, nihayetinde bu yapının zamanla daralmasına, kırılmalara maruz kalmasına ve iddialarından vazgeçmesine neden olmasındaki rolü göz ardı edilmemelidir.

Pragmatizme yaslanan liberalizm ve sağ
Bu bağlamda dikkat çekilebilecek bir diğer yapı, liberal/sağ duruştur. Köklerini, kır toplumundan şehir toplumuna dönüşümde bulan ve edinilen eğitim fırsatları ile tecrübe edilen toplumsal mobilizasyonun unsurlarına tekabül edilen bu toplumsal yapı da, özellikle neo-liberalleşme ile gündeme gelen ve küreselleşme muvacehesinde kendini dünyadaki değişime uydurma noktasında bir eğilime sahipti.

Liberal/sağ söylemin toplumsal karşılığını oluşturan kesimlerin, kapsamlı ve sürdürülebilir bir düşünce temelli talepleri olmadığına ve bunun ötesinde daha çok maddi, çıkarcı ve pragmatist yönelimlerle topluma ve siyasete bakışına tanık olunuyordu. Bu çevrelerin hükümet olma süreçlerinde, bizatihi kendileri ve peşlerine takılan toplumsal zümrelerin maddi ve maddi olmayan yolsuzluklar zinciri bu oluşumun içinde bulunduğumuz ülke ve topluma bir değer katmadığına tanık olduğu gibi, bunun ötesinde yine Türkiye’ye yakın coğrafyalara bir değer ve katkısından da uzak olduğu ortaya çıkmıştır.

Bugünkü siyaset arenasında ve siyaset yapma biçiminde, yukarıda kısaca dikkat çekilen bu iki yönelimin dışında, kendini farklı kökler ve yönelimleriyle bir yapıya karşılık gelen bir durumdan söz edilebilmektedir. Bu yapının aktörlerinin kendilerini ortaya koyma çabaları kadar, buna tekabül eden bir toplumsal karşılığı bulunmaktadır. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, burada birbirini besleyen ikicilik olarak adlandırılabilecek bir durumundan söz etmek mümkündür.

Türkiye siyasetini küreselleştirici unsur/lar
Bunun ötesinde, bu yapının kendi dışında ona atfedilen kimi tarihi, dini-manevi değerlerle öne çıkan bir siyasi ve bunun toplumsal karşılığı ile görünürlük kazandığını iddia edebiliriz. Bu iddianın salt soyut bir durum olmadığı, aksine somut bir karşılığa tekabül ettiği bir vakıadır.

Bu noktada, örneğin -diğer bazı toplumlar bir yana, ilgi alanımızı teşkil eden Güneydoğu Asya toplumları, özellikle de geniş Malay dünyasında Türkiye siyasetine dair ilgi ve alâka buradaki yani, Türkiye’deki siyasetçiler ve bu siyasetçileri çevreleyen toplumsal kesimlerin müdahaleleri dışında bir yapılaşma olması kendinde bir duruma işaret etmektedir.

Bu bağlamda, belli bir coğrafyadaki, diyelim ki Türkiye’de, siyasetin ve siyaset çevresinin dışında bu siyaset ve siyaset çevresine eklemlenme/müdahil olma amacını taşıyan bilinçli bir edimle hareket eden dış sivil çevrelerin varlığı söz konusudur. Hiç kuşku yok ki, dışarıdan gelen bu edim, bir yandan farklı coğrafyalardaki toplumları birbirine yaklaştırırken, öte yandan ve belki de bundan daha da öte, iç siyaset aktörünü ve bu siyaset yapılaşmasını küreselleşmeye doğru iten bir rol icra etmektedir.   

Bu durum bile, yukarıda dikkat çekilen kimi ölçülerde geçmişte kaldığı varsayılsa bile, bugünkü siyaset ortamında dahi mevcut örnekleri çerçevesinde varlığını sürdürdüğü görülen diğer iki yapıdan ayrıştığı ve farklılaştığı alanların hiç kuşku yok ki en başında gelmektedir.

Siyaset yapma biçiminin yerelden bölgesele ve küresele yayılma ve yaygınlaşma eğilimini temsil eden ve yukarıdaki temsillerden üçüncüsüne tekabül eden siyasi yapı farklı coğrafyalardaki taleplere karşılık gelecek bir küresel aktör olgusu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu durum, Türkiye’deki seçimleri bir iç siyaset meselesi olmanın ötesinde, farklı coğrafyalardaki toplumlar tarafından da dikkatle izlenen küresel bir siyaset eylemine dönüşmesine neden olmaktadır.


19 Haziran 2018 Salı

Malezya’da hükümet değişikliği ve demokratikleşme / Change of Government and Democratization in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                         20.06.2018

Malezya’da 9 Mayıs seçimlerinin ardından 62 yıllık iktidarın değişmesi hiç kuşku yok ki, başta ülke bazında olmak üzere, bölgesel ve küresel bağlamlarda üzerinde durulması gereken önemli bir gelişme. Öncelikle Malezya özelinde söylemek gerekirse, ülke siyasal yaşamında sadece bir hükümetin gidip yerine bir başkasının gelmesiyle sınırlı olmayan, aksine kapsamlı bir sistem değişikliğine yol açabilecek bir gelişmeden bahsedilebileceğini vurgulamak istiyorum. Bu yazıda, kısmen de olsa bu husus üzerinde durmaya çalışacağım.

Malezya halkının 9 Mayıs’ta sandıkta verdiği karar, adına Ulusal İttifak (Barisan Nasional) denilen ve omurgasını Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu (UMNO) partisinin oluşturduğu ve diğer çeşitli etnik partilerle desteklenen koalisyonun 62 yıllık iktidarının sonunu getirmesiyle sınırlı değil. Halkın verdiği karar, bundan da öte, 62 yıl öncesinde yani, İngiltere Krallığı sömürge yönetiminin doğrudan ve fiili olarak içinde yer aldığı bağımsızlık sürecinde, o dönemki adıyla söylemek gerekirse Malaya topraklarında oluşturulması istenen bir siyasi ve de toplumsal yapının da sarsılması anlamı taşıyor.

O dönemde, İngiliz yönetimi ile dönemin çeşitli etnik yapılarının liderleri arasında varılan toplumsal sözleşme ve ülkenin hangi etnik yapı/lar tarafından ne şekilde yönetileceği konusu, 1957 yılında gelen bağımsızlıktan itibaren geçen 62 yıl boyunca uygulama bulmuş bir duruma işaret etmektedir. Bu toplumsal sözleşmenin varlığını pekiştiren durum ise, ülke anayasasına yansıyan kararlarda karşılığını bulmasıdır.

Bu noktada, Malezya’da birbirinden etnik/dini/ekonomik bağlamlarıyla oldukça farklı toplumsal kesimlerinin, bugüne kadar tanık olunmadık şekilde biraraya getiren muhalefet koalisyonunun ya da ülkede bilinen adıyla umut koalisyonu (pakatan harapan) hükümet olma süreci başladı. Bu anlamda, Malezya siyasal yaşamında bir ilkin yaşandığına kuşku yok. Bu bağlamda, Malezya’da yaşanan hükümet değişimi, sömürge sonrası (post-kolonyal) süreç çerçevesinde ele alınmayı zorunlu kılmaktadır. Bu durumda, ülkede yaşanan değişimin, bazı akademi çevrelerinde post-kolonyal dönemin bittiği yönündeki eleştirileri yanlışlayan bir yönünün de olduğuna burada dikkat çekmekte fayda var.  

Ancak bugün Malezya’da gündeme gelen hükümet değişikliğinin, temelde bir ‘iktidar’ değişikliği anlamına gelip gelmediği meselesi de en az bu değişim kadar önemlidir. Çünkü hükümetin belirlenmesi ile hükümeti oluşturan yapının iktidarını şekillendiren unsurlar farklılık arz etmektedir. Bu bağlamda, ülkede yaşanan siyasi değişimin, adına seçim denilen bir yöntemle, bir siyasi organın yönetimle ilişkisini belirleme sürecinin ‘demokratikleşme’ olup olmadığı konusu, bu ülkenin siyasi ve toplumsal yapılaşması bağlamında değerlendirilmedir.

Öyle ki, yukarıda dikkat çekildiği üzere, 62 yıldır ülkeyi yönetmiş olan siyasi iradenin de, beş yılda bir yapılan seçimlerle oluşturulan hükümetler vasıtasıyla ortaya konduğu hatırlandığında, bu durumun zaten bir ‘demokratik’ yapının varlığına delalet ettiği iddia edilebilir.

Ancak ülkede farklı etnik ve toplumsal kesimlerin uzunca bir süredir eleştirel yaklaştığı ve 62 yıllık geçmişe damgasını vuran ulusal ittifak koalisyonlarının oluşturduğu hükümetler, bu hükümetlerin siyasal ve toplumsal yaşamı şekillendiren yasaları belirlemesi ve bunların somut politikalar şeklinde karşılık bulduğu uygulamaların ‘demokratik’ olmayan süreçlerle ilişkisidir ki, ülkede bir siyasi değişimi gündeme getirmiştir. Bu değişimin adına, yapılan seçimlerden mütevellit ‘demokratikleşme’ diyebilmenin mümkün olup olmadığı üzerinde durulmayı hak ediyor.

Bununla birlikte, söz konusu değişimi örneğin, muhalefetin doğal lideri kabul edilen Enver İbrahim’in 1999 yılında başlattığı “şeffaf ve adil yönetim-temiz toplum” talepleri bağlamında ‘reform’ (reformasi) hareketinden yola çıkarak bir süreç olarak ele almanın ve bunun genel anlamıyla demokratikleşmenin bir başlangıcı saymanın mümkün olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.

Demokratikleşme bağlamında dikkatlerin üzerine çevrilmesi gereken bir başka durum ise, 62 yıldır iktidarı elinde tutan UMNO merkezli ulusal ittifakın temel dayanağının ve bu iktidar aygıtının dinamiklerinin, sömürge öncesi ilişkiler çerçevesinde oluşturulan ve anayasa da karşılığını bulmuş toplumsal konsensüs ile bugün yaşanan değişim çerçevesinde Malezya siyaseti ve toplumunun nasıl bir değişim arzuladığı, bu bağlamda yeni çatışma ve konsensüs süreçlerinin nasıl yapılandırılacağı ve bunun fiiliyata nasıl geçireceğiyle ilgilidir.

Kanımca burada kritik nokta, 9 Mayıs seçimleri ardından geniş etnik ve toplumsal kesimlerin oluşturduğu muhalefet ittifakı hükümetinin, bağımsızlık öncesi dönemde oluşturulan ve siyasi ilişkileri çerçeveleyen yapı üzerindeki değişiklikleri ne kadar arzu ettiği (deconstruction), bunda ne denli sürdürülebilir bir çaba sergileyeceği ve nihayetinde yerine neyi ikame edeceğiyle bağlantılıdır.
Bu durum bizi, yaşanan hükümet değişikliği sonrasında Malezya’da siyasi ve toplumsal yapının, kısa ve orta vadede ne türden değişimlere yol açabileceği ve bunun adına ‘demokratikleşme’ denilen süreçleri ne denli gözetip geniş toplumsal kesimlerin talepleri üzerinde yükselebileceği konusuna getirmektedir.

Tabii bu noktada, Malezya toplumunu ve siyasetini anlama çabasında unutulmaması gereken husus, çoğulcu etnik yapıların varlığıdır. Bu noktada, ülkenin demografik yapısının Müslüman çoğunluk tarafından oluşturulup oluşturulmamasından, özellikle geleneksel eyaletler olarak adlandırdığım ve her birinin başında bir sultanın bulunduğu dokuz eyaletin varlığına; yerel yöneticilerin seçimle iş başına gelip gelmemesinden, üniversiteler ve kamu kuruluşları gibi toplumsal yaşamın tam da odağında yer alan yapılarda bireylerin yer alıp almayacaklarının etnik/dini kimlikleri temelli belirlenmelerine; diyelim ki, Orang Asliler gibi toplum kesimlerinin geniş toplumsal entegrasyondaki yerleri ve bunun sosyo-ekonomik ve siyasal karşılığı ile örneğin, Kelantan Eyalet yönetimi tarafından İslami hükümlerin uygulanması taleplerine kadar pek çok konuyu gündeme taşımak mümkün.

9 Mayıs öncesinde, “Acaba UMNO merkezli ulusal ittifak hükümeti ve de ‘iktidarı’ değişebilir mi?” sorusu soruluyordu. Bugün ise, seçim zaferinin sarhoşluğu sonrasında, hiç kuşku yok ki başka sorular sorma zamanı. Örneğin, “Acaba bu hükümet değişikliği, ‘iktidar’ değişikliği anlamına mı geliyor?” veya “Yeni hükümet ‘iktidar’ olabilmek için neler yapmalı?” türünden sorular gündeme getirilmeli.

Çok dinli, çok etnikli ve çok kültürlü özelliğinin yanı sıra, belki de bundan da öte etnik-siyaset temelinde inşa edilmiş ve siyasal-ekonomik paylaşımların etnik temeller üzerinde pratiğe geçirildiği Malezya toplumunda 9 Mayıs’la başlayan yeni dönemle birlikte tüm bu yapılaşmaların yeniden ele alınacağına tanık olacağımıza kuşku yok.


14 Haziran 2018 Perşembe

Küresel Medya ve Türkiye’de Seçmenin Ahlâki Duruşu / Global Media and Ethical Stand of Electors in Turkey

Mehmet Özay                                                                                                                         14.06.2018

Türkiye’de 24 Haziran’da yapılacak başkanlık ve parlamento seçimleri öncesinde bir küresel medya organının Türkiye’de faaliyet gösteren şubesince bir kamuoyu araştırma şirketine yaptırılan seçmen yaklaşımı haberleştirilmiş.

Bu haberde dikkat çekilen seçmen anketi hem sorular ve tabii ki hem de cevaplar noktasında dikkat çekici özellikler taşıyor. Ancak bununla birlikte, muhtemelen benzer medya organlarının veya hatta çoğunluğunun bile aynı minval üzere yine benzer araştırma şirketlerine yaptırdıkları veya bizzat kendilerinin yaptıkları seçmen yaklaşımını belirlemeye yönelik çalışmalar oluyordu.

Burada dikkat çekmek istediğim husus seçmenin ahlaki duruşuyla ilgili. Temelde bu ahlâki duruşun var olup olmaması kadar, var ise ne kadar kendine ve sahici bir nitelik taşıdığı, ne kadarının manipülasyonlarla şekillendirildiği sorgulanabilir.

Girişte dikkat çektiğim haberde Türkiye seçmeninin hangi yöne evrildiği konusunda evrenin ilk defa küçük bir yerleşim birimi temel alınarak hazırlandığına dikkat çekilerek metodolojik farklılığa dikkat çekiliyor. Bunun kendine özgü gerekçeleri olabilir. Ancak bu örneklemin Türkiye temsil kabiliyeti vb. hususlar bizim burada üzerinde durmak istediğimiz asıl konuyla doğrudan ilgili olmaması hasebiyle hakkında pek de bir şeyler söylemeye gerek yok.

Bu araştırma örneğinde, ülke siyaset dünyası hakkında bazı fikirler edinmek mümkün. Habere konu olan çalışmada seçmenin ekonomi, terör gibi temel yaklaşımlar karşısında mevcut cumhurbaşkanı ve egemen siyasi yapıya yönelik destekte gerileme olasılıklarına dikkat çekiliyor.

Türkiye sosyolojisinin, sıradan seçimler arenasına karşılık gelecek bir seçmen profili üretip üretmediği sorgulanması gereken temel bir konu olarak karşımıza çıkıyor. İlk ve ortaöğretimimiz boyunca fen bilimleri derslerinde bir bilimsel faaliyetin vazgeçilmez koşulu olarak dikkat çekilen ‘normal şartlar altında’ bağlamını siyaset dünyasına ve seçimlere uyarlamaya kalktığınızda aslında normal olmayan şartların daha belirleyici bir nitelik taşıdığını görmek mümkün.

Denek seçmen kitle önüne sürülen soruların elbette alınması istenen cevaplara teşne olduğu da araştırma teknikleri konusunda birşeyler bilenlerin tahmin edebileceği bir unsur. Dolayısıyla diyelim ki seçmene ekonomi, terör gibi sorularla yaklaştığınızda Türkiye’nin bu soru ve sorunlardan azade olmadığı gibi bir gerçekliği gizlemiş oluyorsunuz. Üstüne üstlük, sanki ülkenin bölgesinde ve de çeşitli bağlamları ile örneklik taşıdığı belirtilen ülkelerde bu türden ‘normal olmayan koşulların’ var olmadığı kanısının hakim bir söylem olarak Türk seçmeninin gündemine getirilmek istendiği yönünde bir yaklaşım sergilendiğine tanık oluyorsunuz.

Seçmenin ahlâki duruşunu şekillendirmesi gereken birincil unsurun bu olduğu kanatindeyim. Seçmen elinde mevcut imkânlar, bilgi ve enformasyon kırıntıları ile ne içinde bulunduğu coğrafyada ne de kendisine örnek olarak sunulan tabii ki, hepsinin de Batı ülkelerinden olduğuna kuşku olmayan ülkelerde ekonomi dünyasının parlak bir durum arz ettiği, ülkelerin ekonomik kalkınma eşiklerini birer bire aşıp, bambaşka ölçeklerde bir ekonomi yaşamına tabi bulundukları zannedilebilir.

Ya da, bu gelişmekte veya gelişmiş ülkelerin adına terör denilen ve artık ilköğretim düzeyindeki çocukların bile gündelik yaşamlarına şu veya bu şekilde girmiş bir olgundan bağımsız bir toplumsal ve siyasal düzene tabi oldukları gibi bir anlayışa kapı aralayan bir duruş sergileniyor. Ve bu terör olgusunun yanı başımızdan ayrılmazlığının Türkiye’nin yerel ve özel bir problemi gibi sunmanın ve bunu bu şekilde algılamanın bir ahlâki yanı olup olmadığı üzerinde düşünülmeyi gerektiriyor.

Adı geçen araştırma kurumu ve küresel medyanın bu araştırma kurumunun çalışması üzerinden kurgulamaya çalıştığı seçmen profiline dair bir diğer husus, mevcut siyasi egemen yapının “koalisyon” durumuna muhtaçlığı veya “koalisyonsuz” başarı kapısının aralanamayacağı yaklaşımıdır. 2003 yılından bu yana ülke siyasal yaşamında birincil aktör olarak yer alan bu siyasi hareketin bizatihi çıktığı dönem ve dinamik safhalar içerisinde bu güne kadar izlediği rotada Türk toplumunun siyasal, kültürel ve hatta dini farklılaşmalarına yönelik söylemi, bu çevrelerle birlikteliğinin olmadığı gibi yanılsamacı bir resim çizilmeye gayret ediliyor.

Türkiye’nin ‘mono’ bir toplum yapılaşmadığı sergilemediği, aksine bu toplumun farklı siyasi, kültürel, dini çeşitlilikleri evvelinden itibaren bünyesinde taşıdığı ve bunun siyasi partiler ve söylemler tarafından ya zaman zaman dışlandığı veya zaman zaman adına açık ittifaklar denmese bile birliktelik bağlamında ortaya konduğu olmuştur. Bugünkü iktidarın varlığına yönelik veya önümüzdeki dönemde ‘başarısına’ yönelik eleştirilerde bu yanılsatıcı mono kültür yaklaşımının da ahlâki bir yönü olmadığını söylemek gerekiyor.

Araştırmayı yaptıran ve haberi şekillendiren küresel medya organının doğusundan batısına günümüz ülkelerindeki siyasi hareketlerin koalisyonlar olgusundan azade olamayacak çok-kültürlü, çok-dinli, çok-siyasetli toplumlara hitap ettikleri olgusunu Türkiye özelinde asli ve temel bir unsur olarak var olduğunu ortaya koymaları ahlaki bir duruş için gerekli şart olmalıydı.

Bu bağlamda, seçmenin ahlâki duruşunu belirlemede kaçınılmaz faktörler olan mevcut siyasi yapının ve lideri ile lider kadrosunun ekonomi, terör vb alanlarda ortaya koydukları söylemler ve bunların politikaya yansıması, ülkenin kanun yapıcı kurumlarda karşılığı bulan süreçleri karşısında kendine muhalefet denilen siyasi yapıların bu ve benzeri alanlarda neyi nasıl ortaya koyabilecekleri konusunda ahlâki bir duruş sergilemeleri beklenen bir durumdur. Bu ahlâki durumu, küresel ve ulusal medya kurumlarının öncelikli olarak gündeme taşımada aracı olmaları da medya ahlakının bir gereği olarak öne çıkmaktadır.

Adına muhalefet denilen partilerin içerisinde kendini coğrafi ve kültürel sınırlar içerisine hapsettiğini açık seçik ilân eden bir hareketin ulaşmaya çalıştığı anlaşılan demokratik yapılanma ve yaşam pratikleri talepleri öncesinde ahlâki bir durum takınarak kendi toplumsal arka plânına bakarak acaba feodal bir toplum özelliği taşıyan bu yapılaşmadan nasıl bir demokratik talepler zinciri çıkabilir sorusunu sorması gerekir.

Bu siyasi oluşumun bünyesindeki feminist temsiliyetle; sol ideoloji içerisinde en faşizanından en liberaline farklı fraksiyonlarla; inanç özelinde kendini Müslüman olarak tanımlayan kişi ve gruplarla; ülkenin kurucu ideolojisinin bugün destekçisi olan parti ve toplumsal çevreler gibi birbirinden bağımsız ve farklı toplumsal unsurlarla bir ideolojiler gökkuşağı izlenimi veriyor. Siyasetin en bariz unsurlarından biri olarak hangi taleplerle hangi metodlarla ne türden çözümlere yönelineceği konusu ise bu gökkuşağı görüntüsü altında muğlaklaşıyor. Ya da bu muğlaklık bile isteye üretilen bir duruma tekabül ediyor.

Bu siyasi hareket, feodal ilişkilerin alabildiğine toplumsal ilişkilerin içerisinde örüntülendiği, kadının bu toplumsal yapı içerisinde sırada bir geride bırakılmakla kalmayıp bunun bilinçli bir kültürel yapılaşma olarak ortaya çıktığı, hadi diyelim ki adına eşitlikçi denilen bir siyasi yaklaşımın günlük toplumsal pratiklerde pek de karşılaşılmadığı bir coğrafya içerisinde çıktığını kabul ederek bu ve benzeri kırılmaları onarmaya yönelik ahlâki bir pratik ortaya koyması beklenir. Her şeyin ötesinde, bu siyasi hareket hiç kuşku yok ki, ülkenin sınır ötesinde ve geniş Ortadoğu coğrafyasında ve küresel çatışma bölgelerindeki uluslararası aktörlerin mevcudiyeti karşısında da kendisine nasıl bir konum takındığı sorunuyla yüzleşmelidir.

Yazıyı fazla uzatma niyetinde değilim. Ancak son olarak yukarıda sunulan küresel medya ve ülkedeki araştırma şirketlerinin dikkate almadıkları gözlemlenen, ancak sadece Türkiye siyaseti açısından değil, küresel siyasetin yapılaşma bağlamında da önem taşıyan bir unsur var ki o da o da mevcut siyasi yapının liderinin dünyanın çeşitli yerlerindeki siyasi görünürlüğüdür.

Daha önce kaleme aldığımız bazı yazılarda gündeme getirdiğimiz ve kendilerine Türkiye’nin dostları adını verdiğimiz kitlenin Türkiye siyasetine yaklaşımları ulus-devlet sınırlarını aşan bir ölçüde zuhur etmektedir. Çeşitli ülkelerde var olduğuna tanık olunan ve de gözlemlenen bu oluşumu niceliksel bağlamından öte niteliksel unsurları ile değerlendirmek gerekmektedir. Bu uluslararası durumun, Türk seçmenin ahlâki duruşunda belirleyici olacağını düşündüğümüz bir nitelik arz ettiğine vurgu yapmakta fayda var.

Küresel medya organlarının ülke siyasal yaşamını gözlemlerken araştırma kurumları seçmenin yönelimine dair çalışmalar yaparken, klasik manipülatif yaklaşımlarla gündeme gelmeleri belki de bu organların ve kurumların doğasında olan ve niteliklerinin bir parçasını teşkil eden bir husus. Bu anlamda bu durumu bir kusur olarak değerlendirmek mümkün olmayabilirse de, tam da burada bunun ahlâki olmayan bir duruma tekabül ettiğini söylemek bir başka duruma tekabül etmektedir.

Ülke siyasal ve toplumsal şartlarını kendi içine kapalı bir yapı olarak sunmak ve buna itelemek ile ülkeyi bir süredir yönetmekte olan siyasi yapının kendini ve kendisiyle birlikte ülkeyi sınırların ötesine taşıma çabası arasında ara açık bir fark olduğu ortadadır. Bunun bizatihi genel seçmen kitlesince ve de özelde bu siyasi harekete mensubiyetini bugüne kadar oylarıyla açıkça ortaya koymuş seçmen tarafından ne kadar algılandığı ve üzerinde durulduğu meselesi can alıcı bir meseledir. Bu noktada, bu siyasal, toplumsal ve de küresel ortamda seçmenin nasıl bir ahlâki duruş sergileyeceği meselesi önemlidir.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2018/06/14/turkiyede-kuresel-medya-ve-secmenin-ahlaki-durusu-global-media-and-ethical-stand-of-electors-in-turkey/

11 Haziran 2018 Pazartesi

Trump-Kim Zirvesi: Asya-Pasifik’de yeni bir güvenlik dönemi / Trump-Kim Summit: a new security era in Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                         12.06.2018

Asya-Pasifik bölgesi 12 Haziran Salı günü Singapur’da düzenlenecek Donald Trump-Kim Jong-un zirvesi nedeniyle bir kez daha küresel arenada büyük bir ilgiyle izleniyor. Şayet öngörülen başarı elde edilirse, en azından Asya-Pasifik bölgesi bağlamında yüzyılın anlaşması olmaya aday bir zirve olacak. Bunu söylerken, hedefte sadece Kuzey Kore’nin sahip olduğu nükleer silahları tedrici olarak elinden çıkarmasından değil, bunun ötesinde 1950-53 Kore Savaşı’nın bir anlaşmayla sona ermemiş olmasından hareketle Kuzey ve Güney Kore’nin bir anlaşmaya varması ihtimalinden bahsediyoruz.

Söz konusu zirveye, 719 km2 Ada ülkesi Singapur’un bu yüzyılın zirvesine ev sahipliği yapması, elbette Singapur yönetimi için bir gurur kaynağı. ABD Başkanı Donald Trump’ın zirve için Ada’yı seçme nedeni olarak güvenlik ve tarafsızlık gibi iki ilkeye başvuruda bulunması kadar, Ada’nın iki yüzyıllık geçmişi ile Anglo-Sakson dünyanın bölgedeki küçük ancak önemli bir kalesi olmasıyla da ilişkili olduğunu unutmamak gerekir. 

ABD’nin Asya-Pasifik’e dönüşü
Bu zirve hiç şüphe yok ki, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine yeniden dönmesi anlamı taşıyor. Bu hususa aşağıda değineceğim. Ancak öncelikle bu sürece nasıl gelindiğini kısaca bir bakalım. Donald Trump ABD’de 2016 seçimleri öncesi kampanyasından başlayarak başkanlık koltuğuna oturmasının ardından ‘Önce Amerika’ söylemiyle uluslararası ilişkilerde gergin bir dönemin habercisi olmuştu. Bu politikanın pratikteki ilk karşılığı, Barack Obama döneminin en önemli projelerinden biri olan ve Pasifik’in doğu ve batısından toplam on iki ülkenin üyesi olduğu “Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması”nı (TPPA) rafa kaldırması olmuştu.

Bu süreç, küresel ticarete yön verecek ve bu anlamda Asya-Pasifik bölgesini giderek daha öne çıkartacak bir gelişmenin frenlenmesi anlamı taşıyordu. Bunun yanı sıra, giderek tehditkâr olarak gündeme gelen Kuzey Kore, ABD’nin bölgedeki güvenlik politikalarında işinin giderek zorlaşmakta olduğuna dair güçlü bir işaretti. Bu noktada, özellikle Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik iddiaları ve bunun ötesinde sivil ve askeri yayılmacılık çabalarını birlikte değerlendirmek gerekir.

ABD’nin bölgede ekonomik ve güvenlik politikalarında ikincil plana itilmesi anlamına gelen bu gelişmeler sonrasında, bugün ABD’nin büyük bir sürpriz olarak değerlendirilen zirvenin tarafı haline gelmesi ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine dönüşü olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. ABD’de, özellikle TPPA sürecindeki kırılmayı eleştiren çevreler Kuzey Kore ile yapılacak zirveyi bir başlangıç kabul ederek, ABD’nin süreçte TPPA ve/ya benzeri bir ticari ve ekonomik açılıma da yönelmesi gerektiğini gündeme taşıyorlar.

Bölgede iki aktör: Güney Kore ve Japonya
Yukarıdaki bu iki gelişme karşısında hem ulus-devlet bağlamında siyasi ve ekonomik varlıklarını, hem de bunun bölgesel güvenlik ve ticaret ilişkilerinden bağımsız ele alınamayacağını yakinen bilen bölge ülkeleri özellikle Japonya ve Güney Kore,  Kore Yarımadası’nda barışın kapısını aralamak amacıyla inisiyatif geliştirdi. TPPA özelinde ise, Japonya ve Singapur izledikleri agresif dış politikalarla ABD’nin çekilmesiyle atıl kalan bu birliğin diğer üyeleri arasında yeni bir anlaşma imkânını bulmaya çalıştılar.

Bu iki durumun birarada ele alınması gelişigüzel seçilmiş örnek olmalarından kaynaklanmıyor elbette ki. Aksine, biri küresel ticaret olgusu, diğeri bu ticaretin alt yapısını ve sürdürülebilirliğini sağlayacak güvenlik olgusu, belki de ABD’den daha çok Japonya ve Güney Kore’den başlayarak bölge ülkelerinin ihtiyaç duyduğu varoluşsal özellik taşıyan hususlardır.

Bu noktada, öncelikle Güney Kore’nin ve perde arkasından Japonya’nın sürdürülmesine katkı yaptığı ve Çin’in de devreye sokulduğu görüşmeler zincirinde hedef ABD Başkanı Trump’ı çatışmacı yaklaşımdan giderek uzaklaştırarak Kuzey Kore ile ikili görüşmelere sevk edecek bir seyir takip etti. Bu sürecin nereden nereye geldiğine en iyi örnek ise hiç kuşku yok ki, aralarında uçak gemisinin de bulunduğu ABD pasifik filosunun Kore Yarımadası’na yönelik çerçeveleme kararlılığıydı.

Ancak karşılıklı restleşmeler sonrasında bugün Trump ve Kim Jong-un masa başında biraraya geliyorlar. Bu buluşmaya her iki tarafın farklı anlamlar yüklediğine kuşku yok. Zaten Mayıs ayı ortalarında Kuzey Kore tarafından gelen aksi açıklamalar karşısında Trump’un görüşmenin yapılmayacağını yönündeki çıkışı bunun bir göstergesiydi. Ancak sahneye yeniden Güney Kore lideri Moon Jae-in çıkarak tarafları yeniden biraraya getirmenin yolunu buldu.

Çifte hedef: Nükleerden arındırma-Yarımada’ya kalıcı barış
Bu görüşmelerden ABD’nin beklentisi Kuzey Kore’nin elindeki nükleer silahları tedrici bir şekilde elinden çıkarması. Ancak Kuzey Kore’nin daha düne kadar güvenlik tehdidi olarak algıladığı ABD’nin bu talebini niye kabul etmiş olduğu şu ana kadar belirsizliğini koruyor. Bunun görünür bir sebebi var ise o da, dış dünyaya kapalı bir siyasi rejim olan Kuzey Kore’de halkın sosyo-ekonomik yaşam koşullarının dayanılamaz boyuta gelmesi veya gelmekte oluşu olduğu ileri sürülebilir. Tabii, burada Çin faktörünü göz ardı etmeksizin, Çin’in Kore Yarımadası’nda yeni bir oluşumdan bağımsız kalamayacağı ve bu süreçte Kuzey Kore’yi ikna eden aktörlerden biri olduğuna şüphe yok.

Ancak işin öte tarafından Kore Yarımadası’nın aynı insan stoğuna sahip iki ülkesi arasında de facto savaş halinin devam ediyor oluşudur. Bu duruma sebep ise, 2. Dünya Savaşı sonrasının neden olduğu Soğuk Savaş döneminin bir ürünü olan Kore Savaşı’nın barış anlaşmasıyla sonuçlanmamış, aksine sadece ateşkese varılmasıyla dondurulmasıdır. Zaten, Kuzey Kore yönetiminin ABD’yi ulusal güvenlik için bir tehdit olarak algılaması ve nükleer çalışmalarına ara vermeksizin devam etmesi de, temelde bu Kore Savaşı’nın bitmemişliğiyle doğrudan ilintili.

Bu noktada, ABD’nin Kuzey Kore’nin elindeki nükleer silahları ortadan kaldırmaya yönelik girişimine karşılık, Kuzey Kore yönetimi de ABD’nin Güney Kore topraklarına konuşlandırdığı füze savunma sistemlerinin (THAAD) kaldırılmasını talep ediyor. Bu talebi destekleyen bir başka ülke ise, bu sistemlerin kendi ulusal güvenlik sahasını tehdit ettiği iddiasındaki Çin’den de geliyor. Bugün şayet Trump ve Kim Jong-un zirvesi yapılıyor ise, bunun mimarının Güney Kore başkanı Moon Jae-in’in ABD’yi bu konuda ikna edebilecek bir konumda olmasıdır.

Bunun ötesinde, Güney Kore yönetimi daha kapsamlı, rasyonel ve uzun vadeli bir politika izleyerek, Kore Savaşı’na son noktayı koyacak bir barış anlaşmasının zeminini de oluşturmayı hedefliyor. Bunun ardından, aynı halkın iki farklı ülkede yaşam sürmesine karşılık, en azından savaş döneminde ayrılmış ailelerin birleştirilmesi, sınırların açılması, yatırımların geliştirilmesi gibi giderek siyasi, ekonomik ve toplumsal alanın çeşitli yönlerini içerecek bir ilişkiler silsilesi öngörüsü bulunuyor.


7 Haziran 2018 Perşembe

Malezya siyasetinde restorasyon mu yeni paradigma mı? / Restoration or Paradigm Change in Malaysian Politics?

Mehmet Özay                                                                                                                07.06.2018

Malezya’da 9 Mayıs genel seçimlerinin ardından göreve başlayan hükümetin ortaya koyduğu söylem ve politikalara bakıldığında ortada bir restorasyondan mı yoksa yeni bir paradigmadan mı bahsedileceği konusu tartışmaya açık. Şayet bu söylem ve henüz başlatılan politikalardan hareketle bir restorasyondan bahsedilecekse, bağımsızlıktan bu yana ülkeyi yöneten siyasi iradenin temellerini sarsmayan sadece eksikliklerini gidermeye yönelik çabalar akla gelecektir.
Ancak bu söylem ve politikalardan kasıt bizi yeni bir paradigmanın ortaya çıktığına yöneltiyorsa, o zaman Malezya’nın uzun yirminci yüzyıl tarihini bittiğini ve yepyeni bir Malezya kurgusu ile karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz.
Sürecin mimarı kim?
Bu çerçevede, yukarıda dile getirilen iki alternatif yani restorasyon mu yeni paradigma mı olgularından hangisi söz konusu olursa olsun, bu sürecin mimarı olarak öne çıkan ismin Dr. Mahathir Muhammed olduğu konusunda herkes hem fikir gözüküyor. Bunu bazı sağlam temellere yaslamak da elbette mümkün. Ancak ülkenin yaklaşık son yirmi yıllık siyasi ve toplumsal yaşamına kabaca göz atıldığında, bu sürecinin başlatıcısı ve siyasi bir hareket bağlamında ifade etmek gerekirse fikir babasının Enver İbrahim olduğu görülür.
Enver İbrahim derken, 1999’dan itibaren toplumsal ve siyasal reform talebiyle meydanlarda halka hitap eden, hapiste olduğu dönemde de siyasi destekçilerinin gayretleriyle bu duruşun siyasi bir parti ile resmiyet kazandığı ve ardından ülkede o döneme kadar biraraya gelmesi pek de hayal edilemeyen kesimleri geniş muhalefet çatısı altında toplayan bir liderden bahsediyorum. Bu siyasi yönelimiyle bile Malezya önemli bir çalışma alanı olarak yeniden önümüzde duruyor.
Restorasyon UMNO’ya cila atmaktır
Şayet yeni hükümetin uygulamaya koymaya çalıştığı politikalar restorasyon sürecine işaret ediyorsa, bu durum 1957 yılından 9 Mayıs 2018’e kadar ülkeyi yöneten Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) merkezli ulusal ittifakın eksikliklerini gidermeye yönelik bir çaba olacaktır.
Bu durumda, söz konusu bu uzun dönemde, ulusal ittifak koalisyonlarının oluşturduğu siyasi iktidarın giderek kendi içine kapanan, dar bir siyasi elit ile ülkeyi yönetme ve geniş toplum kesimlerinin taleplerini geri çevirme sürecindeki hasarları onarmaya matuf bir gelişmeyle alâkalıdır. Özellikle de, 2009 yılından 9 Mayıs 2018’e kadar ülkeyi yöneten Necib bin Rezzak hükümetlerine yönelik bir eleştiriden ibaret olmayıp, aksine Necib bin Rezzak ile zirve yapan bir yönetim zafiyetine karşı geliştirilen toplumsal ve siyasal reflekslerdir.
Bu durumda, özellikle de 2009 yılından sonraki hükümetlerde başbakan olarak görev yapan Necib bin Rezzak’ın ülkeyi yönetim biçimine getirilen eleştirilere odaklanmak gerekir. Bu noktada, muhalefetin seçim sisteminden eğitime, etnik azınlık haklarından yolsuzluklara pek çok alanda gündeme getirdiği eleştiriler dozunu 1 Malezya Kalkınma Fonu (1MDB) soruşturmalarıyla artırdı. Bu süreçte dönüm noktası, hiç kuşku yok ki, Dr. Mahathir’in o dönem bir UMNO üyesi olarak Başbakan Necib bin Rezzak’a karşı geliştirdiği eleştirel söylemdi. Hatta Dr. Mahathir’in birkaç kez Başbakan Necib bin Rezzak’la görüşerek eleştirilerini bizzat kendisine ilettiğine de tanık olunmuştu.
Evin içini düzenlemek ya da dünün hakimleri bugünün mahkumları
Dr. Mahathir’in anı kitabında yer alan bir metafora atfen, bugün başında bulunduğu hükümeti “evin içini derleyip düzenlemekle” meşgul. Bu derleme düzenleme sürecinde restorasyon nereden başladı hangi alanlarda devam ediyor ve hangi alanları kapsayacak bunlar hiç kuşku yok ki Malezya’da gündemin ana konusu.
Bu bağlamda, yeni hükümet, sabık Başbakan Necib bin Rezzak ve eşi Rosmah Mansur’dan başlayarak bu yolsuzluk sürecinin değişik kademelerinde yer aldığı iddia edilen kişilere yönelik sorgulamalara ve bu sürecin anahtar konusundaki bürokratlarının görevden el çektirilmesi ile başlaması temiz ve şeffaf yönetim bağlamında atılan adımlar ve adil bir yönetim sistemine işaret noktasında kayda değer bir yeri vardır. Hele hele bu kişiler arasında başsavcı, merkez bankası başkanı gibi ülkenin siyasal ve ekonomi yönetiminin üst düzey bürokratlarının yerlerinden edilmesinin de olması, ortada son derece ciddi bir yönetim krizi yaşandığına işaret ediyor.
Yeni bir paradigma
Ancak yeni hükümetin, daha seçim kampanyası sürecindeki söylem ve politikalarından hareketle ve bugünlerde uygulanmakta olan politikalarının ülkede yeni bir siyasi paradigmanın ortaya çıkmakta oluşuna delalet ettiği söylenecekse, bu durum başlı başına bir değişim sürecine işaret ediyor. Bu noktada, muhalefet yapısını oluşturan ve resmi olarak dört farklı siyasi partiyi biraraya getiren unsurların varlığı ve koalisyon olma, hükümet kurma iradesi ortada yeni paradigmanın ipuçlarını veriyor.
Öyle ki, bu siyasi bloğun kendisini oluşturan koalisyondaki parti sayısının ötesinde çok daha geniş bir toplumsal karşılığa tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Çeşitli nedenlerle ortaya çıkıp kendini ifade edemeyen çevreler kadar, hatta ve hatta UMNO içerisinde ve destekçileri arasında bile muhalefet koalisyonunun iddialarına destek veren kitleler olduğu dile getirilirken, ülkede yeni bir siyasi paradigmaya ihtiyaç duyulduğunu yönünde güçlü bir talepten bahsedilebilir.
Bu bağlamda, yeni siyasal paradigma, ülkedeki farklı etnik ve dini yapılar arasında toplumsal ve siyasal birlikteliği öncelleyen ve bu anlamda yeni bir toplumsal sözleşmeye duyulan ihtiyaca işaret etmektedir. Bu ihtiyacın toplumsal katmanlarda ve siyasi elit çevrelerinde hangi düzeyde algılandığı ve bunun sürdürülebilirliği de paradigmanın kendisi kadar önemlidir.
Öyle ki, belki de seçimin doğal atmosferi içerisinde yaşanan kutuplaşmalar, iktidar ve muhalefet ayrışması, iktidardan her daim nemalanan çevreler ile ülke ekonomisinin gelişmişliği ve paylaşımından görece pay almayan veya az alan çevreler arasındaki ayrışma gibi faktörler seçimde muhalefet bloğunun kazancına dönüşecek bir sürece yol açmış olabilir. Ancak bu bir tür ezilmişlik, dışlanmışlık psikolojisinin ötesinde temel toplumsal ve siyasal problemlerin varlığının ayırdına varılması ülkede paradigma değişimine yol açacak bir dinamiktir.
Yazının girişinde, uzun yirminci yüzyılın bitimi derken, bununla sadece 1957 yılında İngiltere Krallığı’nın bağımsızlık verdiği ya da kimi gerekçelerle vermek zorunda kaldığı bağımsızlıktan bu yana geçen süreyi kastetmiyorum. 9 Mayıs seçimiyle birlikte, İngiliz sömürge yönetiminin bağımsızlığın şartı olarak gündeme getirdiği Malaya topraklarındaki ırklararası ilişkinin düzenlendiği toplumsal sözleşmenin toplumsal ve siyasal zeminin de değişime uğradığına dikkat çekmek istiyorum.

3 Haziran 2018 Pazar

Hasan di Tiro ve ‘Post-Kolonyal’&‘Neo-Kolonyal’ çalışmalar / Hasan di Tiro and Post-Colonial&Neo-Colonial Studies


Mehmet Özay                                                                                                                         04.06.2018

Hasan di Tiro’nun vefatının sekizinci yıldönümü. 3 Haziran 2010 tarihinde Banda Açe’de vefat eden Açe’nin yirminci yüzyılda yetiştirdiği önemli siyasetçi ve dava adamlarından biri olan Hasan di Tiro’yu rahmetle anıyoruz.

Hasan di Tiro adı, Türkiye’de geniş Malay dünyası dendiğinde akla gelen istisnai isimlerden biri olduğunu söylememiz mümkün. Türkiye’de İslam dünyasının farklı köşelerindeki topluluklara ilginin hem Türkiye’deki şartlar hem de ilgili ülkeler ve bundan daha da öte küresel arenadaki gelişmelerden bağımsız olmadığını hatırlamak gerekiyor.

Türkiye’nin içe kapandığı, ulus-devlet sınırlarının komşu devletlerden başlayarak uzak coğrafyalara doğru uzanan giderek kapandığı, yönünün Avrupa merkezli bir çehreye büründüğü, zaman zaman ‘Doğu’nun kendine özgü şartlarında hatırlanan birkaç ülke ve birkaç liderden öte bir anlam ve içerik sahibi olmadığı dönemler yaşanmıştı. 1980’li yıllar bir yandan Türkiye’de farklılaşmaların öne çıkmaya başladığı, bu çerçevede siyasi arenada yakın komşulardan uzak coğrafyalara doğru bir yönelimin gündeme geldiği yıllardı.

Bu süreç küreselleşme olgusunun salt kavramsal düzeyde değil, Türkiye’yi içine alacak şekilde farklı açılımlarla pratiğe de geçirildiği yıllar olarak dikkat çekmektedir. İşte bu süreçte, yurt dışına -ki yurt dışı derken özellikle de Batılı ülkeleri anlamak gerekiyor- öğrenci gönderilmesi, farklı coğrafyalardan Müslüman öğrenciler, aydınlar arasındaki iletişimin yolunu açan unsurlardan biriydi. Bir diğeri, yayıncılık faaliyetinde özellikle dergi yayıncılığı özelinde İslam coğrafyası, çatışma bölgelerinin gündeme taşınması, akabinde bazı eserlerin tercümeleri gibi çabalar aralarında Hasan di Tiro’nun da olduğu isimlerin Türkiye’de anılmasına neden oldu.

Aslında bu gelişmeler kendi başına bir olumluluk taşımakla birlikte, örneğin Hasan di Tiro’nun içinden çıktığı Açe toplumu ile bağların nerede ne zaman başladığı, nerede ve nasıl kesildiği ve yeniden gündeme nasıl ve ne şekilde geldiği meselelerinin yakından incelenmesini gerektirmektedir.

Hemen burada Tiro meselesine kısa bir ara verip Açe ile ilişkilerin, 26 Aralık 2004 tarihinde yaşanan deprem ve tsunamiden bağımsız olarak bu sürecin ardından yani yaklaşık on yılı aşkın bir süredir nasıl olup da bölgedeki iki ulus devlet yani Malezya ve Endonezya ile kurulan siyasi ilişkilerde bir tür “hatırlanma malzemesi” yapıldığını şaşkınlıkta izlediğimi belirtmeliyim. Tarihin erken dönemlerinde, diyelim ki 16. yüzyılın ilk yarısında, yani 1530’lar diyelim, başladığı varsayılan, 1560’larda ortaya konulan, 1610’larda kısa ziyaretlerle sürdürülen, 1850’ler ve 1870’lerde yeniden kurulmaya niyetlenilen süreçlerle, elbetteki Açe Darüsselam Sultanlığı ile ve bu siyasi bütünün siyasi elitlerinin Osmanlı Devleti nezdinde girdikleri kasıtlı ve niyetli teşebbüslere atıfta bulunulmaktadır.

Ancak son dönemde gözlemlenen ve tanık olunan husus ise bu uzun tarihi geçmişle anakronik bir nitelik arz edecek şekilde bugün adına ulus-devlet denilen ve bu devletlerin omurgasını oluşturmayan bir yapının, yani Açe’nin Türkiye ile yukarıda zikredilen iki ülke arasındaki ilişkilere basamak yapılmak istenmesidir. Öyle ki, bu yaklaşım, Türkiye’nin Malezya ve Endonezya ile ilişkilerinde her iki taraftan resmi heyetlerce yapılan açıklamalarda veya protokol dışı konuşmalarda Açe vurgusu her iki cenahta da “yüzyıllarca önce başlayan ilişkilere” dayanak teşkil edecek bir şekilde zikredilmektedir.

Burada dikkat çekmek istediğim husus, Açe ile kaybedilen ilişkilerin kurulabilmesinin yolunun sağlıklı bir şekilde ortaya konulamamış olmasıdır.

Hasan di Tiro ile ilgili daha önce kaleme aldığımız kısa yazılarda onun Türkiye’ye nasıl taşındığına veya tanıştırıldığına değinmiştik. Bunlardan biri olan ve Tiro’nun 1976-1978 yılları arasında Sigli’nin Tiro bölgesindeki dağlarda bağımsızlık ilânından sonraki iki yılında kaleme aldığı günlerden oluşan “Özgürlüğün Bedeli: Bitmemiş Savaş Günlükleri” adlı çalışmadır. Bu eser bize, kendi ifadesiyle dile getirmek gerekirse, “atalarından devr aldığı mirası devam ettirme sorumluluğu taşıyan” Hasan di Tiro’nun siyasi mücadelesinin ilk birkaç yılında yaşadıklarını gündeme getirmektedir.

Ancak Tiro, bir mücadele adamı olmadan önce parlak bir üniversite öğrencisi, Endonezya Cumhuriyeti’nin BM’deki ilk temsilcisi, başarılı ve saygın bir iş adamı gibi nitelikleriyle öne çıkmaktadır. Tiro’yu önemli kılan hususiyetlerden biri bu saydığım özelliklerinin birbiri ardına ortaya çıkmasından sonra, orta yaşların ardından, yaşının kemale erdiği bir dönemde Açe mücadelesi diye bir sorunu kendine dert edinmesi ve bunu pratiğe geçirmesidir.

1925 yılında doğduğu dikkate alınacak olursa, 1976 yılında Açe-Sumatra Bağımsızlık Bildirgesi’ni dünyaya haykırırken Tiro elli yaşını geçmiştir. Bu durum bize Tiro’nun o döneme kadar, ne köyünde kendi halinde yaşayan bir kişi, ne elinde silahıyla dağlarda gezinen bir meczup olduğunu gösterir. Aksine, yukarıda kısaca dikkat çektiğim özellikleri çerçevesinde 1930’lu yıllarda Açe’deki erken dönem eğitimin ardından Cogcakarta’daki üniversite yaşamı, akabinde ABD’de yüksek öğrenimi, Endonezya Cumhuriyeti’nin dışişlerince BM’de görevlendirilmesi, iş hayatına atılarak başarılı bir işadamı olması Tiro’nun her şeyin ötesinde son derece bilinçli ve kendinde bir ‘adam’ olarak ortaya çıktığına işaret etmektedir. Mücadelesine başlayana kadar geçen süreçte kaleme aldığı ve entelektüel birikimine kanıt niteliğindeki çalışmaları ise halen Türkiye’ye taşınmayı ve tanıştırılmayı bekliyor.

Tiro’nun ilerlemiş yaşında birdenbire kaybedilmiş vatan duygusu, uzakta kalmış bir geçmiş ile bağlarının yenilenmesi gibi bir durumun ortaya çıkmasında nelerin rol oynadığı kendi başına bir çalışma konusudur. Ancak giriştiği bu hareket, onun bir siyasi ve toplumsal aktör rolü üstlenebilmesinde bir dizi özelliğe sahip olması gerektiğine işaret etmektedir.

Tiro’nun eylemlerindeki bu bireysel yönleri kadar hareketin ortaya çıktığı dönemin bölgesel ve küresel konuşlarının da ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Öyle ki, 1970’li yılların sadece Endonezya Cumhuriyeti’nin batısında bir eyalet olan Açe’de değil, Filipinler’in güneyinde Mindanao’da, Tayland’ın güneyinde Patani’de ve kısmen Myanmar’ın batısındaki Arakan’da şu veya bu şekilde ortaya çıkan bağımsızlık ve otonom hak talepleri ile birlikte değerlendirildiği bir süreçtir.

Tabii burada sadece Güneydoğu Asya sınırları içerisindeki Müslüman kitleleri ve bu kitlelerin etrafında şekillendiği mücadeleleri kastediyorum. Burada Açe hareketinin İslami olup olmadığı hususuna getirilebilecek eleştirileri, Açe ve bölge siyasetine, toplumsal hareketlerine ve tarihine mesafeli duruşun bir zaafiyeti olarak değerlendirdiğimi söylemeliyim. Bununla birlikte, buna verilebilecek uzunca cevabı burada ortaya koymayacağım.

Güneydoğu Asya coğrafyasında verilen bu mücadelelerin post-kolonyal (sömürge sonrası) ve neo-kolonlay (yeni sömürgecilik) bağlamlarıyla örtüşen ve hakiki bir duruşa işaret ettiklerini söylemek istiyorum. Sömürgecilik süreçlerini yönetmiş olan Batı’nın, 20. yüzyıl üçüncü çeyreğinde bu sefer adına Post-kolonyal denilen ve bir anlamda kendi sömürge geçmişlerine yönelik olarak içinde edebiyat, zihin, siyasi, dini, linguistik vb. sömürgecilik(ler) gibi sosyal bilimlerin zenginleştirebildiği ne kadar alan varsa tümünde hayata geçirilmiş sömürgecilik süreçlerine yönelik alabildiğine eleştirel olduğu belirtilen bir tutuma kendi, yani Batı kampüslerinde bir bölümü 3. Dünyadan gelmiş akademisyenler eliyle çanak tutmalarının bir tuhaflık olduğunu düşünüyorum.

Oysa sömürgeciliği yaşamış, sömürgecilik sürecinde vatan ve din bağlamı başta olmak üzere ardından yine Batının ürettiği ‘milliyetçilik’ çerçevesinde özgürlük mücadelesi vermiş coğrafyaların siyasi ve toplumsal elitinin kaleme aldığı eserlerin Batı akademi çevrelerinde okutulmaması oldukça tuhaf değil mi? Öte yandan, bu tür eserlerin özgürlük, bağımsızlık süreçlerinin aktörü olmuş coğrafyaların üniversitelerinde örneğin Türkiye’de, Malezya’da, Endonezya’da okutulmuyor olması çok şaşırtıcı gelmiyor mu size?

Bu durumun gündeme getirilmesinin bir aciliyet olduğuna şüphe yok. Bu bağlamda, Hasan di Tiro ve Güneydoğu Asya coğrafyasında yetişmiş olan bu türden siyasi ve toplumsal liderlerin hayatlarının, mücadelelerinin ve de eserlerinin ciddi araştırmalara konu olmasına ihtiyaç var.

Yukarıda zikrettiğim Özgürlüğün Bedeli gibi kitapların niteliği azımsamamakla birlikte toplumda sadece birkaç ilgilisine hitap etmek yerine, kampüslerde sosyal bilim çalışmalarında örneğin sosyoloji, siyaset bilimi, edebiyat gibi bölümlerdeki Post-kolonyal ve ilintili derslerde ve yüksek lisans ve doktora tezleri gibi çalışmalara konu olacak şekilde gündeme getirilerek toplumun geniş kesimlerine ulaşacak şekilde doğru ve istikrarlı yayın politikalarıyla doğru yaygınlaştırılması gerektiği kanaatindeyim. Bu bize örneğin Hasan di Tiro gibi mücadelesini vermiş ve bu hayattan çekilmiş liderlerin mücadelelerinin temellerinin ve bugüne yansımalarını anlamlandırmaya olanak tanıyacaktır.

Bu vesileyle Hasan di Tiro’ya Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun.