Mehmet
Özay 03.04.2018
Geçen Ağustos
ayında bir grubun ülkenin batısındaki Arakan Eyaleti’nin kuzeyinde, birkaç
güvenlik noktasına yaptığı saldırı sonrasında Myanmar ordusunun Arakanlı
Müslümanların yaşadığı bölgelerde estirdiği terör, 2012 yılı Haziran ayından bu
yana yaşananların bir devam niteliği olmakla önem taşıyor.
En son açıklanan
rakamlarla sayıları yedi yüz bini bulan Arakanlı’nın etnik soykırım tehdidi
altında kurtuluş umuduyla Bangladeş sınırını geçmesiyle son dönemlerin en
önemli sığınmacı akınına tanık olunmuştu. Bangladeş’e yönelik bu akın ilk defa
gerçekleşmemesine rağmen, Myanmar ordusunun Müslümanlara yönelik saldırısının
boyutları ve sınırı geçen sığınmacıların sayının çokluğu küresel gündemde yer
etmişti. Kendi iç toplumsal ve ekonomik sorunlarıyla boğuşan Bangladeş
yönetiminin, bu kadar çok sayıda sığınmacıya kol kanat geremeyeceği aşikârdı.
Ayrıca, küresel
ilginin ortaya çıkmasının da verdiği bir itici güçle Bangladeş yönetimi, belki pek
de beklenmedik bir şekilde, çeşitli kamplara yerleştirilen Arakanlılara yönelik
uluslararası yardımları kabul etmeye başladı. Ardından geçen Kasım ayının
sonlarına doğru Bangladeş ve Myanmar hükümetleri arasında imzalanan bir ‘ön’
anlaşma ile Arakanlı sığınmacıların ‘ülkelerine’ gönderileceği haberi bir ‘bahar’
havasının doğmasına neden oldu. O dönem yazdığımız yazılarda bu ‘ön’ anlaşmanın
temkinli karşılanması gerektiğini belirtmiştik.
O günden bu yana,
bölgeyi izleyenler tarafından bu kamplardaki en azından bir bölüm Arakanlının,
yine derme çatma teknelerle okyanus sularına açılması ihtimali olabileceği
gündeme getirilmişti. Ancak dün, Bangkok merkezli Fortify Right’ın açıkladığı
basın açıklamasının ardından ve bugün bölge basınındaki haberlere göre, sadece
bir iki teknenin bölgeye ulaşma çabası içerisinde olması, akıllara temelde iki
hususu getiriyordu. İlki, teknelerin birincil hedefi olan Tayland ve Malezya
yönetimlerinin deniz sınırları boyunca gerekli tedbirleri aldıklarıydı. İkincisi
ise insan trafiğini yöneten uluslararası çetelerin Güneydoğu Asya ülkeleri
sahilleri yerine, yeni rotalar ve güzergâhları gündeme aldıkları yönündeydi.
Geçen hafta sonu
Tayland makamlarının, içinde 56 kişinin bulunduğu bir teknenin karaya
yanaşmasına izin vermemesi ve Krabi eyaleti sahillerinden denize geri çevirmesi
üzerine konu bir kez daha gündeme geliyor. Bunun ardından tekne Malezya’nın
kuzeyindeki Langkawi Adası açıklarında Malezya sahil güvenlik birimlerince
belirlenmesi üzerine daha güneye, örneğin Kedah veya Perak bölgesine inmesine
izin verilmeden karaya çekilerek ilgili birimlere teslim edildiler. Malezya sahil
güvenlik birimleri, teknedekilerin insani nedenlerle karaya çıkmalarına izin
verildiğini açıkladı. Malezya makamlarından şu ana kadar detaylı açıklama
gelmese de bu ‘insani’ olgunun neye tekabül ettiği ve bunun söz konusu
Arakanlıların neyle karşılaşacaklarını şimdilik belirsiz kılıyor.
Bu iki gelişmeyi burada
kısaca üç açıdan değerlendirmek mümkün. İlki, Bangladeş ve Myanmar hükümetleri
arasında yapılan ve sığınmacıların ‘ülkelerine’ dönmesini öngören anlaşmada
gelinen nokta. Söz konusu anlaşmanın ardından teknik çalışmalarla varılan sonuç
15 Mart’ta basına taşınmış ve yedi yüz bini bulan Arakanlı sığınmacıdan sadece
374’ünün Myanmar makamlarınca geri alınacağı belirtilmişti. Myanmar dışişleri
bakanlığı Bangladeş hükümetince kendilerine ulunan 8032 Arakanlının belgelerinin
incelenmesinin ardından sadece 374’ünün geri dönüşüne izin verileceğini
açıkladı. Gerek anlaşma şartları gerekse süreçte yaşananlar her iki ülkenin bu
soruna yaklaşımlarındaki farkları, belirsizlikleri ve ciddiyetsizliklerini
ortaya koyması bakımından dikkat çekici.
İkinci husus, sığınmacıların
hedef ülkesi olduğu görülen Malezya ve Tayland’ın bugüne kadar Arakanlı
sığınmacılar konusunda sergilediği tavır, birbirinden bağımsız olmadığı gibi,
sadece bu iki ülke ile de sınırlı değil. Genel itibarıyla bakıldığında, bölge
ülkelerinin siyasi eğilimlerden bağımsız bir yönü olduğu da söylenemez. Sadece
Myanmar’ın değil, temelde Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerini içine alan bir
sığınmacı sorunu yaşanıyor. Bu durum, bölge ülkelerinde kökleri 2. Dünya Savaşı
sonrasına dayanan ve özellikle, 1990’lardan itibaren başat bir gelişmeye konu
olan kalkınmacı ekonomilerin bölge ülkelerinde demokratikleşmeye ve bu siyasi
rejimin temelleri olan insan hakları, özgürlükler kadar çatışma bölgeleri,
sığınmacılar vb. konularında olumlu açılımları beraberinde getireceği yönündeki
öngörülerin -en azından- şu ana kadar gerçekleşmediğini ortaya koyuyor.
Bunda, bölge ülkelerinin
2. Dünya Savaşı öncesinde konu oldukları sömürge dönemlerinden bugüne sarkan ve
bu anlamda gerek sömürgeci güçlerin gerekse kendi iç toplumsal sorunlarının
katmerleşerek büyümesinin önemli bir rolü bulunuyor. Oysa, sadece ekonomik
kalkınma bağlamında değil, eğitim, kültür, medeniyet gibi alanlarda da ilk
öğretim kurumlarından yüksek öğretime; siyasi partilerden sivil oluşumlara ve
geniş toplum kesimlerine yönelen ‘insani kalkınmacı’ bir anlayışın hakim olması
beklenirdi. Ancak bu süreçlerin bırakın ilgili ülkelerin kendi halkları
arasında birliği tesisi, hakların korunması ve gözetilmesini öncelemek değil,
aksine çatışmacı bir ortamı körüklediğine tanık olunuyor.
Bu süreçte
atılamayan adımlarla ilgili en açık örnek, soruna kaynaklık teşkil eden ülke
yani Myanmar’dır. Demokratikleşme sorununun olup olmaması bir yana, Arakanlı
Müslümanlara yönelik etnik soykırım kavramının ortaya çıktığı sürecin, Nobel
Barış Ödülü’ne sahip ve gölge devlet başkanı statüsündeki, Dışişleri Bakanı ve
devlet başkanlığından sorumlu bakan Suu Kyi’nin bulunduğu bir hükümet döneminde
olması manidar. Sözde ‘Myanmar sosyalizmi’ adı verilen bir ‘deneysel bir siyasi
rejimin’ diktatoryal bir uygulamanın aracı kılındığı ve on yıllarca süren
pratikleri sonunda, 2010 yılı Kasım ayında yapılan seçimlerinin ardından, yarı-demokratik
yötenime geçen ve ardından 2015 yılında yine Kasım ayında yapılan seçimlerle on
yıllarca demokrasinin sözcüsü kabul edilen Ulusal Demokrasi Birliği Partisi’nin
(NLD), yani tamamen sivil bir siyasi hareketin ülkeyi demokrasi şölenine dönüştüreceğini
elbette kimse beklemiyordu.
Ancak, Suu Kyi’nin
öncülüğünde NLD’nin ülkede ekonomik, kültürel hakların önünü açacak kararlar
alması en beklenir gelişmelerden biri olabilirdi. Burada yine tekrarlamakta
fayda var ki, o da Myanmar’ın sorununun, sadece Arakan Müslümanları ile sınırlı
olmadığıdır. Böylesi bir algının oluşturulması yine Myanmar denilen ülkeyi
oluşturan tarihsel ve toplumsal gerçeklerden bağımsız hareket edilmesini yani
gerçek dışı mitolojik bir yaklaşımın bilerek veya bilmeyerek ortaya konulması
anlamı taşımaktadır.
Üçüncü husus
Müslüman toplumlarla ilintilidir… Bir an için bölgedeki Budist toplumlar bir
yana bırakıldığında, geri kalan Müslüman toplumların Arakan sorununa gerek
siyasi yapılar gerekse STK’lar marifetiyle nasıl yaklaştıkları da bir sorun
yumağı olarak önümüzde duruyor. Öyle ki, okyanus sularında kaderlerine terk
edilmiş binlerce sığınmacıyı takip ve izleme yeteneğine dahi sahip bulunmayan
bölgedeki yapıların korku ile karışık içe kapanmacı bir ruh hali sergilediklerini
söyleyebiliriz. Siyasi yapılar bağlamında ‘ulusal güvenlik’ sorunu gibi son
dönemde popülarize edilen bir olgu olarak kabul edilerek sergilenen bu ‘psikolojiyi’
meşrulaştırmak mümkün. STK’lar nezdinde ise, işin çokça dillendirilen
profesyonellik olgusu bir yana, bilgi ve analiz süreçlerinden yoksunluğunun öne
çıktığına ise şüphe yok.
Bu son olayda da
görüldüğü üzere, Tayland makamlarının bir yılı aşkın süre zarfında ilk defa
gerçekleştiğini ileri sürdükleri sığınmacı vak’asının, aslında ikincisi
olduğunu belirten faaliyetlerini Bangkok merkezli olarak yürüten ‘yabancı’ bir
STK. Bu yapı/lar/ın bu yöndeki çalışmalarını, sadece sahip oldukları insan ve
maddi kaynaklarla açıklamak mümkün değil. Aksine, bu yapısal gelişmeyi ortaya
koymada birincil önem arz eden bilgi ve donanım konusunda sahip oldukları
özelliklerdir.
Bu gelişmeler Arakan’da
tarihin tekerrür etmekte olduğunu ortaya koyuyor. Sınırı geçen yüzbinlerce
Arakanlı, tıpkı 1980’li ve 1990’lı yıllardakine benzer şekilde bu ülkede ‘yerleşik’
hale gelmeye aday konumundalar. Cunta rejimlerine konu olan dönemlerde yaşanan
ve yine yüzbinlerce insanın evini barkını terk etmek zorunda kaldığı gibi bugün
de ‘demokratikleşmekte’ olduğu belirtilen Myanmar’da Nobel Barış Ödüllü Suu Kyi
hükümetinde yine yüzbinler benzer bir sürecin eşiğinde. Bu sürecin Arakanlılara
yönelik ‘etnik soykırımın’ bir parçası olduğuna şüphe yok. Her seferinde
yapılan çıkışlarla Arakanlılara vaat edilen ‘baharın’ gelip gelmeyeceği ise belirsizliğini
koruyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder