Mehmet
Özay 05.01.2018
Küresel güç merkezleri
olarak adlandırılan yapıların yeni yılda odaklanacakları coğrafyaların belki de
ilki yine Asya-Pasifik bölgesi olacak. Tekrarlamakta mahsur yok… Asya’dan
kasıt, Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan ülkeler yani, Doğu ve Güneydoğu Asya’yı
oluşturan ülkeler. Pasifik’in öte yakasında ise Kuzey Amerika ve Latin
Amerika’nın Pasifik’e bakan ülkeleri ile tabii ki, Adalar bölgesi olan
Avustralya ve Yeni Zelanda.
Her ülkenin veya bölgenin
bir şekilde kendini ‘dünyanın merkezi’ görme gibi bir eğiliminden bahsetmek
mümkün. Coğrafi, politik ve ekonomik yapılaşmaları ve ilişkiler ağı özelinde
bunda bir sakınca olmayacağı, hatta haklı gerekçeleri olabileceğini düşünmek
bile mümkün. Ancak Asya-Pasifik bölgesinin bir küresel merkez niteliği taşıması,
bugünün veya yakın geçmişte ortaya çıkan gelişmeleriyle bağlantılı değil. Aksine
bölgenin kadim geçmişten bu yana taşıdığı özellikler örneğin, sahip olduğu su yollarının
çeşitliliği ve bunların bağlantılılığı ile görece erken dönemlerde bu su
yollarını çevreleyen hinterlandın kaynak zenginliğinde yatıyordu.
Öte yandan, söz konusu bu
bölgenin böylesine bir nitelik arz etmesini, bizatihi bölgedeki kendinde ve
zinde güçlerin bir çıkışı olarak da değerlendirmek mümkün. Yine görece yakın
dönemde ulaşım ağlarının öne çıkması, ‘su yollarının’ tam da içinde-derininde
yer alan ‘maddi değerlerin’ varlığı, Asya-Pasifik bölgesini kaçınılmaz olarak
küresel ilişkilerde ilk sıraya çıkartıyor.
Tabii bu süreçlerin
yüksek sesle dile getirilebilirliğinin 15. yüzyıl sonunda baş gösteren
‘yayılmacılık’ ‘sömürgecilik’ süreçleriyle küresel bir önem kazandığı ortadadır.
Yayılmacılık ve sömürgecilik olgusu, adına ‘denizci milletler’ denilen
unsurların öne çıktığı ve bir bölümünün Ada toplumları, bir diğer bölümünün
karanın denizle iç içe olduğu coğrafya(lar) üzerinde yükseliyor oluşları,
‘denizci’ olmanın nedeni kadar sonuçlarını da içinde barındırıyor(du).
Su yolları üzerinde
mobilize olma karakteristiği ‘dünyanın öbür ucuna’ ulaşmayı sağlarken, içinde bir
ölçüde durağanlığı da barındıran teritoryal bir egemenlik tesisi yerine, ‘kısa
dönemli’ girişimleri ve teşebbüsleri de mobilize ederek bir dinamizm ortaya
koyuyordu. Bu kısa girişle ortaya koymaya çalıştığımız, işte bugün Asya-Pasifik
bölgesinin niçin bu denli bir önem arz etmekle olduğuyla alâkaladır.
Bu çerçevede konuyu,
bugünün canlı ve diri ilişkileri üzerinden sürdürebiliriz. ABD’nin dış
politikasında, Asya-Pasifik bölgesini ‘düne’ kadar göz ardı ediyormuş izlenimi
vermesi, diğer ülke ve bölgesel birlikleri de bölgeyi bu şekilde algılamalarına
neden olmuş olabilir. Öte yandan, bir süredir bu bölgenin ‘dünyanın gözü önüne’
getirilmesinde, yine ABD’nin bölgeyi yeniden ele alma kararının da başat bir
unsur olarak öne çıktığı iddia edilebilir. Bununla birlikte, unutulmaması
gereken bir husus, Çin’in kendinde bir güç olma istidadını ortaya koyma
çabasıdır. Bu iki ‘güç’ çekişmesinde bölgenin kadim kültürlerine ev sahipliği
yapmış olan Güneydoğu Asya’nın nerede durduğu meselesi önemlidir.
Yayılmacılık ve
sömürgeciliğin sona erişinden bu yana epeyce bir süre geçmiş olduğu düşünülse
de, dünün küreselleşmeye neden olan unsurlarına karşılık, bugünün farklı
küreselleşme süreçleri ile karşıya karşıya olunmaktadır. Güneydoğu Asya bir
başka deyişle ASEAN, tarihsel olarak Çin’le var olan ilişkilerini 20. yüzyılın,
özellikle son çeyreğine doğru yapılaştırılmaya başlanan ilişkilerle yeniden
tesis ediyordu.
Öte yandan, Çin’in 2001
yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olması ise, bu sürecin nitelik ve nicelik
olarak gelişmesinde kayda değer bir artışı getirmiştir. ABD’nin, 2. Dünya
Savaşı’nın ardından, adına ‘güneş batmayan imparatorluk’ olarak anılan Birleşik
Krallık’tan (İngiltere) devr aldığı Asya-Pasifik ya da daha doğru deyişle su
yolları egemenliği, ABD’yi 20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca bölgede başat bir
güç yapısı oluşturmasına neden oluyordu. Bu sürecin bir karşılığı olarak
ASEAN’ın 1967 yılında kurulmasının şaşılacak bir yönü de bulunmuyordu.
Peki, bugüne gelindiğinde
Güneydoğu Asya coğrafyası üzerinde yükselen ve bünyesinde on ülkeyi barındıran
ASEAN, yaşanmakta olan gelişmeler karşısında nasıl bir yol izlemektedir? Bu
noktada, üye ülkeleri tekil olarak ele almak, ASEAN bütününün nasıl bir yapı
ortaya koyduğunu en azından bir ölçüde görmemize olanak tanıyacaktır. Tabii, on
ülkeyi bu yazı çerçevesine sığdırmak mümkün olmadığından, birkaç ülke özelinde
konuyu ele almak mümkün. Bu noktada ASEAN’ı iki kategori, yani ilki adalar,
ikincisi ana kara ülkeleri olarak değerlendirebiliriz.
Endonezya ve
Filipinler’de başkanlar Joko Widodo (Jokowi) ve Rodrigo Duterte’nin şahsının
ağırlığını hissettirdiği bir siyasi yapı bulunuyor. Jokowi bir yandan ülkede
sivil siyaset, asker ve polis ile cemaatler arasında var olan süreçleri
‘yönetebilme’ uğraşı veriyor. Jokowi, bir yandan da iktidarına zemin hazırlayan
ekonomik kalkınma konusunda verdiği söze duyulan ‘güven’ bağlamında, ülkenin
ihtiyaç duyduğu ekonomik kalkınma süreçlerinde adım atmaya çalışıyor.
Bu süreçteki girişimleri
onu Çin’i öncellediği yönlü bir tür suçlama olarak alttan alta toplumda
işleniyor. Endonezya’nın Çin’le ilişkileri yeni ortaya çıkmış bir süreç değil, aksine
dönemin özelliği gereği ABD’nin geri çekilmesiyle açılan boşluğu kimin ve ne
şekilde dolduracağı sorusuyla bağlantılıdır. Jokowi’nin ‘bir yanıyla Çin’li
olduğu gibi kimilerinin ortaya atmakla siyasi rant elde etme arasında ilişkiyi
ortaya koyma çabasının burada bir karşılığı olduğunu düşünmek mümkün. Ülke
siyasetinde siyasi rantlar konusu, bugün ortaya atılan iddiaların sağlık
derecesini de değerlendirmemize elbette ki olanak tanıyor. Bununla birlikte, Endonezya’nın
yaşamakta olduğu bu süreç, çeşitli alanlarda sahip olduğu potansiyelin
değerlendirilmesine mani olduğuna kuşku bulunmuyor.
Filipinler’de 2016 yılı Mayıs
ayında yapılan seçimlerin ardından önemli bir halk desteğiyle başkanlık
koltuğuna oturan Davao şehri eski belediye başkanı Rodrigo Duterte’nin ülkenin
en önemli ‘hastalığı’ olarak teşhis ettiği uyuşturucu ile mücadele, sadece
ülkenin değil, dönem dönem küresel bir konu olarak gündeme taşındı. Duterte’nin
‘üç ayda’ bitireceğini söylediği uyuşturucu konusu bugüne kadar bitirilemediği
gibi, uygulamaya konulan politikanın hak - hukuk alanları ile bir toplumsal
çözüm süreci olarak sürdürülebilirliği konusu ciddi bir sorun halini almış
durumda.
‘Halk desteğinin’ bu
anlamda neye tekabül ettiği ise hiç kuşku yok ki, Filipinler halkının nasıl bir
yapısal gelişme ortaya koyduğuyla alâkalıdır. İspanya ve ABD sömürgeciliği
döneminde ‘yıldızları parlayan’ feodal ailelerin uzantılarının modern
Filipinler siyasetindeki varlığı, tıpkı dün plantasyonlarda bu feodallere
çalışan kitlelerin, bugün siyasi partilerin oluşturacağı irili ufaklı varsıllık
alanlarında yer alma mücadelesine evrilmiş bir görünüm arz ediyor.
Aslında siyasi partiler
ve halk ilişkisinin bir tür karşılığını, aradan geçen süreçte başkan
Duterte’nin maço duruşu ve söyleminde temsil edildiği iddia edilebilir. 70’ini
aşmış olan başkan Duterte’nin herhangi bir siyasi gelecek beklentisi içerisinde
olmaması, tabii ki onu Filipinler halkına kısa sürede en önemli faydayı sağlama
gibi bir misyon üstlenmesinin de yolunu açıyor. Ancak Duterte, sadece bu yolda
gitmekle kalmıyor, üstüne üstlük yerine yakın geleceğin başkanı olarak 80’li ve
90’lı yılların ‘diktatör Marcos’un oğlunu hazırlıyor. Junior Marcos olarak da
bilinen Ferdinand Bongbong Marcos’un ‘başkan yardımcılığına’ getirilmesi
çalışmalarının geçen yıl ortalarında başlandığı ve ülkede başkanlık
seçimlerinin altı yılda bir yapıldığı dikkate alındığında, sağlık sorunları da
nüksetmiş olan ‘yaşlı Duterte’nin elini biraz çabuk tutacağı öngörülebilir.
ASEAN’ın ‘ana kara’
bölümünde Tayland derin bir cunta rejiminin siyasal ve toplumsal yaşama adapte
edilmiş bir örneği olarak karşımızda duruyor. 2014 yılı Mayıs’ında yaşanan
darbenin ardından ‘kısa sürede demokrasiye dönüleceği’ söylemi, bugüne kadar
pratikte bir karşılık bulmadı. 20. yüzyıl boyunca ‘ağır’ cunta rejimi
tecrübesine sahip Tayland, Asya-Pasifik bölgesinin ciddi bir şekilde öne
çıkmakta olduğu günümüzde de benzer bir cunta rejimine konu oluyor.
ASEAN’ın ikinci büyük
ekonomisi sıfatını taşıyan ve geniş bir coğrafya parçası üzerinde yükselen,
batısında Bengal Körfezi ve doğusunda Güney Çin Denizi’ne açılan ülkede geniş
halk kesimleri ve sivil siyaset kanalları bekleme sürecini sürdürüyor. Cunta
rejimi güç aldığı siyasi yapıyı sürdürülebilir kılma adına anayasayı
değiştirirken, meclise ordu mensuplarının atanması şartını gündeme taşımasıyla
sanki kendisine Myanmar’ı örnek almış bir görünüm arz ediyor. Bu çerçevede, bu
yıl içerisinde yapılacağı öngörülen seçimlerin hangi demokratik değerlerle
örtüşeceği ise tabii ki sorgulanmayı hak ediyor.
2010 yılından itibaren
eski general yeni sivil Thein Sein liderliğinde ‘sivilleşmeye’,
‘demokratikleşmeye’ adım atan Myanmar, 20. yüzyıl boyunca yaşadığı tüm kapalı
devre süreçlerine rağmen, bugün bazı güç odaklarınca bölgenin ‘yeni bir ümidi’
olarak parıldatılıyor(du). Asya’nın iki köklü kültürel ve medeniyet unsuru Çin
ve Hindistan’a komşu olmasının, ülkede çoğulcu dini ve etnik zenginliği
yeşertmek ve geliştirmek yerine, Burmese
çoğunluğun hegemonyasının devam ettirilmesi bahsi geçen ‘ümidin’ nasıl ve ne
şekilde ortaya çıkacağı konusunda tereddütleri azaltmıyor aksine artırıyor.
Ülkenin yegâne sorununun
‘Arakanlı Müslümanlara’ yapılan zulüm ve etnik soykırım olmadığı, ülkenin yakın
geçmişindeki siyasal sistem ve azınlıklar ilişkilerinde görmek mümkün. Ülke
sınırlarını çevreleyen bölgelerdeki irili ufaklı etnik azınlıkların var olma
hakları ve bu yönde verdikleri mücadele ile bu azınlıklarla kimlerin ne türden
ilişkiler geliştirdikleri de ele alınması gereken bir başka hususu oluşturuyor.
Ciddi sorunlara sahip olan ülkenin, kendi içinde siyasi, ekonomik ve toplumsal
gelişmişliği ortaya koyabilmesi ve bu anlamda 2. Dünya Savaşı sonrasının bölge
içerisinde en çok gelecek vaad eden ülkesi umutlarının yeniden yeşertilebilmesi
için epeyce bir çaba sarf etmesi gerekiyor. Bu sürecin, sadece Suu Kyi’ye ile
ortaya konamayacağı ise aşikâr.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder