Cihan
Kurtaran 8
Şubat 2016
Myanmar’da 8 Kasım’daki genel seçimler
sonrasında yeni meclis ilk oturumunu 1 Şubat’ta yaptı. Yarım yüzyıl sonra ilk
‘sivil meclis’in görev sürecinin başlaması anlamına gelen bu tarihi olay
nedeniyle bir süredir olduğu gibi dünyanın gözü yine Myanmar’daydı.
İki meclisli temsiliyetin olduğu ‘Myanmar
Demokrasisi’nde’ önce ‘Temsilciler Meclisi’ ardından da ülkenin dört bir
yanındaki etnik bölgelerden temsilcilerin oluşturduğu ikinci meclis görevine
başladı.
8 Kasım’da yapılan genel seçimleri Ulusal
Demokrasi Birliği (NLD) oyların %77’sini alarak önemli bir başarıya imza atmıştı.
Seçim sonrası ortaya çıkan tabloda Su Çi’nin başkanı olduğu NLD’nin, yukarıda
değinilen iki meclisli yapıda 664 milletvekilliğinden 390’ını kazanması
olağanüstü bir başarıydı. Uzun yıllar ülkeyi yöneten cunta rejimi ve onun
uzantısı Birlik Dayanışma ve Partisi (USDP) ise, sadece 42 milletvekilliği
kazanarak mecliste konumuna geldi. Büyük eleştirilere konu olan 2010 yılındaki seçimler sonunda
mecliste çoğunluğu elde eden USDP, elde ettiği bu sınırlı temsiliyetle parlamentoda
varlığını sürdürecek. Yeni meclisin pek çok özellikleri arasında ülkenin dört
bir yanındaki etnik yapılara mensup milletvekillerinin de mecliste yer almaları
oldu.
Kasım ayında yapılan seçim, aslında,
1990’daki seçimin neredeyse bir tekrarı mahiyetindeydi. Bu açıdan
dünüşüldüğünde, aradan geçen süre zarfında ordu ve ordu yanlısı güçlerin
Myanmar halkına vaatlerinin pek de iltifata mazhar olmadığı kanıtlanmış oldu.
Bu, aynı zamanda Myanmar için kayıp bir zaman dilimi olarak da
değerlendirilmeyi hak ediyor.
Yeni mecliste ortaya çıkan ’sivil
çoğunluk’ temsiliyetine karşılık, ordunun uzantısı kabul edilen USDP’nin
mecliste görece az sayıdaki milletvekiline rağmen, ‘ordunun’ siyaset üzerindeki
belirleyiciliği devam edeceğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bunun somut
göstergesi ise, anayasa gereğince, iki meclisli sistemde ordunun yüzde 25’lik
‘seçilmemiş’ temsilcilerinin varlığı, anayasanın ve de olası büyük
değişikliklerin önünde müdafii grubu olarak yer almasıdır. Bu durum, özellikle
anayasa değişikliklerinde yüzde 75’in üzerinde desteğin sağlanması ‘kuralı’, ordunun
rolünü belirleyici kılmaya yetiyor.
Seçimler öncesinde ve sonrasındaki
tüm analizlerde, aslında NLD’nin seçimi kazanmasına kesin olmakla birlikte,
dikkatler daha çok Su Çi’nin Devlet Başkanı olup olmayacağı veya olacaksa bunun
hangi yöntemle gerçekleşecebileceği üzerine odaklanmıştı. Bu konu, Su Çi’nin
İngiliz eşiyle evliliğinden doğan çocukları olmasının, ordu tarafından 2008
yılında kabul edilen anayasanın 59. madde (f) fıkrasınca bir engel teşkil
etmesinin ötesinde bir anlam taşıyor hiç kuşku yok ki. O da, Su Çi’nin 1980’li
yılların ikinci yarısından itibaren Myanmar’da demokrasi mücadelesinin yegâne lideri
olarak bugünlere kadar gelerek, ülkenin sarsılmaz gücü orduya kafa tutmuş
olması yatıyor.
Bu bağlamda, özellikle seçim sonrası
süreçte NLD ve ordu arasındaki tüm görüşmelerde, meclis başkanlıkları, İçişleri,
Sınır ve Savunma bakanlıkları gibi mevkilerin ötesinde Başkan’ın kim olacağı
konusu da ilk sırada yer aldı. Adı geçen mevkiler için ordu ‘özel talepte’
bulunurken, bunun karşılığında Su Çi’ye ‘tamam başkan olmanın yolunu açıyoruz’
cevabı, şu ana kadar en azından kamuoyuyla paylaşılmış değil. Öyle ki, yeni
meclisin göreve başlamasından bir gün sonra, eski general ve savunma bakanı ve
partinin önemli isimlerinden biri olan 88 yaşındaki U Tin Oo yaptığı açıklamada
NLD ile Myanmar ordusu arasında başkanlık konusunda henüz bir anlaşma
sağlanamadığını açıklıyordu.
Öte yandan, artık yetmişine varmış
Su Çi’nin, ‘anaç’ bir tavırla ‘’şahin bir demokrat” tavrı sergilemek yerine,
başkanlık dahil yeni parlamento süreçlerini, kontrolünden çıkartmama eğilimine
rağmen, gelişmelerin bir anlamda doğal seyrine bıraktığını söyleyebiliriz.
Tabii bu ‘ılımlı politika’, onun başkanlığı istemediği anlamına gelmiyor. Yukarıda
zikrettiğim U Tin Oo aynı demecinde, “Su Çi neden başkan olamasın ki?” diye
cevabı içinde bir soru yöneltiyordu.
Ancak bunu, başta ordu olmak üzere,
haklarını alma mücedelesi veren etnik grupları temsil eden parti ve
milletvekilleriyle yapacağı uzun soluklu görüşmeler sonrasında yapılabilecek
bir anayasa değişikliği sonrasına bırakıyor.
Yeni meclis sivillerin başarısı olarak tarihe
geçerken, üstesinden gelmesi gereken pek çok sorunun bulunduğu da bir gerçek. Bu
sembolik başarının hakiki bir başarıya evrilmesi ise, söz konusu sorunların
çözümü konusunda meclisin ciddi ve sürdürülebilir bir irade ortaya
koyabilmesiyle olacak. Bu sorunların başında, yukarıda kısmen değindiğim üzere
ordu ile ne türden bir ‘anlaşma’ yapılacağı ve bunun başkanlık, hükümet ve
meclisin şekillenmesini nasıl belirleyeceğiyle ilgili. Başta olmak NLD olmak üzere,
diğer partilerden de aday olarak meclise giren çeşitli etnik yapılara mensup
milletvekillerinin varlığı, bir yandan çok sesliliği getirmekle birlikte, öte
yandan sorunların hangi ölçüde ‘ortak bir algı ve anlayış’ çerçevesinde
çözümlenebileceği sorununu da gündeme taşıyor.
Tabii bu bağlamda, etnik yapıların hangi
oranda temsil edildiği de başka bir konu. Zaten bu nedenledir ki, seçim
sonrasında bile, başta Şan, Kaçin, Kokang ve Arakanlı Müslümanlar olmak üzere
belli başlı etnik yapılar yeni hükümetin haklarını ne denli koruyacağı ve
‘birlik hükümeti’ oluşumunda kendilerinin ne denli temsil edilebileceği
noktasında endişeleri devam ediyor. Tam da bu noktada, NLD öncülüğünde
kurulacak hükümetin politikalarının hiçbir etnik yapıyı dışarda bırakmayacak
bütünlükçü bir politika izlemesi gerekiyor. Ancak bu söylendiği kadar kolay
üstesinden gelinebilecek bir husus da değil.
Kuşkusuz ki, pek çok siyasi parti ve sivil
toplum kesiminin gündeminde ‘reform’ var. Aslında bu reform, 2010 seçimleri
sonrasında ‘iktidara gelen’ ordu destekli USDP’nin de gündemindeydi. Ancak
USDP’nin reform çabası daha çok uluslararası çevrelerle girilen ilişkilerin,
karşılıklı çıkarların ve zorlamaların bir ürünü olarak tarihe geçti. Kaldı ki,
bu reform sürecinin ne denli başarılı olduğu da tartışmaya açık. Aradan geçen
beş yıllık süre zarfında ortaya konulan çabaların ‘reform’ olarak
adlandırılmasında, özellikle Batılı çevrelerin Myanmar’dan beklentileri
ölçüsünde yapılanmaları ‘reform’ kategorisinde değerlendirme eğiliminde
olmalarının da payını unutmamak gerekir.
Şimdi, önümüzdeki beş yıllık süre içerisinde yeni
meclisin elli beş milyonluk Myanmar toplumunu ortak hedefler ve gayeler
etrafında buluşturacak bir siyasi modeli belirleme ve bunu pratiğe koyması
bekleniyor. Bunun en başında da, daha 1948 yılındaki bağımsızlık öncesi ve
hemen sonrasında gündeme gelen ‘eyalet’ sistemi giderek güçlü bir şekilde
gündemde yer işgal ediyor. Bunun göstergelerinden biri, bu yönetim biçiminin, USDP
hükümetinin gider ayak geçen Kasım ayında ülkenin dört bir yanındaki
bağımsızlık ve otonom haklar için mücadele eden çeşitli etnik yapıları ‘barış
masasına’ davet etmesinin ardından yüksek sesle toplantılarda dillendirilmeye
başlanmasıdır. Kaldı ki, bu barış sürecine davet edilmeyen güçlü etnik yapılar
bu yöndeki taleplerini hem ulusal hem de uluslararası çevrelerle yaptıkları
görüşmelerde dile getirdiklerine tanık olunuyor.
Etnik yapıları içine alan ve temelde ‘siyasi’
haklar olarak gözüken sorunların üstesinden gelme çabası kadar, ülkede yasal
süreçleri tüm toplum bireylerine eşit mesafede uygulayacak bir model
geliştirilmesi de zorunluluk arz ediyor. Bu bağlamda, siyasetin zorlu
kulvarları kadar, gündelik yaşamın ekonomik zorlukları arasına sıkışıp kalmış
geniş kitleleri bu darboğazdan kurtarmanın yollarının başında da endemik
yolsuzluklar silsilesine son verme uğraşına bir an önce başlanmasıdır. Bu
bağlamda, 4 Şubat’da Yangon’da düzenlenen ‘Uluslararası Finans İşbirliği’
toplantısında dikkat çekilen konuların en başında ülkedeki bu yolsuzluk
süreçleri oldu.
Tüm bu gelişmeler ışığında, başta Arakanlı
Müslümanlar olmak üzere Myanmar geniş toplumu içinde yaşam süren/sürmeye
çalışan kitlelerin var olma ve hak ettikleri siyasi, ekonomik ve toplumsal
eşitlik süreçlerine dahil olmaları beklentisinin de olduğu aşikâr. Bununla
birlikte, kimi çevrelerin Myanmar’ı salt ‘Arakanlı Müslümanlar’ noktasında
değerlendirdiğine ve bolca da ‘umut dağıtıldığına’ tanık olundu. Artık
Arakanlıları da unutmadan, Myanmar’ı bir bütün olarak hesaba katmanın ve de
‘boş umut dağıtmak’ yerine, sahanın gerçeklerine göre politikalar ve icraatlar
güdebilecek yapılaşmaların gündeme gelmesi gerekiyor.
Bir süredir tanık olunduğu üzere bölgesel ve
Batılı güçlerin Myanmar’ın her türlü ‘imkânları’ karşısında bu ülke
topraklarında bulunmayı bir zorunluluk arz ettikleri unutulmamalı. Bu sürecin
başını da, Myanmar’ı yeniden dünyaya açmanın bir başarı olarak tarihe geçirme
niyetindeki Obama yönetiminin çektiği aşikâr. Bundan sonraki süreçte, Myanmar üst
yapısından alt yapısına değişimi görece hızlı bir şekilde yaşayacağından
hareketle, kendi kabuğunu kıran bir siyasi ve toplumsal organizasyon olmakla
kalmayacak, aynı zamanda yanı başındaki ASEAN komşu ülkelerinin benzer
süreçlere konu olması için bir örneklik teşkil edecektir. Ancak her şey süt
liman da gitmeyecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder