30 Haziran 2015 Salı

Malezya Siyasetinde Sular Durulmuyor (II) Political Hassles Not Settled Down in Malaysia (II)

Mehmet Özay – Banda Açe                                                                                        30 Haziran 2015

Malezya’da UMNO önderliğindeki ‘Ulusal Cephe’ iktidarının ülkenin çok etnikli/dinli/kültürlü toplumsal ve de siyasal alanını ‘genişletici’ bir alana taşıyacağı beklentisi bugüne kadar bir türlü gerçekleştirilebilmiş değil. Aksine, reformcu yaklaşım yerine, toplumsal ilişkiler ve de siyasal yapıda giderek tıkanmaların birbiri ardına ortaya çıkması, bu dönemin bir tür ‘kriz’ olarak adlandırılmasına neden oluyor. Bu çerçevede, kriz bağlamındaki gelişmelere neden olan yaklaşımların belki de en önemli göstergesi, 2009 yılında uygulamaya konulan ‘1 Malezya Kalkınma Fonu’yla ilgili son dönemde gündeme gelen iddialar. “Malezya’da neler oluyor?” sorusunun çok hem içeride hem de dışarıda giderek yüksek sesle seslendirilmesine neden olan bu iddialar, sadece iktidarı kıskaca almayı hedefleyen muhalefetin çabalarıyla sınırlı olmayıp, Başbakan’ı yerinden etmeyi bir süredir açık seçik dile getiren Dr. Mahathir Muhammed’in ve Cohor Sultanlığı’nın önde gelen üyelerinin siyasal tehdit içerikli yaklaşımlarında karşılığını buluyor.

Tartışmalar, Malay siyasal eliti arasında yeni bir kriz şeklinde tezahür ederken, bu krizin sembolik göstergelerinden biri, ülkenin dördüncü Başbakanı Dr. Mahathir Muhammed’in bir etkinlikte konuşma yapacağı sırada etrafının polislerle çevrilerek konuşmasına izin verilmemesidir. Dr. Mahathir’in ‘ben bir şey yapmadım’ dercesine iki elini savunma pozisyonunda tutar şekilde gösteren fotoğraf, Malezya’da “Malay” siyasi elitin kendi aralarındaki çatışmanın boyutunu çok net bir şekilde ortaya koyarken, aynı zamanda bu önemli siyasiye ve temsil ettiği kesimlere yönelik bir ‘polis darbesi’ olarak adlandırılmayı hak ediyor. ‘Kalkınmanın babası’ unvanıyla anılmakla kalmayan, Malezya’nın küresel bağlamda tanınırlığının da belki birkaç önemli isminden biri olan Dr. Mahathir, kendi kurduğu ve ‘güç’lendirdiği polis teşkilatı mensuplarınca çepeçevre kuşatılması, 90 yaşındaki bu devlet adamının belki de hayatında ilk defa böylesi bir yaklaşıma maruz kaldığını ortaya koyuyordu.

Polis teşkilatının, hükümete ve de Başbakan’a bağlı yapısı dikkate alındığında, kuşkusuz ki, Dr. Mahathir’e yönelik bu ‘kuşatma’nın arkasında çok daha büyük oluşumlar var. Öte yandan, aktif siyasi yaşamı boyunca sahip olduğu karizmatik kişiliği ile hükümet ve çevresindeki kritik güç yapılarını kontrolüyle UMNO saflarında liderlik konumuna taşınacak siyasetçilerin belirlenmesindeki rolüyle öne çıkan Dr. Mahathir, 2009 yılında dönemin başbakanı Abdullah Ahmad Badawi’nin yerine Başbakanlık ve UMNO Genel Başkanlığı’na Necib bin Razak’ın getirilmesini de sağlayan kişi.

Başbakan Necib bin Razak ve Dr. Mahathir arasında yaşanan gerginliğin sebebi, yaklaşık bir yıldır gündemde yer işgal eden ‘1 Malezya Kalkınma Fonu’ kullanımındaki usulsüzlükler. Tabii sorun, söz konusu fonun nasıl kullanılıp kullanılmadığından öte, bu fondan Maliye Bakanlığı görevini de yürüten Başbakan’ın, aynı zamanda siyasi sorumluluğu da birinci elden taşıyor oluşunun payı büyük. Bugüne kadar fonun kimler tarafından ne şekilde kullanıldığı ve oluşan borcun ne şekilde ödeneceğine dair kamuoyuna tatminkâr açıklamalar getirilmemiş olması, ülke ekonomisinin bütüncül yönetimi bağlamında da karamsar görüşlerin hasıl olmasına neden oluyor.

42 Milyar Ringgitlik (11.3 milyar Dolar) fonun bu güne kadar ne şekilde kullanıldığı ve alınan borcun faizinin ödenmesiyle başlayan kriz, devletin değişik kurumlarının fonun “kurtarılması operasonuna” alet edilmesi kötü bir ekonomi yönetimi olarak tanımlanıyor. Başbakan Necib bin Razak’ın çeşitli politikalarından hoşnutsuz olan ve de bunu açıkça dile getiren Dr. Mahathir Muhammed’in ve de muhalefetin bu fonla ilgili eleştirilerini defaatle tekrarlamalarıyla süreç, kayıp milyarlarca Dolar’ın hesabının verilmesi konusunda Başbakanı köşeye sıkıştırmaya kadar geldi.

Muhalefet çevrelerinin eleştirilerine Dr. Mahathir’in de katılması, bir anlamda ülke siyaset haritasında ittifaklar/kopuşlar ikileminin iç içe geçtiğini ortaya koyuyor. Dün aktif siyasal yaşamındaki kimi uygulamalar nedeniyle Dr. Mahathir’i eleştiren muhalefet, bugün onunla aynı safta yer alıyor görüntüsü çiziyor. Öyle ki, Halkın Adaleti Partisi (PKR)’nin eski üyeleri ve reform hareketinin en ön saflarında yer alan kimi siyasiler Dr. Mahathir’in de içinde yer alacağı yeni bir siyasi oluşumu ülkenin kurtuluşu adına gündeme getiriyorlar.

Bu sürecin bugün geldiği noktada, uluslararası para ve kredi çevrelerinin Malezya’ya karşı tutumu ile yabancı yatarımcıların karar mekanizmalarında da değişiklik gözleniyor. Bu bağlamda, yabancı yatırımcıların ülkeyi terk eder görünüm çizmeleri kötü bir döneme işaret ediyor. Ancak bu süreçte Başbakan fonun kullanımıyla ilgili tatmin edici açıklamalar getirmezken, bir yandan da siyasi geleceğini garanti altına alma adına hem hükümetteki UMNO üyeleri, hem de partinin ülke çapındaki örgüt temsilcileriyle defaatle yaptığı görüşmeler sonucu ‘aldığı destekle’ ayakta kalmayı başarıyor.

Tabii, bu gelişmenin etkilerini sadece ekonomi alanında değil, bundan çok daha etkin bir şekilde ülke siyasal yaşamında kayda değer bir değişim/dönüşüm sürecine doğru giden açılım olarak değerlendirmek mümkün. Önceki yazımızda dile getirdiğimiz üzere Başbakan Necib bin Razak muhalefetten ödünç aldığı ‘reform’ söylemini bir türlü pratiğe taşıyamazken, özellikle son dönemde uygulanan yanlış politikalar neticesinde, 58 yıldır UMNO’nun başını çektiği ‘Ulusal Cephe’ ittifakının birkaç yıl sonra yapılacak genel seçimlerde iktidarı yitirmesine neden olacak bir yönelim sergiliyor. UMNO ideallerine bağlılığına kuşku olmayan Dr. Mahathir’in eleştirilerinin merkezini tam da bu husus oluşturuyor. Bu nedenledir ki, daha 5 Mayıs 2013 Genel Seçimleri öncesinde Başbakan’a yönelik uyarılarını gündeme taşıyan Dr. Mahathir, aradan geçen sürede eleştirisinin dozunu artırıyor.

Bu gelişme üzerine, UMNO’nun hükümet kanadında hem de teşkilatlarda halen kendisine desteğin sürdüğünü göstermek amacıyla Başbakan Necib bin Razak çeşitli toplantılar yapması kadar, Dr. Mahathir’in 22 yıllık başbakanlığı döneminde ekonomi alanındaki bazı yanlış icraatları da kimi çevrelerce gündeme getirilmesi bir tür intikam duygusuyla hareket edildiğini  ortaya koyuyor. Ülke ekonomisine kimin ne kadar zarar verdiği şeklinde bir ‘çatışmacı’ söyleme tanık olunurken, aslında tüm bu sürecin, 1987’de UMNO’nun ikiye bölünmesine neden olan büyük dalgalanmadan ve 1999’da Enver İbrahim’in UMNO’dan ihracından sonraki en önemli kırılma olarak nüksediyor.

Bu anlamda, tepkilere bizzat Başbakan’ın kardeşi ve CIMB Grubu Başkanı Nazri bin Razak ile Cohor Sultanlığı ailesine mensup bireylerin de katılması dikkat çekici bir husus. Sultanların ülke siyasal yaşamına doğrudan katılımı/müdahalesi söz konusu olmasa da, Cohor Sultanlık ailesi mensuplarının ne denli ‘açık sözlü ve dobra’ oldukları tarihsel olarak da biliniyor. ‘1 Malezya Fonu’ özelinde baş gösteren ve giderek diğer sektörleri ve de geniş halk kesimlerinin ekonomik varsıllıklarını da etkileyecek bir hâl alması üzerine Cohor Sarayı’ndan “Halkımız (yani Cohor halkı) ve bizim geleceğimiz için neyin iyi olduğuna karar vereceğimiz günler gelecektir” minvalli söylem, siyasal içerikli bir tehdit taşıdığı konusunda neredeyse her kesim hem fikir. Ekonomik geri kalmışlık nedeniyle merkezi yönetimden ayrılma konusunda referandum çağrılarının gündeme getirildiği Sabah ve Sarawak Eyaletleri’nde kimi siyasi girişimlere karşı Federal Yönetimi’n “İsyana Teşvik Yasası”nı uygulamaya koymayı yeğleyerek verdiği karşılığın bir benzerini Cohor Sarayı’na karşı kullanamayı göze alamayacağına göre, Başbakan’ın çözmesi gereken salt ‘1 Malezya Kalkınma Fonu’ değil, ülkenin bütünlüğü meselesi olduğu görülüyor.


25 Haziran 2015 Perşembe

Malezya Siyasetinde Sular Durulmuyor (I) / Political Hassles Not Settled Down in Malaysia (I)

Mehmet Özay                                                                                                              23 Haziran 2015

Malezya’da Başbakan Necib bin Razak yönetimine karşı muhalefet hareketi giderek genişleme gösterirken, hükümetin bu süreçte tatminkâr politikalar geliştirememesi ülke siyasal gündemini giderek daha da dar ve kaotik bir ortama evrilmesine neden oluyor. Muhalefet saflarını oluşturan ve 1999 yılından bugüne değin ülkede ‘reform’ hareketinin öncüsü konumundaki ‘Halk Cephesi Koalisyonu’ Enver İbrahim’in yeniden hapsedilmesi ve ardından Malezya İslam Partisi’nin (PAS) koalisyon ortaklarınca eleştirilere neden olan yaklaşımlarından sonra yeni bir safhaya evrilirken, Başbakan’ın kardeşi ve ülkenin en önemli finans kurumlarından biri olan CIMB Grubu Başkanı Nazri bin Razak yeni bir parti kurma çalışmalarına başlaması gündemde önemli bir yer işgal ediyor. Tüm muhalefet çeşitliliği içerisinde Malezya toplumunda geniş kesimler çıkış yolu ararken, bugünkü gelişmeleri sağlıklı bir yere oturtabilmek için yakın geçmişe kısaca bakmak gerekir. Necib bin Razak’ın Başbakanlık görevini 2009 yılı Nisan ayında Abdullah Badawi’den devralmasıyla, bir türlü gelmeyen ancak yeni bir umutla sarılınan ‘reform’ dalgasının ülkeyi saracağı yönünde bir intiba oluşmuştu.

Bu süreçte, bizzat Başbakan’ın ülkeye yeni bir çehre kazandırma amacı ve bu bağlamda siyasi meşruiyetini pekiştirme gayreti kadar, ulusal politikanın bir gereği olarak, ülkenin kalkınmış ülkeler sınıfına atlamasını hedefleyen “2020 Vizyonu”nu gerçekleştirmeye matuf bir çabanın da itici bir güç oluşturduğuna kuşku yok. Bununla birlikte, oy potansiyeli ve politikalarıyla hitap ettiği kesim bağlamında ağırlıklı olarak kırsal bölgelerde yaşayanları hedef alan ‘Birleşik Ulusal Malay Birliği’ (UMNO) önderliğindeki Ulusal Cephe hükümetinin muhalefetten ‘reform’ sözcüğünü ödünç almasının sembolik olarak ortaya koyduğu üzere, Başbakan yönünü artık kemikleşmiş kırsal seçmenden çok kimlikli/etnikli/dinli yapısıyla, farklı ve güncellenmeyi hak eden talepleriyle gündeme gelen şehirli seçmeni hedef aldı. 

Bir tür gelecek seçim yatırımı olarak düşünülebilecek olan bu yaklaşım, birbirine ‘dokunmayan’ toplumsal unsurlar arasında uzlaşmanın sağlanmasının da temelini oluşturmaya adaydı. Öyle ki, Başbakan’ın başta Çin ve Hint kökenliler olmak üzere ülkenin dört bir yanında etnik azınlık gruplarını da kapsayacak şekilde politikalar geliştirmesi, bu kitlelerin çeşitli etkinliklerine katılarak, toplumsal liderleriye ‘aynı karede’ yer alması bir tür iyimserlik havasının yayılmasını sağladı. Aslında ulusal siyasi arenada ve toplumsal çerçevesinde bu yönelim, sadece Başbakan Necib bin Razak için değil, UMNO için de aşılması gereken bir eşik anlamı taşıyordu.

Başbakan için bu yönelimin haklılaştırılması bir sonraki seçimi garanti altına almak kadar, yukarıda ifade ettiğim üzere, 2020 Vizyonu’na ulaşmada ihtiyaç duyulan toplumsal üretim güçlerinin en önünde yer alan Çinlileri bu hedefe kilitlemek ve bu bağlamda, yaklaşık elli yedi yıldır bir türlü arzu edilir bir düzeye ulaştırılamamış ‘ulus devlet’ bilincinin de giderek toplumda karşılık bulmasına matufdu. Bu yönelim çerçevesinde sokaktaki vatandaşın yakında hissedeceği açılım eğitim, sağlık ve dini kurumlara destek mahiyetinde ortaya konurken, üst yapıda iş çevrelerini yeni yatırımlar, başta bölgesel ve küresel gelişmelere paralel olarak yeni ekonomik hedeflerde aktif hale getirmekti. Necib bin Razak’ın bu çıkışında aslında ortada ‘keşfedilmiş’ bir durumdan söz etmek mümkün değil. Başbakan’ın yaptığı, 1999 yılından itibaren çok etnikli ve dinli toplumsal yapıda karşılık bularak, ülke siyasetinde gücünü giderek artıran ‘reform’ merkezli bir yönelim sergileyen muhalefetin ‘siyasi söylemini’ ödünç almaktan ibaretti.

Haddı zatında, Başbakan ve de tabii ki hükümetin, ilk birkaç yıldaki uygulamaları, yakın gelecekte pratiğe geçireği sözünü verdiği vaatleriyle doğru yolda olduğunun göstergelerini yakinen veriyordu. Ancak Başbakan’ın üstesinden gelmesi gereken, sadece yeni bir siyasal ve toplumsal düzen şemasıyla ortaya çıkan muhalefetin söylemini ödünç alarak bunu doğrudan halka yansıtma çabasını sergilemekle sınırlı değildi. Bunun ötesinde, belki de daha çok merkezden çevreye doğru hiyerarşik olarak yayılan UMNO kadrolarında, uzun yıllar iktidarda olmanın verdiği bir tür ‘güven’ ile, bu gücün kaybedileceğine dair bir tür ‘korku’nun ürettiği olumsuz tepkinin ipuçları da zamanla ortaya çıkmaya başlamasıyla baş etmesi gerekiyordu. Bu noktada, örneğin, Dr. Mahathir Muhammed gibi karizmatik bir liderlik profili ve bunun sağladığı ‘yönlendiricilikden’ ziyade, daha çok UMNO genel kurulunun ‘siyasi baskı’ mekanizması olarak da işlev gören desteğine bağımlı bir yapıya tabi olan Necib bin Razak’ın partisini ve de hükümeti ödünç aldığı söylemler çerçevesinde yönlendirmede ne kadar başarılı olduğunu kuşkuludur.

Özellikle yakın çevresinin tesirinde kalarak reform değerinde bir icraatta bulunmayışının karşılığını, 5 Mayıs 2013’de yapılan 13. Genel Seçimler’de şehirli seçmen kitlesi oylarını UMNO ve ittifak kurduğu Çin/Hint kökenli partilere vermeyerek ortaya koydu. Seçimin ‘resmi’ sonuçlarına göre Ulusal Cephe’nin iktidarını devam ettirmesi sonucu ortaya çıksa da, genel oyların %52’si muhalefet bloğunun oluşturduğu ‘Halk Cephesi’ koalisyonuna gitti. Bu bağlamda, 5 Mayıs, Başbakan için “ikiz kriz” sürecine başlangıç anlamı taşıyordu. Bir yanda, özellikle 1948 yılında sömürge döneminde çıkartılmış ve hükümete ve UMNO’ya muhalefet makamındaki parlamento üyeleri, gazeteciler, öğretim üyeleri, aktivistler gibi çok farklı kesimleri için ‘susturmaya’ matuf bir işlerlik kazandırılan ‘İsyana Teşvik Yasası’nı kaldırmayarak muhalefetin tepkisinin devam etmesine yol açarken; başta UMNO olmak üzere iktidar koalisyonu çevrelerinde kayda değer oy kaybının doğurduğu tedirginlik halinin ürettiği tepkisellik gün yüzüne çıkmaya başladı.


Bu gelişme karşısında, Başbakan’ın ve de hükümetin bu iki krizle mücadeleye nasıl karşılık verdiğine bakıldığında, ortada açıkçası içe kapanma denilebilecek ve gelenekselleşmiş politikalara dönüş dikkat çeker. Bu çerçevede, adına muhalefet denilen toplumsal kesimleri temsil makamındaki liderleri çeşitli manipülasyonlarla hedef alan ‘yıpratıcı’ politikalar izlenirken, iktidardaki UMNO ve müttefiki partileri ayakta tutan grupları ülkenin görece başat yatırım ortamından nemalandırma sürecine devam kararı çıktığını söylemek mümkün. İşte bu durum, Başbakan’ın 2009’da ülkeye yeni bir vizyon kazandırma amacıyla başlattığı değişim ve dönüşümü sürecinin nasıl tıkandığı ve bu bağlamda iktidar aygıtı içerisinde var olmayı devam ettirme adına UMNO’nun nasıl eski reflekslerine dönerek politikalar yapma seçeneğine mahkum olduğunu ortaya koyar.



23 Haziran 2015 Salı

Malezya’nın Karanlık Yüzü: Malaya Komünist Partisi ve Chin Peng (1924-2013) / The Dark Side of Malaysia: Communist Party of Malaya and Ching Peng (1924-2013)

Mehmet Özay                                                                                                              23 Haziran 2013

Malaya Komüsint Partisi lideri Chin Peng 16 Eylül 2013 tarihinde Bangkok’da 89 yaşında bir hastanede hayatını kaybetti. Dönemin yayın organlarında adı ‘dünyanın en gizli devrimcilerinden’ biri olarak geçen Ching Peng’in asıl adı  ‘Ong Boon Hua’ (The Straits Times 1989: 2). Bu bağlamda, Peng’in ölümü ailesi ve yakınlarıyla sınırlı bir ‘veda’ töreniyle sonlanmadı.

İngiliz sömürgeciliği döneminde Perak Eyaleti’ne bağlı Sitiawan’da dünyaya gelmesi nedeniyle ailesi ve yakın çevresinin talebine rağmen, Başbakan Necip tarafından doğduğu topraklara gömülme talebi reddedildi. Bunun temel nedeni olarak da, Ching Peng’in aşağıda değinilecek ‘anlaşmaya’ rağmen, ülkedeki ‘icraatlarından’ dolayı düşman kabul edilmesinde yatıyor. Bu bağlamda Chin Peng’in bu konuda düşüncesini özlü bir şekilde dile getiren yaklaşımı ise şöyle olmuştur “... Evet doğru, pişman değilim. Adalet için savaştığım şeyden pişmanlık duymam” (Peng 2007: 9).

Bu vesile ile pek değil, hiç bilinmeyen Malaya Komünist Partisi üzerinde kısaca durmakta fayda var. ‘Malaya’ derken elbette, bugünkü Malezya’yı değil, içinde Singapur’un da olduğu coğrafyayı kastediyoruz. Bir başka deyişle sömürge döneminde British Malaya’sı olarak adlandırılan toprak parçası... Modern Malezya’da yakın tarihin önemli hadiseleri içerisinde yer alan bu ve benzeri hadiselerin bilinmemesi üzerine kurulmuş bir ideolojik şekillenme olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu görüşü destekleyecek bir başka örneği, komünist gerilla hareketi liderinin tam zıddı kutupta bulunan Dato Onn bin Cafer’in bugün ne kadar bilinip bilinmediğini sorgulayarak gündeme getirebiliriz. Hem de bunu, kendisiyle yakın geçmişte görüşme fırsatı bulduğumuz Dato Onn’un yıllarca sekreterliğini yapmış Mohammad Abid söylüyorsa ortada gerçekten ‘sıkıcı’ bir durum var demektir... Kaldı ki, Malaya topraklarında doğan Komünist Partisi üyelerininin, bu oluşum içerisinde çoğunluğu oluştursalar da, sadece Çinlilerden müteşekkil olmadığı (Soong 2011: 31; Leng 200 2011: 51), aksine içinde Malay ve Hintlilerin de olduğu biliniyor. Yani bu oluşumla, Malezya’nın bağımsızlık öncesinde başgösteren ve bağımsızlık sonrasında varlığı devam eden bir legallikten illegalliğe dönüşmüş bir siyasi hareketten bahsediyoruz. Örneğin önde oluşum içerisinde Musa Ahmad, Rashid Maidin (oluşumun Genel Sekreteridir), Abdullah Sudin, İbrahim Mohamed, Wahi Anuar ve Shamsiah gibi üst düzey görevlerde bulunmuş olanları da var (Chin 1995: 116; Abdullah 2009: 196; Mahathir 2011: 111). Tabii bu girişte Modern Malay milliyetçiliğinin babası ve Birleşik Malay Ulusal Birliği’nin kurucusu ve ilk başkanı (UMNO) Dato Onn’u Chin Peng ile birlikte zikretmek kimilerine garip gelebilir. Ancak unutmalayım ki, 1948 yılı Ağustos ayında bu hareket Malaya Komünist Partisi olarak faaliyetlerine başladığında bu girişimden en çok rahatsızlık duyanlardan biri Dato Onn olmuştur. Gerilla hareketinin hedefleri arasında olan Malay köylerinin kendini savunabilmesinin yollarını ararken, öte yanda Çin kökenli kitlelerin çıkarlarının, tıpkı diğer çoğunluk Malay ve azınlık Hintlilerin ki gibi korunmasını dile getirebiliyordu. Komünist Partisi’nin faaliyetlerine başlamasından sadece birkaç ay geçtikten sonra, 1948 yılı Aralık ayında Cohor’da içerisinde Çinli grupların da olduğu Malaya’daki toplam 21 farklı oluşumu biraraya getirmeyi başaran Dato Onn’dur (Anwar 2011: 137, 181).

Hemen burada ifade edelim ki, Malaya Komünist Partisi’nin varlığı, faaliyetleri, hedefleri bağımsızlık öncesi ve sonrası Malay toplumsal yapısının ve bunun siyasal karşılığının farklı bir vecheden okunmasına olanak tanıyacak boyutlardadır. Bu bağlamda, söz konusu bu topraklarda hakim ideoloji olarak beliren ve bir şekilde bağımsızlık sonrasına intikal eden İngiliz siyasi varlığı ve ideolojisine bağlılık kadar, kendi başına bir varlık olma amacını taşıyan İslamcı unsurların gelişmekte nasıl zorlandığının da bir nebze olsun anlaşılmasına kapı aralayacağını düşünüyorum.

Malaya’da o dönem olup bitene bakmadan önce bir arka plân izlenimi edinmekte fayda var. Arka plândan kasıt, komünist hareketin Güneydoğu Asya topraklarında yayılma alanıdır. Güneydoğu Asya toprakları iki temel medeniyete ev sahipliği yaptığını hatırlatmakta fayda var: İlki Budist/Hindu geleneği diğeri ise İslamiyet. Bu iki ana akım medeniyet ve geleneğin sınırları da çok belirgin bir şekilde çizilmiştir. Bu bağlamda, Malaya Yarımadası[1] ve Takımadalar[2] ağırlıklı olarak İslam medeniyetinin unsurlarını taşırken, kara bölümünde yani, Hint-Çini’nde çok farklı etnik yapılara ve inanç unsurlarına rağmen, başat medeniyet frekansının Hinduizm/Budizm eksenli gelişme gösterdiği dikkat çeker.

Güneydoğu Asya’nın denize bakan yüzü yani, Takımadalar ile karaya bakan yüzü Hint-Çini, 19. yüzyıl Avrupa ulusları sömürgeciliği altında yeni siyasi akımlarla yüzleşmek zorunda kaldı. Bu yüzleşmenin çeşitli boyutlarda ortaya çıktığı görülür. Örneğin, söz konusu sömürge yönetimlerinin açtığı okullar veya Eski Kıta Avrupa’ya gönderilen ‘saray’ çevresi ve seçkin ailelerin çocuklarının Avrupa görmüşlüğünün ifadelerinden biridir Avrupa’da neşet eden ideolojilere sempati beslemek veya bizzat aktivist olarak içinde yer almak. Avrupa’da neşet eden ideolojiler yayın basın faaliyetleriyle ortaya çıktığı gibi, kimi siyasi hareketler, dernekler ve hatta partiler bağlamında da gündeme geliyordu. Avrupa menşeili ideolojilerin Güneydoğu Asya topraklarına taşınmasında kayda değer bir diğer unsur ise, hiç kuşku yok ki, sömürge idaresinde yer alan -sayıları az da olsa- Avrupalı çalışanların anavatanlarından ihraç ettikleri ve bireysel çalışmaları ile ‘yerlilere’ aktarmarıydı. Bu çerçevede Milliyetçiliğin, sosyalizmin/komünizmin etnik farklılık göstermeksizin bölge ülkelerindeki toplumlar içerisinde yer bulduğuna tanık olunur. Bu yönelim, aynı zamanda gene bizatihi sömürgeciliğin nedenlerinden biri olarak köklü dini/geleneksel toplumsal kırılmanın da bir sonucudur.

Malaya topraklarına geldiğimiz de ise karşımıza ilginç bir toplumsal yapı çıktığını görürüz. Adına İngilizlerce Malaya denilen ve Malay Yarımadası’nı yani Cohor Boğazı’ndan Patani’ye kadar olan bölgeyi içine alan ve dokuz Malay Sultanlığı ile kadim Patani Sultanlığın topraklarını içinde barındıran bir bölgedir.[3] Malayların Müslümanlıkla ilişkilerinin erken dönemlerde başladığı düşünüldüğünde bu topraklar, aynı zamanda İslam toprağı olarak anılmayı da hak etmektedir. Bununla birlikte, İngilizler, o dönemde Bengal Körfezi ve Malaka Boğazı’nda dümen kıran önde gelen kaptan ve tüccarlardan Francis Light marifetiyle 1786’dan yani, Penang Adası’nı[4] dönemin Kedah Sultanlığı’ndan ‘cüz’i bir miktara kiralamalarından başlayarak (Brown 1963: 5, 7) bölgenin ihtiyaç duyduğu insan işgücü ihtiyacını karşılamak amacıyla Çin ve Hindistan’dan gönüllü/ zorunlu göçlerin gündeme gelmesi bölgenin demografik yapısı üzerinde kayda değer bir değişime neden olmuştur. Bu çerçevede, Çin kökenlilerin ağırlıkta olduğu bir siyasi hareket olması dolayısıyla Malaya Komünist Partisi’nin çıkışını İngiliz sömürgeciliği-göç-köksüzlük ilişkisinin bir ürünü olarak doğduğunu ileri sürebiliriz.

Bölgedeki bu siyasi hareket asıl adı Ong Boon Hua ve daha çok takma adıyla tanınan ‘Chin Peng’ liderliğinde kurulan gerilla hareketi, önce Japon işgali döneminde Japon güçlerine karşı “Japon Ordusu Karşıtı Malay Halkı” (MPAJA)[5] adıyla İngilizlerle birlikte ittifak kurarak mücadele vermiş, akabinde bu gerilla hareketi yönünü savaş sonrasında Malaya’da yeniden hakimiyet kurmak isteyen İngilizlere karşı çevirmiştir. Peng bu konuya değinirken, “Savaşın akabinde İngilizlerin kaybedilmiş toprakları ve onurlarını geri almak adına Malaya topraklarını yeniden ‘işgal edeceklerini’ ve bu hedefe ulaşmak adına da o dönem MPAJA adıyla faaliyet gösteren ‘komünist’ güçlerle işbirliği yapmaktan başka alternatifi olmadığını dile getirir (Peng 2007: 11).

Bu süreçte İngilizlerin kayda değer bir yapısal desteği olduğu görülür (Kheng 2009: 133). Tam da burada bir kez daha Burmalı Aung San’ı hatırlamamak ne mümkün!
Chin Peng hareketinin,  1948-1960 yılları arasında azımsanmayacak uzun bir süreyi kapsadığı düşünüldüğünde ülkenin bugüne kadar ulaşan çeşitli politikalarına tesir etmediği ileri sürülemez. Bu tarihler arasındaki gerilla hareketiyle mücadele için ne İngilizler ne de akabinde Malaya Federasyonu yönetimince ‘savaş’ kelimesi kullanılır. Aksine, her iki yönetimce, 19 Haziran 1948’de başladığı ileri sürülen bu siyasi hareket ve eylem ‘Emergency[6] olarak adlandırılır (Leng 2011: 51).

Bunun gerekçesi de, tıpkı bugünlerde kimi resmi çevrelerin sözcüsü kabul edilebilecek gazetelerde yazıldığı gibi, hedef bu topraklarda yabancı yatırımcıları kışkırtmamaktır! Tam da bu noktada, Montesqieu’nun meşhur eseri Kanunların Ruhu’nda İngiltere’yi tarif ederken kullandığı ifadeyi hatırlatmakta fayda var. O da, diğer ulusların aksine İngilizlerin ticareti ve siyaseti birbirinden ayırmalarıdır.[7] Dolayısıyla Malaya topraklarında neşet eden bir siyasi hareketin ve de bunun silahlı boyutunu savaş eksenine kaydırmamak için azami çaba sarf edilmiştir.

Komünist Hareket’in başlangıcının 1948 yılı olmasının elbette bir anlamı var. Çünkü bu yıl, Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu (UMNO) ile İngilizler arasındaki anlaşmaya bağlı olarak ‘Malaya Federasyonu’ adıyla yeni bir yönetimin hayata geçirildiğine tanıklık eder. Dönemin gazetelerine şöyle bir göz atıldığında, ‘Anlaşma’da azınlıklara vatandaşlık hakkı konusunda kayda geçirilen maddelerin gerilla hareketinin başlamasındaki rolü göz ardı edilemez (The Straits Times, 1947: 6). Gerilla hareketinin hedefinde İngilizler olsa da, sömürgeci güçle, en azından yukarıda ifade edildiği üzere azınlıkları ‘dışlayıcı’ politikalar çerçevesinde çıkarlar uğruna aynı safta yer alan Malay saray çevreleri de bu hedefin içinde yer aldığı görülür (Kheng 2009: 133).

Burada gene kaçınılmaz olarak Dato Onn’un o dönem geliştirdiği, ancak kabul görmeyen bütün ırkların birliğini öngören politik yaklaşımına atıfta bulunmak gerekir. Malay milliyetçisi olması kadar, bu toprakların karşı karşıya kaldığı sorunlara pragmatik ve pratik çözümler bulma ve bunları hayata geçirme noktasında da epeyce bir entellektüel mesai harcayan Dato Onn öyle anlaşılıyor ki, yaşadığı dönemin ‘şartlandırmalarının’ ötesine geçebilmiş bir düşünce adamıydı. Ortaya koyduğu siyasi mücadele, sadece o döneme kadar bölük pörçük Malay toplumunu biraraya getirmekle kalmamış, aynı zamanda sömürgeciliğin doğurduğu nedenlerle bu topraklarda varlık süren azınlıkları da içine alacak bütünlükçü bir yaklaşım ortaya koymuştur (Abd. Samad 2011: 287). Zaten bu yüzden birkaç yıl sonra (1951) UMNO’dan ayrılmak zorunda kalan Dato Onn gibi bir siyasi zekânın ürettiği fikirleri hazmedemeyen çevrelerin bugün ülkede hâlâ karşı karşıya kalınan sorunlarla mücadele etmek zorunda olmaları manidardır.

Dönemin en önemli gazetesi ve Malaya’nın başkenti konumundaki Singapur’da yayınlanan The Straits Times’a 1 Mayıs 1952 tarihinde başına 250.000 Dolar ödül konulduğu haberiyle kapak olan Chin Peng uzun yıllar güvenlik güçlerinden kaçmayı başardı. Partinin, 2 Aralık 1989 tarihinde, Tayland Hükümeti’nin aracılığında Malezya Hükümeti ile Komünist Partisi arasında Tayland’ın güneyindeki Hat Yai kentinde imzalanan anlaşmaya kadar fiili varlığını sürdürmüş bir gerilla hareketi olduğunu hatırlamak gerekir (The Straits Times 1989: 2). Bu anlamda, tıpkı Burma’da Aung San’ın metodunun bir benzerinin Malaya’da gerçekleştirildiğini görürüz. Ching Peng’in savaş sonrasındaki gayesi gerilla hareketinin dönemin siyasi lideri ve Malezya’nın kurucusu babası ve ilk Başbakanı Tunku Abdul Rahman tarafından daha bağımsızlık öncesinde  tanınmamasıdır. Bu konu Tunku’nun yanı sıra, Singapur yönetiminden sorumlu İngiliz David Marshall’ın da katıldığı 1955 yılının son günlerinde yapılan Baling Müzakareleri’nde gündeme geliyordu (Peng 2007 368; The Straits Times 1959: 2).

Chin Peng’i Malaya’da önemli kılan unsur, başında bulunduğu gerilla hareketinin hedefidir. Nedir bu hedef? Bu hedef, Malaya topraklarında İngiliz sömürgeciliğini sona erdirip, bir Çin Komünist Devleti inşa etmektir. Peng, Malaya’da verilen savaşta sorumluluğu ‘Beyazların aç gözlü hesaplarından’ kaynaklandığını ifade eder (Peng 2003: 369). Dönemin Malay lideri Tunku Abdul Rahman’ın Malaya Komünist Partisi’ne yönelik yaklaşımı kayda değerdir. Ona göre Çin’in kendine özgü şartlarında komünizm başarılı sonuçlar vermiş olabilir, ancak Malaya’da koşullar tamamıyla farklıdır. Malaylarınsa, girişilecek bir ‘sıcak mücadeleden’ ziyade vatanseverlik (patriotism) ve mücadale ile bağımsızlığı İngilizlerden alabileceğine inanıyordu (The Straits Times, 1955; Arifin&Isa 2009: 41). Tabii, Tunku’nun ‘Malaya koşulları’ derken neyi kastediyor önemli. Müslüman Malayların kır ağırlıklı yerleşimi ve toplumsal ilişkilerine karşın, göçmen Çinlilerin kasaba ve şehirlerde yaşam sürmeleri ve ekonomi faaliyetlerinin çeşitliliğine mi atıf yapıyor acaba? Aralarında çiftçiler kadar, madenciler, inşa sektöründe çalışanlar gibi şehir yaşamının ihtiyaç duyduğu işlerle meşgul olan ve kayda değer sendikacılık faaliyetleri sergileyen Çinlilerin, yönetimi elinde bulunduran İngilizlerden taleplerinin farklı olacağını düşünmek mümkün (Keyes 1995: 213; Mohamad 2011: 113). Ancak gene burada durup, Çin azınlık elinde gelip büyüyen bir Avrupa ideolojisinin Malaya gibi Müslümanların ‘hakimiyetindeki’ bir toprak parçası üzerinde nasıl gerçekleştirileceği meselesi önemlidir.

Avrupa ile özdeşleştirilmeye gidildiğinde, bu ideolojiyi besleyecek alt yapının burjuva/işçi ikilemi yerine, ataerkil feodal yapının varlığı karşımıza çıkar. Yani Sultanlar/soylular ile bunların ‘kulu’ addedilen halk (rakyat). Chin Peng, bu ideolojiyi pratiğe dökmesine dökmüştür. Ancak bu toprakların asli sahipleri olan Malay-Müslümanların kayda değer desteği olmadan bir başarı elde etmenin de mümkün olamayacağını okuyamamıştır. Bu destek sadece maddi anlamda ortaya çıkmadığı gibi, manevi bir destek de bulmak hayli zordur. Çünkü Malay ruh halinde yönetici yani, İslam öncesi dönemde Kral, İslamlaşma ile birlikte Sultan vazgeçilmesi mümkün olmayan, seküler bir yöneticinin karakteristiklerinin çok ötesinde bir anlama sahiptir. Bu noktada Saray çevrelerinin ve elitinin işin başından itibaren İngiliz yönetimiyle olan ilişkilerinin derinlemesine anlaşılması gerekir. Ardından Saraya, yani Sultana bağlılığı neredeyse bir var oluş nedeni kabul eden Malay halkı arasında, -en azından büyük çoğunluğu için- komünizm veya bir başka ideolojiye yaslanmak mümkün değildir. Dr. Mahathir’in (2011: 115) ileri sürdüğü üzere o dönem Malaya’da halkın kahir ekseriyeti komünizm karşıtıdır.

Burada bir parantez açıp Chin Peng’in başını çektiği bu parti ve gerilla hareketinde yer alan Malayları nereye koyacağımız konusunda bir şeyler söylenmeli. Bu noktada, özellikle 20. yüzyıl ilk on yıllarında, gerek Penang-Singapur’daki yayın faaliyetlerinde ve de gene aynı dönemde Hollanda Sömürgeciliği altındaki -bugünkü Endonezya- topraklardaki çeşitli yayın organları ve öncü entellektüel figürler etrafında neşet eden, içinde İslamcılığın da çeşitli renkleriyle renk bulduğu gözlemlenen ‘Malay milliyetçiliği’ eksenli oluşumları dikkate almakta yarar var. Aslında bununla şunu söylemek istiyorum. Sömürgecilik karşısında Batı eğitimli Malay seçkinlerinin tutundukları ideolojilerin adı ne olursa olsun, ‘bağımsızlık’ adına gerçekleştiğini söyleyebilirim. Öyle ki, bu ideolojiler daha ‘Soğuk Savaş’ yılları yaşanmadan bu topraklarda kendini ortaya koymaya başlamıştı. Biraz daha açarsak, bu ideolojiler arasında dönemin Ortadoğu çevrelerinde eğitim görmüş dini eğitimli öncülerin İslamcılık akımları sömürge yönetimlerince ‘sıkı takibe’ alınırken, gerek bu akım içerisinde yer alanlar gerekse dışında yer alanların buluşabildikleri ideolojiler kimi zaman milliyetçilik kimi zaman komünizm şeklinde tezahür ettiği kanaatindeyim. Bu konuda, şimdilik bu kadarla yetinip, ayrıntılı görüşleri bir başka çalışmaya havale ettiğimi söylemeliyim.

İşte bu nokta, yani Malay-Müslüman kitlelerine ulaşamama, Chin Peng ve hareketinin -belki de- tıkandığı nokta olarak kabul edilebilir. Tabii İngiliz askeri gücünün varlığını da yadsımadan... Öyle ki, bu güç 13 yıl aktif olarak, ancak varlığını Malaya Komünist Partisi ve Malezya Hükümeti arasında Tayland yönetimi arabuluculuğunda imzalandığı 2 Aralık 1989’a kadar devam ettiren harekete karşı sadece Hindistan’dan, Doğu Afrika’dan ve Fiji’den getirilen askerlerden ibaret değil, haddi zatında bölgedeki en önemli Anglo-Sakson siyasi güç olan Avustralya gibi Yeni Zelanda’dan da destek aldığı unutulmamalıdır (Peng 2007: 26, 396; Kheng 2009: 132).

Tüm Avrupalı bağlantılarına rağmen, Chin Peng hareketini Avrupa ile özdeşleştirmek hatalı olur. Çin gibi güçlü bir siyasi kültür yapısından gelen Chin Peng ve diğerleri, yaban ellerde göçmen olarak bulunmalarına rağmen, içinden çıktıkları geniş Çin toplumu ve onun ideolojilerini taşımasını bilmişlerdir. Bu anlamda, Malaya topraklarındaki mücadelenin kayda değer bir yönünün Çin-Japonya arasında tarihsel husumetin bir uzantısı olduğunu ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Bu husumetin son dalgası 1920’li yılların ikinci yarısında başgösteren, 1930’ların başlarında sıcak savaşa evrilen ve daha çok ‘Mançurya Savaşı’ olarak bilinen mücadelenin Japonların galibiyetiyle bittiği görülür. Yani, her ne kadar II. Dünya Savaşı’ı öncesinde sosyalist/komünist hareketlerde bir kıpırdanma olsa da, asıl kızışmanın Japonların bu topraklara girmesiyle ortaya çıktığı görülür. Malaya Komünist Partisi’nin kurulmasında rol alan etkenlerin başında 1930’larda küresel anlamda yaşanan ekonomik dar boğazın bu topraklara, yani Malaya’ya yansımasının etkisi vardır muhakkak ki. Özellikle kalay madenciliği, kauçuk gibi temel ihraç maddelerinin dünya piyasalarında karşılaştığı değer kaybı, bu sektörlerde çalışan kitleler arasında ‘safların sıklaştırılmasına’ neden olmuştur.

Bu bağlamda Malaya Komünist Partisi 1930’ların başında kurulmakla birlikte bir siyasi ve silahlı güç olarak ortaya çıkması, Japonlara karşı İngilizlerle ‘ittifak’a dayanır (Barr 2000: 18). İngilizler tıpkı diğer uluslara mensup savaşçılar gibi gerilla hareketi içinde yer alan Çinlileri de Japonlara karşı ön cephede savaştırmasını bilmiştir. Chin Peng’in kaleme aldığı “My Side of History” adlı eserde dile getirdiği üzere bu süreç, tamı tamına Çin’deki gelişmelere, özellikle de dönemin Çin-Japon çekişmesinde Çin’de gündeme gelen ideolojik, yani Kuomintang (milliyetçi) ve Komünist ayrışmalarına paralel ilerler (Peng 2007: 42). Aslında bu silahlı ‘birliktelik’ bile, komünist hareketin, Çin azınlık içinde güçlü bir yeri olmasına rağmen, Malaya topraklarında açıkça bir tehdit unsuru olmasının şartlarının oluşmadığı ve bu hareketin -kırsalda kimi Malay köylerine saldırılar görülmekle birlikte- geniş Müslüman Malay kitleyi hedef almadığı -ya da böyle bir hedefi olsa bile maddi olarak en azından böyle bir imkâna erişmediği-, aksine hedeflerinin öncelikle Çin milliyetçileri ile güvenlik güçleri olduğu dikkat çeker (Leng 2011: 58). Savaş’ın getirdiği farklı çıkar ilişkilerinin sonucu olarak İngilizlerle kurulan ilişkinin bir yanında, yaşadıkları toprakları ‘vatan’ bilmenin de olduğu gözlemlenir (Mohamad 2011: 111). Azınlıkların, özellikle de Çinlilerin Malaya topraklarını ‘vatan bilme’ argümanı ne dün kabul edilebilmiş, ne de bugün hakkıyla çoğunluk/azınlık ikileminde yerli yerine oturtabilmiştir. Bunun yıllar sonraki göstergesi, Malay toprakları üzerinde Komünist Malay Devleti inşasında kanıtlanır. Malaya’da ortaya çıkan ve bu topraklara yabancı komünist hareketi belki bu noktadan değerlendirmek gerekir. Yani, bir yanda Chin Peng gibilerin gelip yerleştikleri topraklarda hayat sürmenin kendilerinde doğurduğu ‘sahiplenme’ duygusu, öte yanda anavatanda sürgit devam eden dış saldırılar karşısında ideolojik ayrışmaların ‘Batı sömürgeciliğine’ yönelmesidir. Bu noktada, Çin’e atıf yapan Chin, milliyetçilerin Japonya karşısında Batı’dan yardım alma taleplerine karşılık, komünizm taraftarlarının buna karşı çıkışına dikkat çeker. Tabii bir de Malaya’nın İngiliz sultası altında bulunmasının Çinli azınlık üzerinde nasıl bir etki yaptığı da unutulmamalı. Tıpkı Amerika’da zencilere yapılan muamelenin Malaya topraklarında ‘Asyalılara’ uygulandığı ve sosyal etkileşimi ‘Beyazlarla’ sınırlandıran kapılarında “Asyalılar Giremez” (No Asians Allowed) yazılı kurumların varlığı ile ekonomik alanda uygulanan ‘kapitalistleştirme’ çabalarıdır (Peng 2007: 38, 48). Bu ayrışmanın Malay Müslümanlar üzerinde, özellikle Malay entellektüellerinin yaklaşımlarında, Çinli benzerleri ile etkileşimlerinde neler olup bittiğini maalesef bilemiyoruz. Zaten bu nedenledir ki, girişte ‘bu ve benzeri konuların pek de gündeme getirilmediğine’ değindim.

Söz konusu bu gerilla hareketi, dönemin Çin lideri Mao tarafından ‘taltif’ edilmekle kalmaz, sömürgeciliğe karşı mücadelede bir dönem açıkça desteklenir de. Öyle ki, 1950’lerin sonunda, bağımsızlıktan sonra dahi, Malaya topraklarında yaşayan Çinlilerin, ‘ana vatan’ Çin’den ilham almaları çağrıları yapılır. Öte yandan, Endonezya Komünist Partisi’yle etkileşimler geliştirilmeye çalışılsa da, o dönem Endonezya ordusunun istihbarat biriminin başındaki Suharto’nun 30 Eylül 1965 darbesiyle akamete uğrar (Chin 1995: 116). Bu hareketin sona ermesinde önce İngilizlerin ardından modern Malezya hükümetinin çabalarının yanı sıra, Çin hükümetinin bölge ülkelerindeki ‘komünist parti’ hareketlerine verdiği desteği çekmesinin de payı dikkatlerden kaçmamalıdır (Kwang&Ibrahim vd. 2011: 258). 1930’larda başgösteren, önce Japon istilâsına ardından sömürgeci İngilizlere yönelen gerilla hareketinin Malaya topraklarında ve nihayetinde modern Malezya’da bıraktığı izlere dair araştırmalara ihtiyaç var.

NOT: Not: Bu metnin orijinal yayını için Bkz.: Turán, İlim-Fiki ve Medeniyet Dergisi, Sayı 21, 2013, s. 57-65.

Kaynaklar
Abd. Samad, Paridah. (2011). The Myth of Dato’ Onn Jaafar: The Forgotten Hero, Kuala Lumpur: Partisan Publication.

Abdullah C.D. (2009). Memoir Abdullah C.D.: Bahagian III, Perjuangan di Sempadan dan Penamatan Terhormat, Selangor: Strategic Information and Research Development Centre.

Anwar, Zainah. (2011). Legacy of Honour, Yayasan Mohamed Noah, Kuala Lumpur: Noah Foundation.

Arifin, Zainul&Isa, Mohammad. (2009). (ed.). Tunku in His Own Words, From the Pages of the NSTP Publications, Kuala Lumpur: NSTP Resource Center.
Barr, Michael D. (2000). Lee Kuan Yew: The Beliefs Behind the Man, Kuala Lumpur: Curzon Press.
Brown, M.Stubbs. (1963). A History of Penang: 1805-1819, Master Tezi, April.

Chin, Aloysius. (1995). The Communist Party of Malaya: The Inside Story, Kuala Lumpur: Vinpress.

Keyes, Charles. (1995). The Golden Peninsula: Culture and Adaptation in Mainland Southeast Asia, School of Hawaiian, Asian&Pacific Studies, Honolulu: University of Hawai’i Press.

Kheng, Cheah Boon. (2009). The Communist Insurgency in Malaysia, 1948-90: Contesting The Nation-State and Social Change”, New Zealand Journal of Asian Studies, 11, 1 (June, 2009): 132-52.           
Kwang, Han Fook; Ibrahim, Zuraidah; Hoong, Chua Mui; Lim, Lydia; Low, Ignatus; Lin, Rachel; Chan, Robin. (2011). (ed.) Lee Kuan Yew: Hard Truths To Keep Singapore Going, Singapore: Straits Times Press.

Leng, Yuen Yuet. (2011). Nation Before Self: And Values that Do Not Die, 2nd Print, Kuala Lumpur: MPH Publication.

Mohamad, Mahathir. (2011). A Doctor in The House: The Memoirs of Tun Dr. Mahathir Mohamad, Selangor: MPH Publishing.

Peng, Chin. (2007). My Side of History, 4th Reprint, Singapore: Media Masters.

Soong, Kua Kia. (2011). Patriots&Pretenders: The Malayan Peoples’ Independence Struggle, Selangor: Suaram.


The Rights of the Netherlands Vindicated Against The Encroachments of Great-Britain Concerning the Treaty Concluded Between The Two Kingdoms, on the 17th of March 1824, (Felemenkçe’den çeviri), Amsterdam: A Zweesaardt, 1836.

 

The Straits Times, 13 November 1989, “Chin Peng To Sign Accord”, Microfilm NL 16862, Singapur: Lee Kong Chian Referans Kütüphanesi.

 

The Straits Times, 27 October 1959, “No Peace Talks With Chin Peng: Tengku”, Microfilm NL 4023, Singapur: Lee Kong Chian Referans Kütüphanesi.


The Straits Times, 13 January 1947, Communist Party Rejects Federation, Microfilm NL 5058, Singapur: Lee Kong Chian Referans Kütüphanesi.

The Straits Times, 20 Mart 1869, “The Malay Peninsula”, Microfilm NL 1968, Singapur: Lee Kong Chian Referans Kütüphanesi.



[1]Bugünkü Malezya ve Singapur’un içinde yer aldığı toprak parçasıdır.
[2]Takımadalar’dan kasıt günümüzdeki Endonezya topraklarıdır.

[3]Bu topraklar başkenti Singapur olan Straits Government adıyla yönetiliyordu. Bkz.: The Straits Times, 20 Mart 1869, “The Malay Peninsula”, Microfilm NL1968, Singapur: Lee Kong Chian Referans Kütüphanesi, s. 1.

[4]İngilizler bu adayı adından başlayarak İngilizleştirmenin bir aracı olarak ‘Prince of Wales Island adını vermişlerdir.
[5]MPAJA: Malayan People’s Anti-Japanese Army.
[6]13 yıl devam eden bu dönemin siyasi ve askeri yapılanması dikkate alındığında bu kavramı ‘Sıkıyönetim’ olarak Türkçe’ye çevirmek mümkün.
[7]“The Rights of the Netherlands Vindicated Against The Encroachments of Great-Britain Concerning the Treaty Concluded Between The Two Kingdoms”, on the 17th of March 1824, (Felemenkçe’den çeviri), Amsterdam, A Zweesaardt, 1836, s. 1.

20 Haziran 2015 Cumartesi

Açe’de Ramazan / Ramadhan in Aceh

Mehmet Özay                                                                                                              19 Haziran 2015

Açe, Güneydoğu Asya’nın farklı etnik ve kültürel dokuları içerisinde kendine özgü bir yeri olan bir coğrafyaya tekabül eder. Batısında tüm mevcudiyetiyle Hind kültür medeniyeti, doğusunda geniş Malay toplumlarını barındıran Takımadalar arasında bir bağlantı noktasıdır. Bu nedenle Açe uzun tarihi süreçlerde birbirine rakip ve aynı zamanda birbirini tamamlayan kültürel yapılaşmaların neşv-ü nema bulduğu bir yerdir. Ancak bu uzun tarihi sürecin en önemli kırılma noktasını ve bugünlere kadar ulaşan bir tür devamlılığının oluşmasında, Hicri 1. yüzyıldan itibaren yayılmaya başlayan ve tedrici olarak etkinliğini artırarak ortaya koyan İslam kültür ve medeniyeti olmuştur. Bu uzun tarihi sürecin bir döneminde batıdan doğuya doğyu yaygınlaşan bu etkileşimdeki rolüne istinaden, ‘Mekke Kapısı’ (Serambi Mekkah) olarak adlandırılmış ve bu ‘unvanı’ bugüne kadar devam edegelmiştir. Bu, ‘kapı’ olgusu Açelilerin ruhuna öylesine sinmiştir ki, bu toplumun düşünce ve ruh ikliminde kalıcı ve değişmez bir yapı olarak yüzyıllardır varlığını sürdürmektedir.

Yılın diğer aylarında da İslami anlayışı toplumsal pratiğin çeşitli alanlarına yansıtan duruş ve tutum alma, Ramazan ayında zirve noktaya çıkar. Bu toprakların asli unsuru olan İslamiyet ile yerel adet ve göreneklerin pekiştiği bir dini-kültürel atmosfer teneffüs edilir. Bu anlamda Ramazan’ın gelişi, adına ‘meugang’ denilen kurban kesme ve paylaşımı ile sadece aile içinde değil, eş/dost akraba ile uzak çevreye doğru yayılan bir sosyal genişlikle mevcut bağları daha da güçlendirir.

Kollektif eylem örneği olarak gündeme meugang geleneği, aynı zamanda bir toplumsal bilinç oluşumu ve bunun süreklilik arz edecek şekilde yenilenmesi söz konusu. Bu anlamda meugang’ın Açe yerel hikmetinin göstergelerinden biri olduğunu ileri sürebiliriz. Bunun uzun bir geçmişe ve tecrübeye dayanan geleneğin ürünü olarak ele alınsa da, Açe toplumunda kabul edilen genel kanaate göre Açe geleneği İslamla ‘yeniden biçimlendirilmiş’ ve bu anlamda İslami bir ruh kazanmıştır. 

Ramazan’a bir hafta kala başlayan ‘meugang’ hazırlıkları bu kutlu ayı hatırlatan bir öneme sahiptir. Geniş ailelerin veya eş-dostun biraraya gelerek satın aldıkları kurban, bu kurbanın kesilişine tanık olunması, ardından birlikte yenilen toplu yemek ve bu sürecin en önemli aşamalarından biri olarak hali vakti yerinde olmayanların; dulların ve yetimlerin de sevindirilmesine vesile olur. İmkânlar çerçevesinde bu son gruba giren kitleye yapılan çeşitli maddi yardımların ötesinde, onların da geniş toplumun bir parçası olduğunu güçlü bir şekilde hatırlayan  bir öneme sahiptir. Kesilen kurban, toplumsal birlikteliği sembolize eden ve paylaşım olgusu etrafında örüntülenen bir etkinlik olarak dikkat çeker. Köy temelli toplum yapısından modernleşme süreciyle şehirleşmeye evrilen  bir değişim görülse de, Açe’de bu gelenek başta başkent Banda Açe olmak üzere belli başlı şehirlerde de devam ettirilmektedir.

Ramazan’a adımın bir diğer safhası cami ve mescidlerin temizlenmesiyle maddi; vaazlar, duyurular vb. etkinliklerle cemaatin bu aya hazırlanması da manevi yönü oluşturur. Bu hazırlığın bir diğer aşamasını ise, her caminin özenle hazırlanmış duyuru panolarında bir ay boyunca teravih ve Cuma namazlarını kıldıracak imamlar konusundaki duyuru gelir. Kimi camilerde hangi surelerin okuyacağına kadar detaylı hazırlık dikkat çeker.

Bu anlamda, tüm değişim ve yozlaşmalara rağmen, ‘cami merkezli bir toplum yapısı’ özelliklerini koruyan Açe toplumunda, kuşkusuz ki Ramazan ayı da bu ‘birlik mekânında’ bir buluşma merkezi olur. Bununla, sadece teravih kılmak için biraraya gelinmesini kastetmiyorum. Gün içinde vakit namazlarının geldiğinin habercisi olarak kısa bir süre önce başlayan Kur’an tilaveti, yaşlı genç, kadın-erkek cemaatin cami mekânına doğru çeker. Akşam ezanı öncesinde camiye gelen cemaat, yanlarında getirdiği ‘nasiplerini’ diğer bireylerle paylaşması, oruç ayının bir diğer paylaşım noktasını oluşturur.

Ramazan ayı öncesinde meugang ve cami merkezli bir dizi etkinliklerin hazırlıkları gibi süreçler Ramazan’ın başlamasıyla neredeyse bütün bir toplumu içine alacak yapısal bir değişime konu olur. Bu bağlamda, okullar ve kamu binalarında iş saatleri Ramazan ayına ‘ayarlanır’. Seküler yapılaşmaların görüntüleri olan bu kurumların Ramazan’la girdikleri ‘yeni mesai’nin ötesinde, Açe’nin yüzyıllardır geleneksel İslami eğitim merkezi olmasıyla ünlü pesantrenleri mensuplarının da toplumla bütüşleşme süreci olarak gündeme gelir. Gerek pesantrenlerin başındaki etkin hocalar, gerekse yetiştirdikleri öğrenciler kırsalda en ‘ötedeki’ köyden şehir merkezlerine yayılan bir dinamizmi harekete geçirirler. Bu süreç, pesantren mensupları için bir anlamda bir yıl boyunca edindikleri bilgi birikiminin yeni bir iştiyatla paylaşımı anlamı taşır. Bölgenin en önemli alimleri ise ay içerisinde adına ‘Ramazan safari’ adı verilen etkinlik çerçevesinde geniş kitlelere vaaz-ü nasihatler için uzun gezilere çıkarlar. Gerek iç gerekse dış faktörlerin Açe toplumunu köklerinden uzaklaştırma çabalarına rağmen, yukarıda zikrettiğimiz değerleriyle Ramazan ayını en iyi şekilde icra etme çabasında olmaları nedeniyledir ki, bu topraklar hâlâ ‘Mekke Kapısı’ unvanıyla anılmayı hak ediyor.

15 Haziran 2015 Pazartesi

Arakanlı Müslümanlar Bir Kez Daha Açe’de / Rohingyanese Muslims Again in Aceh

Mehmet Özay –Banda Açe                                                                                        15 Haziran 2015

 

Bir grup Arakanlı Müslümanın, 10 Mayıs ve sonrasında bir kez daha Açe sahillerinde karaya çıkmasıyla, haftalarca Bengal Körfezi-Hint Okyanusu-Malaka Boğazı rotasında onlarca teknede binlerce olduğu ifade edilen Arakanlıların varlığı bir kez daha uluslararası gündeme oturdu. Aslında bu, Arakanlı Müslümanların Açe topraklarına ilk çıkışı değildi. Daha Arakan sorunu 2012 yılı Haziran başlarında ve sonrasında gündeme gelmemişken, 2008 yılı Aralık, 2009 yılı Şubat ve de ardından 2013 yılı Temmuz ayında yüzlerce Arakanlı Müslüman o bildik tekneleriyle rüzgârın ve de dalgaların gücüyle soluğu Endonezya’nın Sumatra Adası’nın kuzeyinde Açe Eyaleti’nde almıştı. O günlerde bizzat tanık olduğumuz bu üç gelişmede insan kaçakçılığı olgusu gündeme taşınmıyordu. Kaldı ki, Cakarta’dan gelen yetkililerin bazı çalışmaları sonrası bu insanlar Açe’den çıkartılırken, akibetlerinin ne olduğunu bugüne kadar öğrenemedik.

 

Ancak bu sefer, yani Mayıs ayı içerisinde Arakanlıları taşıyan teknelerin Açeli balıkçılarca bir kez daha Kuzey Açe’de karaya çekilmesiyle, kafaları karıştırmaya yetecek veya konunun ne kadar komplike olduğunu açık seçik ortaya koyacak bazı hususlar da beraberinde gündeme geldi. Yapılması gereken, tüm unsurların birbirinden bağımsız ve ilintili olacak şekilde detaylı bir değerlendirmeye tabi tutulmasıydı. Ancak, tüm bu hususlar medyada kayda değer bir şekilde tartışılmadı. Aksine, bir kez daha, özellikle de ilgili devletleri temsil makamındaki yetkililerin manipulatif yaklaşımlarla Arakan sorununa palyatif çözüm bulma konusunda ne kadar da mahir olduklarına tanık olduk.

 

Mayıs ayında vuku bulan gelişmede, söz konusu binlerce Arakanlının yanı sıra, teknelerde Bangladeşli olduğu bilgisi, ilk defa gündeme geliyordu. Arakanlıların gerek Myanmar’ın batısında kendi ana yurtlarından, gerekse yasa dışı göçmen olarak bulundukları Bangladeş sahillerinden fırsatını bulduklarında denize açıldıkları biliniyor. Ancak bu sefer, teknelerde Bangladeş vatandaşlarının da olması, Arakan konusunu manipüle etmeye matuf bir çaba olarak okunmaya el verecek bir ihtimali içinde barındırıyor. Öte yandan, Bangladeşli gruptan birkaç kişiyle yapılan ve basına yansıyan röportajlardan anlaşıldığı kadarıyla, adına insan kaçakçıları denilen uluslararası şebeke öyle anlaşılıyor ki, işi iyice ilerleterek, ülkelerinde mağdur olan bazı Bangladeşlileri zorla ‘köle’ mesabesinde ‘iş piyasasına’ satma girişiminde bulunuyor.

 

Onlarca tekneyle haftalarca Bengal Körfezi-Hint Okyanusu’nun doğusu ve Malaka Boğazı’nda insanlık halinin en acı verici koşullarında yaşam mücadelesi veren Arakanlılar önce Tayland, ardından Malezya sınır güvenlik birimlerinin ‘ulusal güvenliklerini’ tehdit gerekçesiyle zorla okyanus sularına gönderildiler. Ardından, sanki el birliği etmişcesine bu iki ülkeye Endonezya da eklendi. Ancak bu insanlık dramına dur diyebilme gücünü gösteren birkaç Açeli balıkçı ile bu insanları kendi topraklarında barındırmayı sorumluluk addeden Açe halkı oldu. Açelilerin bu tavrında tüm dünyaya verilecek çok önemli mesajlar varken, aynı ülkenin merkezi hükümetini temsil makamındaki ordu yetkilileri, Açeli balıkçıları azarlayarak okyanusta ‘başı boş gezinen’ teknelerin karaya çıkartılmamasını açık bir dille gündeme getirdi. Bu noktada, durup, Açelilerin bu insanları tıpkı kimi ülkelerin yaptığı gibi, kaçak işçi statüsünde ülkede elden ele satmaya yönelik bir girişimleri mi söz konusu acaba diye sorası geliyor insanın.

Ancak ne daha önceki tecrübeler ne de bu son gelişmede Açelilerin -kimi çevrelerin baskılarına rağmen- pür insanî yaklaşımlarında bir milim değişme yok. Her gün, şehrin ana arterlerinde yardım toplayan öğrencilere, kendi araçlarıyla bölgeye yardımlarını ulaştıran sivil toplum kuruluşlarına rastlamak mümkün. Bu bağlamda, şu hususa özellikle dikkat çekmekte fayda var. Uzun bir tarihi birikimin ürünü olan ve adına ‘geleneksel yasalar’ denilen ilkeler bütününün ‘denizcilikle’ ilgili bölümünde Açeli balıkçılar, “denizin ortasında yardıma muhtaç her kim olursa olsun, dinine/ırkına bakılmaksızın yardım edilmesi”ni ahlâki bir sorumluluk addederek ve bunu bir kural haline getirerek uyguluyorlar. Bu duruş, geçmişte bölgenin kadim kültür ve medeniyetinin oluşumuna ev sahipliği yapmış Açe’nin inşa ettiği anlayışın bugüne yansıyan halinden başka bir şey değil. Bu anlayışı bu toprakları yöneten kişilerde de görmek mümkün. Bu bağlamda, tıpkı 2008 yılında dönemin Açe Valisi İrwandi Yusuf’un “Bu insanları konuk edebiliriz, Eyaleti’mizde kalabilirler” mesajını açıklıkla ortaya koyduğu gibi, bugün de aynı yaklaşımı Açe yönetiminden ve de özellikle sivil toplum ve halk kesimlerinden duymak mümkün. Herhalde bu yaklaşım da akademisyenler, sivil toplumcular ve de devlet kurumlarınca inceleme konusu olmayı hak ediyor.

 

Açeliler böylesi bir fedakârlığı gönüllü bir şekilde üstlenirken, gözler birden Tayland-Malezya ve Endonezya merkezi hükümetinin uluslararası kamuoyu önünde kelimenin en hafif ifadesiyle yaşadıkları ‘mahçubiyet’ karşısında çıkış yolu arama çabası gündeme geldi. Bu mahçubiyete sebep olan hususu, yani söz konusu üç ülke resmi makamlarının göçmenleri taşıyan tekneleri sahillerinden uzaklaştırmalarını, o günlerde sosyal medyaya düşen bir karikatürden daha iyi anlatan bir şey olamaz. Bu süreçte, Kuala Lumpur’da biraraya gelen ülke yetkilileri savunmacı bir refleksle harekete geçip, suçu önce adına ‘kaçak göçmen’ denilen kitlenin -ki burada Arakanlı Müslümanlar kastediliyor- ilgili ülkelerin toplumsal güvenliğine bir ‘tehdit’ addedildiğini gündeme getirdi. Aynı günlerde, önce Tayland’da ardından Malezya’da her iki ülke sınırlarına yakın bölgelerde bulunan toplu mezarlar ilgili ülkeleri şok etse de, buradan gene çıkış yolu bulup suçu insan kaçakçıları üzerine yıkma çabalarına tanık olundu.

 

Aslında tam da burada bu insan kaçakçılarının kimlerden oluştuğu sorgulanması gerekirken, bunun yerine bu grup bir ‘heyulaymışcasına’ tanımsızlığa terk edildi. Ancak mezarların bulunmasının akabinde başlatılan soruşturmalarda, her iki ülkenin sınır güvenliğinden sorumlu birimlerinin işin içinde yer aldıkları ortaya çıktı. Bu noktada, sadece Tayland ve Malezya’da değil, bölgenin diğer ülkelerinde de şu veya bu şekilde görülen insan trafiği/kaçakçılığı konusunda ilgili ülkelerin sınır görevlilerinin dahli olmadan bu insan ‘transferlerinin’ mümkün olmadığını anlamak için uzman olmaya gerek yok. Bu süreçte, yukarıda zikrettiğim karikatürün, herkesin tekme attığı Arakanlılara kucak açan tek toplumun Açeliler olduğunu ortaya koyan ikinci versiyonunun açıkça ortaya koyduğu üzere, Açe halkı üzerine düşeni yaparken, Açe Valiliği ve eyalette faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının ve de üniversitelerin bu konu üzerinde öncelikle merkezi hükümet, ardından da ASEAN nezdinde girişimlere el verecek icraatlara imza atmaları gerekiyor. Pek çok acılar yaşamış Açe halkının Arakanlı Müslümanlara hiçbir karşılık beklemeden naif yardımlarına devam ederken, Açe politik bilincinin ASEAN’da bir değişime imza atılmasında itici bir faktör olmaması için hiçbir neden yok.

 

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/332654/arakanli-muslumanlar-bir-kez-daha-acede