Mehmet Özay 22 Mayıs 2015
USAK’a bağlı ‘Asya-Pasifik Çalışmaları Merkezi’nin 2011 yılı Mayıs ayında
tamamlanan “Türkiye ve Endoneya Kardeşlikten Partnerliğe” (Turkey and Indonesia From Friendship to Partnership) başlıklı 22
sayfalık İngilizce rapor üzerinde durulmayı hak ediyor. Çalışma, USAK’ın bu
biriminin başında bulunan Doç. Dr. Selçuk Çolakoğlu ile Bilkent Uluslararası
İlişkiler Bölümü doktora öğrencisi Arzu Güler tarafından hazırlanmış.
Çalışmanın konusu Türkiye-Endonezya olduğunda akademisyenlerin bu alanda
uzman olduklarını düşünmemiz gerekir doğal olarak. Ancak girişte çalışmaya
katkı yapan iki akademisyenin Endonezya özelinde ve de ASEAN genelinde bir
çalışma içinde olduklarına referans yapan bir açıklamaya rastlamıyoruz. Aksine,
Doç. Dr. Çolakoğlu’nun Kuzeydoğu Asya’yı çalıştığı, doktora öğrencisi Güler’in
ise yüksek lisansını ‘Avrupa Çalışmaları’ bağlamında tamamladığına dair
ifadeler yer alıyor sadece. Oysa Endonezya, coğrafi olarak Güneydoğu Asya’da
bulunan bu anlamda ASEAN’a üye ülkelerden biri.
Giriş Bölümü’nün sadece iki paragraftan ibaret olması ve
birinci paragrafın Açe bağlamına, ikinci paragrafın da iki ülkenin ne türden
rol oynadıkları ve bu rollerin iki ülke ilişkilerine pozitif etkisi epeyce
şüpheli birtakım uluslararası birliklere hasredildiği görülüyor.
Giriş’inde “TÜBİTAK” destekli yapıldığı belirtilen çalışmanın başlığı,
Asya-Pasifik bölgesinin görece önemli ülkelerinden Endonezya ile Türkiye
arasındaki tarihsel bağdan, günümüzde koşullar çerçevesinde jeo-politik
gelişmeler bağlamındaki ‘siyasi ve ekonomik ilişkiler’ ağına dönüşümünü konu
alındığını akla getiriyor. Böylesi bir düşüncenin akla gelmesinde, ülkemizde kimi
resmi ve gayri resmi çevrelerin şu veya bu bağlamda “Türkiye-Endonezya
ilişkileri” derken atıfta bulundukları sözde tarihi referanslar temelde tarihde
olup bitenlerle uyuşmayacak bir nitelik arz ediyor. Nedir bu referans? Osmanlı
Devleti ile Açe İslam Sultanlığı arasında gelişen ilişkiler... Ancak burada iki
ülke arasında, belki de siyasi soruna yol açabilecek bir bağdan söz edildiğine
ifade etmeliyiz. Modern Endonezya Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, adına
Açe Eyaleti denilen toprak parçası üzerinde yaşayan halkla ve bu halkın tarihiyle
sorunlu bir merkezi hükümetin olduğu bu ülke üzerine kalem oynatan hemen hemen
tüm akademyanın ortak kanaati. Burada hiç kuşku yok ki, kimi çevrelerce “önemli
değil, Cakarta ile ilişkileri temellendirme adına böyle bir yaklaşımda
bulunuyoruz” savunusu yapılabilir. Ancak bunun Cakarta’da bir karşılığı olduğunu
iddia etmek mümkün mü? Öte yandan, vakıa şu ki, Cakarta’da veya Ankara’da resmi
görüşmelerde de söz konusu bu tarihi bağdan söz açıldığında yetkililer “Açe” adını
açıkça zikretmiyorlar. Zikretmeleri halinde ise konuya vakıf olanlarca Cakarta
makamlarının nasıl tepki vereceği tahmin edilebilir. Tam da bu noktada bir Büyükelçimizle
genel bir sohbet ortamında geçen bir anektodu aktarmakta fayda var. Bir vesile
ile yapılan görüşmede Cakarta makamları Büyükelçiye “Siz -yani Türkler- Açe’yle
çok ilgileniyorsunuz” babında bir cümle sarf etmiş. Büyükelçimizde “Siz de
tarihte Açe gibi bizden yardım isteseydiniz sizinle de ilişkiye geçirdik”
şeklinde bir karşılık vermiş. Cakarta makamlarının serzenişlerine sebep ise gerçekte
tsunami sonrasında geliştiği varsalıyan ilişkiler. Oysa bu dönem de bile
‘ilişkinin’ boyutu “insani yardım”ın ötesine geçmediği bilinmekle birlikte
Cakarta makamları buna bile tahammül edemiyorsa, acaba siyasi, ekonomik,
kültürel bağlamları ile Açe nezdinde yapılacak girişimler acaba nasıl bir tepki
alır diye sormak gerekiyor.
Türkiye tarafında ise Endonezya’ya yaklaşım bağlamında aracı rolü
oynayacağı düşünülerek tarihin kadim dönemlerine, bugün Endonezya denilen
toprakların (Adalar’ın) bir bölümünde gerçekleşmiş birtakım etkileşimlerden
hareket ediliyor ve bunlarun modern Endonezya Cumhuriyeti’nin ‘damarına’
ulaşmada referans olması beklentisi var. Bu raporda da benzer bir hususun dile
getirildiğini gördüğümüzde şaşırmıyoruz. Her ne kadar içindekiler bölümünde
özel bir bölüm açılmasa da, Giriş’te bu tarihi referansa dair bazı atıflar var.
Modern dönem ele alındığında bile, Endonezya Devleti’nin bağımsızlık ve
kuruluş yıllarında Türkiye’den esinlenmelerin gündeme getirilmesi gerekiyordu.
Çünkü Endonezya Cumhuriyeti tam da Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
temellerini ansıtan ‘pancasila’sız
anlaşılması mümkün değil. Rapor, Modern dönem Soğuk Savaş yılları; Soğuk Savaş
sonrası yıllarda İkili İlişkilerin Yeniden Şekillendirilmesi; Türk-Endonezya
İlişkilerinde Çoklu Boyut Yaklaşımları; Türkiye-Endonezya Ekonomik İlişkileri
alt başlarını taşıyor. Buna ilâve olarak Sonuç bölümünde
‘tavsiyeler’e yer veriliyor.
TÜBİTAK gibi önemli bir devlet kurumundan fon almış bir araştırmanın saha
çalışması olarak gerçekleştirildiği düşünülebilir. Ancak çalışmanın ‘masa başı’
literatür taramadan öte gitmediği görülüyor. Bunun detaylarını aşağıda
göreceğiz...
‘Rapor’ adı verilen çalışmanın daha ilk cümlesi
‘dipnotlu’ verilmesi, çalışmaya katkıda bulunan akademisyenlerin konuya dair
bir genel yaklaşıma sahip olmadıklari izlenimini veriyor. Kaldı ki, daha ilk
cümleden ‘dipnotlu’ bir girişin akademik yazımda muteber olup olmadığını da tartışabiliriz.
Bakalım bu dipnotlu giriş cümlesinde özetle ne söylenmiş: “Açe Sultanlığı, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar uzanan tarihin değişik
dönemlerinde Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiliz sömürgeciliğine karşı
Osmanlı’dan yardım istedi.” Ve bu cümleye referans, Türk-Açe ilişkilerini
1994 yılında Doktora çalışmasına konu yapan Prof. Dr. İsmail Hakkı Göksoy’un
2007 yılında 1. Açe-Hint Okyanusu Çalışmaları Konferansı (ICAIOS)’unda sunduğu
tebliğ olmuş. Fransızlarla İngilizlerin Açe ile herhangi siyasi ve askeri
etkileşimi olmadığı, aksine özellikle İngilizler’in daha Hint Okyanusu’nun
doğusuna geçtikleri andan itibaren ilk siyasi ve ekonomik ilişkiye girdikleri
devlet Açe’dir. İngilizlerle siyasi mülâhazalar bağlamında çatışmalar
veaskeri kamplaşmalar bir tarafa, 19. yüzyıl başlarında Thomas Stamford Raffles
Açe Sultanı ile yüzyüze görüşmeler ve yazışmalarla Açe ile bir ‘ittifak’
ilişkisi geliştirmeye çalışmıştır.
Gene aynı yüzyılın üçüncü çeyreğinde Açe topraklarına Hollanda istilası
sırasında Penang üzerinden Açe’ye silah gönderilmesi konusunda İngilizlerin bir
‘himayesinden’ bahsetmek bile mümkün... Bu metni kaleme alırken, tüm belgelerim
Açe’deki evimde olduğundan Göksoy Hoca’nın konferans metnini bir kez daha
kontrol etme imkânı bulamadım. Ancak o konferansta sunum yapan Göksoy
Hoca’yı bizzat dinleyen ve de metnini elden geçirmiş biri olarak Fransız ve
İngiliz sömürgeciliğinin Açe’de varlık göstermesi ve bunun askeri bir vecheye
bürünmesi üzerine Açe siyasi elitinin Osmanlı’dan yardım talebine dair herhangi
bir cümle hatırlamıyorum.
İkinci paragraf ise, modern döneme sıçrama yaparak
Türkiye-Endonezya’nın ne denli ‘sağlıklı’ ve ‘yakın’ ilişkilere sahip olduğuna
dair bazı atıflar yapılıyor. Bu atıfların başında 1945’den itibaren
geliştirildiği, içinde İslam Konferansı Teşkilatı (İKT), D-8, G-20 ve ASEAN gibi
uluslararası birliklerde bulunmaları örnek gösteriliyor. Temelde iki ülke
arasında siyasi etkileşimden bahsedilecekse bunun başlangıç noktasını Endonezya
kurucu babası Sukarno’nun Kemal Atatürk’ün laiklik uygulamaları ve devrimleri
üzerindeki çalışmaları dikkatlere sunulmalıdır. Burada hemen rahat
ulaşılabilecek bir akademik çalışmayı örnek verebilirim: Ibnu Anshori. (1994). Mustafa Kemal and Sukarno: A
Comparison of Views regarding Relations Between State and Religion, Master
of Arts, Institute of Islamic Studies McGill University, Montreal.
Öte yandan, iki ülkenin adı geçen uluslararası
birliklerde üye olarak bulunmaları her zaman için yakın ilişkiler
geliştirmeleri anlamına gelmiyor. Bu ilişkilerden D-8’i farklı bir bağlamda
almakta fayda var. Kaldı ki, D-8’in de bölgesel ve uluslararası ilişkilere etki
edebilecek bir boyuta gelmesinin nasıl engellendiği düşünüldüğünde bu birlik
içerisinde olmakla her iki ülkenin ne türden bir yakınlaşma sergilediği
şüphelidir. G-20’de başat aktörlerin Türkiye ve Endonezya olmadığı da
biliniyor... Fazla söze hacet yok... ASEAN’daki birliğe niçin atıfta
bulunulduğunu anlamak zor. Çünkü ‘raporun’ kaleme alındığı tarihte Türkiye’nin
ASEAN’a akredite olması ve Endonezya Büyükelçisi’ni, aynı zamanda ASEAN’dan
sorumlu büyükelçi atamasının üzerinden aşağı yukarı bir yıl geçmişti. Geriye
kalıyor İslam Konferansı Teşkilatı... Bu Birlik’in varlığı konusunda ve
Endonezya’daki faaliyetleri bağlamında bugüne kadar epeyce ipucu verdik...
Ayrıca sarf edilen bir cümle var ki, bunun ne tür bir
siyasi ve uluslararası ilişkiler terminolojisine ve teorisine oturduğu
sorgulanmayı hak ediyor. Her iki ülkenin nüfusunun çoğunluğunun Müslüman
olması, benzer politikalar gütmesi ve iki ülkenin yakınlaşmasına sebep
gösteriliyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş temelleri itibarıyla laik bir
ülkedir; Endonezya Cumhuriyeti kuruluş temelleri bakımından bizzat Türkiye
laikliğini örnek almış seküler bir devlettir. Her iki ülke halkının kahir
ekseriyetinin ‘Müslüman’ olmasının bu ülkelerin politikaları ve siyasi
hedeflerinin benzerliğine çağrışım yapacak ne türden bir etkisi olduğu
anlaşılamıyor. Her iki ülke kurucu babaları ve nihayetinde on yıllarca
yönetimde bulunmuş siyasi elitinin siyasi ideolojiler noktasında İslam’a ne
türden bir pay verip vermediklerini Suharto’yu ve günümüz Endonezya siyasetini
konu alan metinlerimizde dile getirmiştik...
Birinci Bölüm’ün giriş cümleleri Soğuk Savaş’ın çetrefil
zamanında ‘Demokrasiye’ çokça ihtiyaç duyan Endonezya’nın çareyi Türkiye’yi
model almakta bulduğunu öğreniyoruz. Buna kanıt olarak da önce 1952 yılında
dönemin Endonezya Başbakanı’nın ve ardından da Devlet Başkanı Sukarno’nun 1959
yılında Türkiye ziyaretleri gösteriliyor. Sukarno’nun Anıtkabir’de Mustafa
Kemal Atatürk’ün mozolesini ziyareti ve orada yaptığı konuşmada gençliğinde
Atatürk’ün kendisine nasıl ilham kaynağı olduğunu ve bu anlamda ona karşı
beslediği derin saygı ve hürmete vurgu yapılıyor. Bu giriş cümleleri ile
çelişen paragraf ise hemen ardından geliyor. Bu çerçevede Endonezya’nın
‘Türkiye’yi sadece demokratikleşme konusunda
örnek almadığı, üstüne üstlük 2000’li yıllara kadar ordunun siyasetteki
rolü bağlamında da bir model olduğu söyleniyor. O zaman şunu sormak gerekmiyor
mu? Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş bağlamı demokratikleşme midir? Devrimler
dönemi demokratikleşmenin hangi bağlamına oturmaktadır? Tam da burada, yıllar
önce lisede Inkilâp Tarihi dersi hocamızın “Atatürk çok zekiydi... Bazı
çevrelerle nasıl baş edeceğini çok iyi biliyordu. Devrimleri yaptı, çünkü bu
çevreler karşı yapması gerekiyordu” şeklindeki cümlesi aklıma geliyor. Her iki
devletin daha kuruluşundaki militarist unsurlar ortadayken, hangi demokratik
uygulamalardan bahsetmek mümkün.
Kaldı ki, Sukarno’nun 1959 Nisan ayının son günlerinde
Türkiye ziyaretinden hemen kısa bir süre sonra, aynı yılın Temmuz ayında ülkede
1950 yılından itibaren uygulanagelen ve adına liberal
denilebilecek anayasayı ilga ettiği ve bunun yerine gücün Devlet Başkanı’nda
toplandığı bir yönetime geçiş yaptı. Adına ‘Denetimli
Demokrasi’ denilen rejimdeki bu değişim hiç kuşku yok ki, dönemin en
önemli İslamcı oluşumu Masyumi’nin
kapanmasına neden oldu. Bu süreçte ‘Pancasila’yı
sorgulayan bütün İslamcı tartışmalar da sona erdirilmiş oldu. Bu konuda bir de yerli bir
kaynağa kulak verelim. Takdir Alisjahbana Endonezya’nın yetiştirdiği en önemli
entellektüel ve akademisyenlerinden biri olan Takdir Alisjahbana bir çalışmasında,
Anayasa’da yer almakla birlikte halkla paylaşılmayan haklara atıfta bulunaras
şöyle der: “Anayasanın 131. Madde’sinde yer alan bölgesel otonom sözünü yerine
getiremediğimiz gibi, üniter devlet sloganlarını, güç, refah ve statü elde
etmek gibi kişisel hırs ve ihtiraslarımıza kurban verdik.” Herhalde bu iki atıf
Sukarno’nu ne tür bir demokratikleşmeyi hayata geçirdiğini kısaca anlatıyordur.
Burada “Türkiye’deki sekülerleşme”ye kısa bir atıf varsa
da, gerçek o ki, Türkiye’de sekülerlik değil, ‘laiklik’ hakimdi. Laiklik ve
sekülerlik iki farklı terminoloji olduğunu fırsat buldukça Endonezya’daki ve
Malezya’daki dostlara ve öğrencilere aktarma imkânı
buluyorum. Bu iki siyasi kavramın anlaşılamaması diyelim ki, bu rapor
örneğinden hareket edecek olursak Türkiye ve Endonezya “demokratikleşme
süreçlerini”, “çoğunluğu teşkil eden Müslüman halkların ve temsilcilerinin iç
politikadaki karşılıklarının neye tekabül ettiğini” pek de algılayamadığımız
sonucunu doğurur.
Dördüncü dipnota konu olan cümle üzerinde durmak gerekir.
Çünkü Türkiye’deki sivil demokrasinin işlevselliğine ve ordunun müdahalelerinin
ise ancak “Anayasal düzeni tehdit eden” bir siyasi partinin neşet etmesi
halinde gündeme geldiğini vurgulanarak Endonezya’nın bu uygulamayı kendine
model aldığı söyleniyor. Dipnotun nereden alındığını merak edenler için hemen
iletiyorum: “Türk Ordusu Modelimiz Olacak”,
Milliyet, 25 Kasım 1998. Bu cümleyi kimin söylediğine dair bir atıf yok. Ancak
metinde geçen ifadeler dikkate alındığında Endonezyalı bir yetkilinin söylediği
görülüyor. Demecin tarihi neye tekabül ediyor bir de ona bakalım. Cakarta’daki
dev gösterilerin ardından 21 Mayıs 1998’de Devlet Başkanlığı’ndan ayrılmak
zorunda kalan Suharto’dan sonra geçici Başkanlık görevini üstlenen üvey oğlu
makamındaki Prof. J.B. Habibie’nin dönemi. Herhalde demeci veren Endonezya
ordusunda üst rütbeli bir subay olmalı. Peki o zaman, Suharto’nun 30 Eylül
1965’de gerçekleştirdiği Askeri darbeyi nasıl açıklayacaksınız?
Türkiye-Endonezya ilişkileri ‘Bağlantısızlar’ konusunda
da ele alınmış. Ancak ne tuhaftır ki, meşhur 1955 Bandung Konferansı yerine,
1965’de (!) Cezayir’de yapılan toplantıda Kıbrıs konusunda aranan desteğe
değinilmiş. Acaba Cezayir’deki toplandı 1965 yerine, 5-9 Eylül 1973 olmasın... Öte
yandan, Bandung Konferansı Türkiye açısından önemli bir girişim olarak
hesaplanmıştı. Ancak bu konferansa iştirak eden Türkiye’nin -ki heyetin başında
dönemin Türk Dışişleri Bakanı bulunuyordu- NATO’nun,
dolayısıyla Amerikan yanlısı olarak konferansa iştirak ettiği ileri sürülerek
konferans boyunca maruz kaldıkları eleştirilere hiç değinilmemiş! Acaba bunun
Türkiye-Endonezya ilişkilerinin geliştirilmesinde bir rolü olmuş mudur?
Rapor’un ana başlığıyla çelişen ifadelere de yer
veriliyor. Bu anlamda iki ülke arasındaki ilişkilerin “geliştirilememesine”
örnek, 1970’li yılların sonundan veriliyor. 1979’da dönemin Başbakanı Bülent
Ecevit, Endonezya Başbakanı Adam Malik’i resmen davet etmesine rağmen,
araştırmacıların vurguladığı üzere heri ki ülkenin kayda değer ekonomik güçleri
olmadığı ve iç ve dış sorunlarla boğuşmak zorunda kalmaları dolayısıyla
ekonomik ve politik ilişkilerde bir gelişme olmuyor. Bununla birlikte iki
ülkenin uluslararası arenada birbirine verdiği destek Kıbrıs ve Doğu Timor
meselelerinde olduğu görülüyor. Yani Türkiye dönemin yönetiminin icraatı olarak
Suharto’nun 7 Aralık 1975 tarihinden itibaren Doğu Timor’u istilası ve akabinde
gelen şiddet ve zulme destek vermiş mi denmek isteniyor acaba? Bir diğer
girişimin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in 1982 yılı Aralık ayında Endonezya
ziyareti olarak dikkat çekiyor. Bu vesile ile iki ülke devlet başkanı konusunda
hem fikir olduklarını açıklarken, her türlü “terör faaliyetini” kınadıklarını
ve “kaynakları ne olursa olsun” bu türden faaliyetlere karşı ortak işbirliği
yapma kararı alıyorlar. Suharto’nun o dönemki görüşmelerde ‘terör’den kastı
‘Açe Özgürlük Hareketi’ midir diye soralım. Bu anlaşmaya imza atan her iki
liderden Suharto yargılanmaktan ölüm döşeğinde olması kurtardı; Kenan Evren ise
halen yargılanıyor...
Soğuk Savaş sonrası dönemde ilişkilerin nasıl geliştiğine
bakalım... Bu bölüm Türkiye’nin “Doğu Asya” ilişkilerinde gelişmeye atıf yapan
cümleyle başlıyor. Aklıma Japonya, Güney veya Kuzey Kore, Çin geliyor doğal
olarak. Ancak bölüm Endonezya’ya ilgili. O zaman herhalde bir yanlışlık olmalı
diyorum. Çünkü Endonezya Doğu Asya’da değil, Güneydoğu Asya’da... Ancak
akademisyen arkadaşlar çalışmanın 14. ve 17. sayfalarda Doğu Asya ifadesini bir
kez daha kullanarak beni bu yanlışa inanmam konusunda zorluyorlar... Bu ülkenin
coğrafi konumunun en azından 1950’li yıllardan itibaren Endonezya’yı kaleme
alan akademyadan haberdar olanların bilmesi gerekir.
Her ikisi ülkenin halkının çoğunluğu Müslüman olduğuna
göre, Soğuk Savaş sonrasının uluslararası arenadaki kayda değer gelişmelerinden
birinin D-8 olması gerekir. Araştırmacılarımız buna değiniyorlar elbette. Ancak
sadece bir cümleyle... Bu cümle de dipnotlu. Dipnota baktığımızda nasıl bir
akademik bir çabanın gerçekleştirildiğine de şahit olabiliriz: “Turkey, Indonesia agree to annual visa
requirement”, Today’s Zaman, 30 Haziran, 2010”. Bu haberin tarihi, içeriği bize D-8’le ilgili
bir şey söylüyor mu? 1996’da kurulmuş D-8’in hazırlık toplantıları, bu birliğin
öncülüğünü yapmış olan Türkiye’deki Başbakanlık ve Meclis vb. kurumlardaki
tutanaklar hiç gözden geçirilmediği anlaşılıyor.
D-8 nedir, nasıl yapılanmıştır, hedefleri nelerdir,
uluslararası çevrelerden nasıl tepki toplamıştır, Endonezya rejiminin katkısı ne olmuştur vb. sorulara cevap vermek
yerine, sanki bu birliğe üye olmakla Türkiye ve Endonezya çok işler
başarmışlığı mı söylenmek isteniyor?
Bunun ardından 2010 yılı Temmuz ayında ASEAN nezdindeki
girişime değiniliyor. Türkiye bu girişimi nedeniyle Asya-Pasifik bölgesinde
“kurumsal ilişkilere sahip bir aktör” olarak değerlendiriliyor. ASEAN’ın
odağında ve çeperinde rol alan ülkelerin Asya-Pasifik’e dair neredeyse her
nevinden sivil toplum kuruluşları ile donanımlı olduğunu dikkate aldığımızda
Türkiye’nin bu bölgeye dair ne tür politikalar geliştiridiği, daha evvelinde
bölgede geliştirilen politikaları anlamada ne tür mekanizmalara sahip olduğuna
dair bir bilgi edinemiyoruz. 2003 yılı Haziran ayında Endonezya Devlet Başkanı
sekreteryasından Husen Adiwisastra’nın Türkiye ziyaretinde verdiği bir demece
dikkat çekiliyor. Adiwisastra, Avrupa Birliği içinde bulunan Türkiye’nin
Endonezya’nın Avrupa’daki sözcüsü olarak değerlendirildiğini söylüyor... Avrupa
Birliği’nin ve de tek tek önde gelen ülkelerinin Endonezya’daki
Büyükelçilikleri’nin boyutu sivil toplum örgütlerinin çapı ve faaliyeti dikkate
alındığında Endonezya’nın AB’de temsil edilmesi için Türkiye’ye ihtiyacı yok
zaten. Endonezya AB içinde kendi formülasyonu’nu ülkesinde ‘izin verdiği’
Avrupa STK’ları marifetiyle başarabilecek güçte bir ülke olduğuna kuşku yok.
Bu dönem ilişkilerinin bir diğer ayağını ‘tsunami
yardımı’ oluşturuyor. Kızılay’ın inşa faaliyetleri gene Türkiye’den bir gazete
küpürüyle verilmiş. Oysa, tsunami sonrasında Açe’de faaliyete geçen Yeniden
Yapılandırma Kurumu’nun (Badan Rehabilitasi dan Rekonstruksi-BRR) kapsamlı raporları, Cakarta’daki
çeşitli devlet organlarının yayınları kütüphane raflarında... En azından bir
tek Endonezya gazatesinden alıntı yapılmalıydı diyoruz. Ya da ne bileyim,
Ankara’da yanı başınızdaki Kızılay genel merkezine uğrayıp, o günlerde Açe’de
bulunmuş bazı yetkililerle röportaj veya bu faaliyetlerin kayda alındığı
raporlara ulaşılmalıydı. Evet Açe de olmasa nasıl gelişecek Türkiye-Endonezya
ilişkileri diye sormanın zamanı...
Gene deprem, sel vb. doğal afetler sonrası bazı
icraatlara vurgu devam ediyor. Ediyor etmesine de, gene bu akademik
araştırmanın kaynakları konusunda sıkıntı da bitmiyor. Nerede gerçekleştiğini bilemediğimiz
2007’deki sel felâketi, 2009’da Sumatra’daki deprem -Sumatra dünyanın
dördüncü büyük adası. Deprem, bu adanın neresinde olmuştur acaba?-, Türkiye’nin
(!) dağıttığı gıda, su ve ilâç ile 8 “gönüllü” Türk
doktorunun insanlara yardımı... Sumatra Depremi’nden kasıt 30 Eylül 2009’da
gerçekleşen, dünyanın Padang Depremi olarak bildiği ve Batı Sumatra Eyaleti
başkenti Padang ve önemli ikinci şehri Pariaman’ı vuran deprem kastediliyorsa
bir yanlışlık olsa gerek. Depremin hemen ertesi günü, yani 1 Ekim’de Padang’a
ulaşmış biri olarak orada bulunduğum bir hafta süre zarfında ortada gönüllü
doktora falan rastlamadık! Ancak vakıa şuydu... Pariaman’da yardımların
organize edildiği Belediye Binası’nın bahçesinde Açe’den tanıdığımız bir Kızılay
çalışanına denk geldik. Kısa sohbetimizde bize şunları aktarmıştı bu
arkadaşımız: “Biz de birinci gün geldik.
Birleşmiş Milletler ekibi bizi Pariaman’a yönlendirdi. Ancak Japon ekipleri
bizden önce gelmiş. Çalışmalarına başlamışlar. Biz de bekliyoruz...” Ardından
ayıp olmasın diye “Allah Allah dört gündür buradayım, sürekli kriz merkezini
ziyaret, Belediye Başkan yardımcısıyla görüşmeler, BM yetkililerinin
briefinglerini takip edip durduk, niçin karşılaşmadık o zaman” diye sormadım
arkadaşa. Dipnotu merak edenler için veriyorum: “Türklerin Sevgi Dalgası”, Milli Gazete, 3 Aralık, 2009. Bu haberin
Padang Depremi’nden iki ay sonrası olduğu dikkate alındığında malum vak’ayla
bir alâkası yoktur herhalde... Peki bu dipnot niye?
Araştırmanın “bam teli” Adil Yurtkuran’ın Coşkun Aral’la
yaptığı röportaja referans verildiği kaynak. Sayfa 11’de “Endonezya
makamlarının her fırsatta Türklerin insani yardımları karşısında memnuniyeti”ne
değinildikten sonra, tsunami sonrasında Açe’de Türk Kızılay’ının Lhokgna’da
inşa ettiği Lampuuk köyünde bir sokağa “Atatürk” adının yanı sıra, “donorların”
adlarının verildiği belirtiliyor. Ancak
kaynak olarak Adil Yurtkuran’ın 8 Şubat 2009’da Coşkun Aral’la Banda Açe’de
Blang Bintang’da bir evde yaptığı röportaja dayandırılıyor. Canım ciğerim,
biricik kardeşim Adil Yurtkuran’ın bu röportajından
“birinci elden” haberdarım. Hatırladığım kadarıyla röportajda Türk yardım
kuruluşunun Lampuuk’da inşa ettiği köydeki sokaklara verilen isimlerden bahis
açılmadığı gibi ‘Atatürk’ adı da zikredilmiyor...
Söz konusu Türk yardımlarıyla ilgili bir diğer referans
Endonezya’da yayınlanan İngilizce gazete ”The Jakarta Post” verilmiş. Ancak
dipnotta bu gazetenin ilgili nüshası yazılmak yerine, 27 Aralık 2006 tarihli
Sabah gazetesinin nüshası verilmiş. Gene “The Jakarta Post”a atfen, bu
yardımların 20 milyor Dolar olduğunu söylenmiş. Küçük bir detay, ancak önemine
binaen hatırlatmakta fayda var. Adil Yurtkuran kardeşimden duymuştum vakti
zamanında... Türk Kızılayı’nın yardımları yaklaşık 40 milyon Dolardı... İşte
tüm bunlar “Reshaping of the Bilateral Relations
in the Post-Cold War Era” başlıklı bölümde yer alıyor.
Türk-Endonezya İlişkilerinde Çoklu Boyut Yaklaşımları (Multidimensional Aspects of
Turkish-Indonesian Relations) başlıklı bölüm Susilo Bambang Yudhoyono’nun
2010 yılındaki Türkiye ziyareti ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2011’deki
Endonezya’ya yaptığı ziyaretleri konu alıyor. Bu ziyaretler vesilesiyle daha
önce birkaç yazı kaleme aldığımızdan söz konusu ziyaretler bağlamında ne türden
ilişkilerin(!) geliştirildiğini burada tartışmayacağım. Şu kadarını söylemekle
yetineyim. Bu son dönem ziyaretlerin en önemli getirisi “visa on arrival”
uygulamasının başlaması ile Sayın Büyükelçimiz Zekeriya Akçam Bey’in belirttiği
üzere ‘Endonezya’dan Türkiye’ye turist sayısındaki kayda değer artış’ olmuştur.
Bunlar gelişme kabul edilecekse, bir isi sözüm var... ‘Visa on Arrival’
uygulamasında Endonezya’lı göçmen polisinin Türkiye’den gelen kimi bürokratlar,
rektör ve üniversite hocaları gibi kişilerin sahip olduğu özel görev
pasaportunu normal pasaportla aynı işlemi yapma gibi aymazlıklarının devam ediyor.
Öte yandan, aslında turist sayısındaki artış da, ikili ilişkilerden daha çok
Büyükelçimizin ‘yakışıklılığının’ daha çok rol oynadığını söyleyebiliriz.
“Turkish-Indonesian
Economic Relations” başlıklı bölüm pek de alanım olmayan ekonomi konusuna
ayrılmış. Ancak bir şeyler söylemeden geçmeyeyim. Yukarıda kısmen zikrettiğim
modern dönem boyunca iki ülke arasında gerçekleştirilen resmi ziyaretler
neticesinde bazı ekonomik işbirliklerinin gündeme geldiği görülüyor. Ancak
bunca çabalar sonrasında 2010 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacminin
sadece 1.5 milyar Dolar civarında olması nasıl bir ekonomik işbirliği
performansının gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. Bunun kanıtı ise, 2000 ilâ
2010 yıllarını kapsayan ticaret hacmini konu alan Tabol 1’deki veriler. Bu
‘resmi verilere’ göre Türkiye bu ticaret ilişkisinden sürekli negatif gören
taraf olmuş... Anlaşılan ekonomi alanında kat edilecek daha çok yol var.
Sonuç bölümüne geldiğimizde karşımıza yeniden iki ülkenin
çoğunluğu Müslüman olan nüfusuna atıf dikkat çekiyor. Bunca “seküler”
gelişmelere yer veren bir metnin giriş ve sonuç bölümünde “halkın Müslüman
çoğunluk olmasına” yapılan atıf bir tezat teşkil etmiyor mu? Bari hiç değilse
iki ülke arasında Müslümanlara dair herhangi bir dini, kültürel, sosyal
etkileşime yer verilmesi gerekmez miydi? Dikkatli okuyucular fark edecektir.
Çalışmanın hemen girişinde “Osmanlı Devleti’nin (‘İmparatorluk’ deniyor
metinde) zamanının en güçlü İslam
devleti olduğu ve Sultanların (Padişahlar olmalı herhalde) Halife unvanı
taşıdıkları ve dünyadaki tüm Müslümanların lideri olduğu belirtiliyor. Bunun
sonucu olarak da, Osmanlı Devleti’nin kendi sınırları dışındaki Müslüman
toplumları da gözeten bir yaklaşım geliştirdiği” söyleniyor. Bu anlatının
gündeme getirilmesine sebep ise, Açe Sultanlığı’na yapılan yardımlar(!)... Eee
artık ortada Açe Darüsselam Sultanlığı falan olmadığına ve Osmanlı da devrini
doldurduğuna göre, üstüne üstlük modern dönemde Cakarta yönetimleri Açe’yi
Ortadoğu ülkelerine “Aman bunların İslam anlayışı problemlidir” yönündeki
politikalarından dolayıdır ki Türk hükümetleri de Endonezya ile dini bağlamda
herhangi bir ilişkiye girmemiş olmalılar.
Tavsiyeler bölümüne geçiyoruz.... Hepsine değinmeyeceğim,
sadece üçüncü, yani “Akademik İşbirliği
ve Kültürel Değişimin Artırılması” başlık altındaki hususa dikkat
çekeceğim. İki ülkenin birbirini yeterince tanımadığı; ülkeler arasında öğrenci
değiş-tokuşunun yetersizliği; akademik değişim programlarının olmayışının iki
ülkenin birbirini tanıyamamasına sebep olduğu; bu sorunun bir yönünü de uzak
mesafe ve bilet fiyatlarının yükseliği vb. üzerinde durulmuş. Peki bu
araştırmaya destek veren kurumun fonuyla Endonezya’ya gidip bu araştırmanın bir
bölümünü orada gerçekleştirmeniz ve böylece ülkeki, insanını, ilişkileri daha
net anlamak ve çeşitli akademik bağlantılar kurmak yolunu niçin seçmediniz diye
de ben sorayım. Öte yandan Endonezyalı öğrenciler, Hollanda, Almanya,
İngiltere, Amerika’ya öğrenime giderken çok daha fazla mesafa kat ediyor ve çok
daha fazla para ödüyorlar. Tavsiye olarak da Türkiye’deki özel üniversitelerin
İngilizce öğretim veren lisans ve yüksek lisans programları açmaları gündeme
getirilmiş. Evet bence bu konu Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar
Başkanlığı’yla paylaşılmalı... Bir de
araştırmacıların ulaşamadıkları kimi kaynaklarda tsunamiden sonra Türkiye’nin
kimi önemli kurumlarının Açe’den başlayarak Endonezya’da ve de ASEAN’da ne gibi
roller oynayabileceğine dair çoktan epeyce hususun yazılıp çizildiğini belirteyim.
“Endonezya ve Türkçe Çalışmaları Programlarının
Kurulması”nı konu alan 4. tavsiyeye desteğimiz büyük. Bu bağlamda, erken dönem
yazılanlar bir yana, dünyabülteni’nde 21 Ekim 2010 tarihinde kaleme alınmış
yazıyı örnek gösterebiliriz.
Söz konusu bu Rapor, 49 referansa dayandırılmış.
Bunlardan 37 tanesi gazete küpürü; 1 tanesi konferans makalesi; 1 tanesi özel
yayın; 4 tanesi USAK yayınları; 6 tanesi ilgili devlet sitesi; 1 tanesi
internet haber; 1 tanesi Haber ajansı. Görüldüğü üzere bu çalışmada modern
Endonezya Cumhuriyeti’nin sosyo-ekonomik, siyasi ve askeri yapısını, bölgesel
ve küresel ilişkilerini, ülkedeki farklı İslami anlayışları, etnik ve dini
çatışmaları ele alan yüzlerce -belki de binlerce- kitap ve makaleden bir alıntı
bulmak mümkün değil. Böylesi bir raporun bir lisans, yüksek lisans veya doktora
öğrencisinin ‘paper’ı olarak görmek
ve değerlendirmek mümkün değil. Giriş ve sonuç bölümlerindeki sunumlardan bunun
devletin bazı birimlerine yönelik hazırlandığı anlaşılıyor. Ancak böylesi bir
rapor ile hangi devlet kurumu ne kadar bilgilendirilebileceği konusunda büyük
şüpheler uyanmıyor değil. Şayet yüksek lisans öğrencileriminden biri böyle ‘paper’la karşıma çıkacak olsa diyeceğim
söz şu olur -ki bugüne kadar dediğim gibi- “bu olsa olsa lise son sınıf öğrencisinin
hazırladığı bir metin olur. Akamedik bir kıymet-i harbiyesi maalesef yok”.
TÜBİTAK’tan fonlanmış bu araştırmanın akademik
çerçevesinin son derece kısıtlı olduğunu ve kaynaklarının ‘gazete küpürlerine’
indirgendiği aşikâr. İşbirliği olarak vurgu yapılan görüşmeler, anlaşmalar,
birliklerin somut, gerçekçi açılımlarına ve bunların Türkiye ve Endonezya
ilişkilerinin geliştirilmesine ne denli katkı yaptığını maalesef öğrenemiyoruz.
Tüm eleştirilere rağmen, her iki akademisyene de
teşekkürler demek gerekiyor. Bu metin bize, akademik çalışmaların
sonuçlandırılmamış, geliştirilmeye matuf çabalar olduğunu bir kez daha
kanıtlıyor. Umulur ki, başka akademisyenler TÜBİTAK fonlarıyla kıymetli
çalışmalara imza atarlar.