31 Mayıs 2013 Cuma

Malezya Siyaseti Sil Baştan / Politics in Malaysia Up and Down

Mehmet Özay                                                                                                                  27 Mayıs 2013


There is no doubt that election on 5th May in Malaysia reminded Dato Onn bin Jafaar’s political aspiration to almost everyone in the country particularly certain political elites. Though some ideas emerged once the election was completed, it seems there need to be more intellectual exercises on what sort of political intermingling in National Alliance (Barisan Nasional) in near future. As we have mentioned previously, the opposition aggressive reformist approach cannot be ignored in the decision of the new political paradigm in Malaysia.

Malezya’da seçim sonuçlarının ilânıyla birlikte ülke siyasal yaşamında yeni bir safhaya girilmiş oldu. Bu anlamda, seçim öncesi tahminlerin doğrulandığını söylemek mümkün. İstatistiki verilerden hareketle seçim sonuçları üzerinde bazı hususlara değinmeden önce, bu yeni safhanın hangi başlıkları kapsadığına bakalım: Ulusal Cephe iktidarının Malay-Çinli-Hintli ortakları arasında büyük bir yarığın oluşması; hükümeti oluşturan Bakan kompozisyonunda siyasi parti dağılımında hükümetin ülke seçmenini temsil makamından uzak oluşu; bir yanda iktidarın en büyük kurucu figürü UMNO, öte yanda muhalefetin Çin ağırlıklı partisi DAP (Demokratik Eylem Partisi)’ın oluşturduğu ‘etnik ayrışmaya’ dayalı iki kutuplu bir siyasi yapının belirginlik kazanması; tüm bunların sonucunda iktidar aygıtı ve ilintili unsurlarının ‘Tek Parti’ çatışı altında toplanması önerisinin gündeme getirilmesi...

Modern Malezya siyasal tarihinin en çekişmeli seçiminin yaşandığı 5 Mayıs günü, Malezya halkı %80’lik oranla bugüne kadarki en yüksek katılımı sergileyerek ülke geleceğinde söz sahibi olduğunu ortaya koydu. Muhalefetin seçime ‘hile’ karıştırılacağı konusunda daha seçim öncesinde dillendirdiği kaygısı, seçimin sona erdiği ilk saatlerden itibaren alternatif medyada güç bir şekilde yeniden yer aldı. Ülke siyasi aktörleri arasında bir iç hesaplaşma ürünü olarak değerlendirilebilecek bu hususu ‘yabancılar’ olarak pek de anlamlandıramayacağımızdan(!) ve ülkenin iç işlerine karışmak gibi bir amacımız da olmadığından bu hususu bir kenara bırakalım ve seçim sonunda ne gibi bir siyasi fotoğrafın ortaya çıktığına bakalım.

Seçim sonuçlarına göre muhalefet bloğu %51.6, iktidar oluşumu ise %48.4 oy aldı. Bu istatistiki veride bir terslik yok mu diye sorulabilir. Yok aslında!... Nedeni de açık... Seçim bölgeleri ve nüfus dağılımı arasındaki ilişkinin böylesi bir sonuç doğurduğuyla alâkalı. Ayrıca, ilgili çevreler bu durumu, ülkenin parlamenter demokrasisinin İngiliz sisteminden uyarlandığını gündeme taşıyarak sonuçlara meşruiyet kazandırıyorlar. İktidar toplamda düşük oy alsa da, seçim bölgeleri bağlamında 133 milletvekili çıkardı. Muhalefet ise, aldığı yüksek oya rağmen, ancak 89 milletvekili ile yetinmek zorunda kaldı. Seçim bölgeleri ve oy dağılımına bakıldığında, Gerakan (Özgürlük) Partisi eski genel başkanı Dr. Koh Tsu Koon’un da ifade ettiği üzere, zaten var olan kır-kent dikotomisinin daha da derinleştiği görülür. Öyle ki, iktidar tüm ‘modernleştirici’ açılımlarına rağmen, kentli seçmenden ziyade kırsaldan aldığı destekle yeniden hükümeti kurma vizesi aldı. Aslında ‘modernleştirici’ politikalar, ekonomik kalkınma odaklı olarak okunduğunda kırsalın talepleri ve tatminkârlık ölçeğiyle kentli kitlelerin taleplerinin örtüşmemesi doğal.

Federal Parlamento’da üçte ikilik çoğunluğu kazanma başarısı gösteremeyen iktidar koalisyonuna eklemlenmiş partilerin milletvekili dağılımında da kayda değer bir değişim var. Bu değişim, iktidar bloğunun üç büyük partisi arasında büyük bir yarığın doğmasına neden oldu. Yani, toplam 133 milletvekilliğinden sadece 7’si MCA, 4’dü MIC partilerini temsil ediyor. Görece küçük partilerin çıkardığı birkaç milletvekili dikkate alınmazsa, geri kalan milletvekillerinin tamamı UMNO saflarından parlamentoya girdi.

Ulusal Cephe partileri -Malay partisi UMNO ile Çin ve Hint partileri- arasında siyasi paylaşımın UMNO lehine değişim göstermesi, koalisyon bloğunun meşruiyetinin sorgulanmasını da beraberinde getiriyor. Bu anlamda, seçmen kitlesinin, iktidar koalisyonun sembolü ve bağımsızlık öncesinin şartları gereği kurulan dengenin ifadesi olan ‘terazi’nin dengesini bozduğu gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Bu dengenin bozulmasıyla, mevcut siyasi yapılar aradan geçen birkaç haftada bu ‘sil baştan’ı farklı bağlamlarda ortaya koymaya başladılar.

Bununla ne demek istiyoruz? Malay partisi UMNO, Çinli azınlık odaklı MCA ile Hintli seçmene hitap eden MIC’den ulusal ve eyalet parlamentolarına seçilen milletvekili sayısında önemli bir düşüş var. Bu minvalde, seçim kampanyalarından seçim sonuçlarına kadar çeşitli vecheleriyle sürekli ön plânda tutulan Çinli seçmenin politik eğilimi dikkate aldığımızda MCA’nın geldiği konum üzerinde durulmayı hak ediyor. Bağımsızlıktan bu yana ülke politikalarındaki rolü ile yadsınamaz bir öneme sahip olan MCA’nın 2008’de kazandığı Ulusal Parlamento’daki sandayle sayısı 15’den 7’ye; eyaletlerdeki sandayle sayısının ise 90’dan 11’e düştü. Bunun bir başka anlamı, Çinli seçmenin % 80-85’inin oylarını muhalefet bloğunda yer alan DAP lehine kullandı. İşte tam da bu noktada, işin ucu MCA’ya dokunuyor ve bu partinin nasıl bir savrulma yaşadığı ortaya çıkıyor.

MCA’ın oy kaybının somut yansıması ise hükümet kurma sürecinde kendini gösterdi. Parti yönetimi yaşanan bu politik tsunamiden sonra  Federal ve Eyalet hükümetlerinde bakanlık/bakan yardımcılığı gibi önemli makamlarda görev almayacaklarını açıkladılar. Aslında partinin kan kaybı yaşayacağı seçim öncesinde Parti Başkanı Dr. Chua Soi Lek’in aday olmama kararıyla kendini ortaya koymuştu. Seçim ertesinde de, MCA içinden Dr. Chua’nın siyasi meşruiyetini kaybettiği söylemiyle derhal istifa etmesi talepleri yükseldi. Dr. Chua’nın parti başkanlığında ısrarcı olmayacağı zaten tahmin ediliyordu. Ancak sürecin hızlandırılması konusunda parti içinden yükselen sesler seçim sarsıntısının ne kadar büyük olduğunun kanıtıydı. Bu noktada, MCA’ın bu kadar büyük bir oy kaybının nedenleri, 6 Mayıs’tan bu yana başta Başbakan Necib ve ardından MCA yönetimi olmak üzere sorgulanageliyor.

Tabii bu sorgulamada partilerin yaklaşımlarında farklılık yok değil. UMNO çevreleri Çinli seçmene yüklenirken, seçmenlerin siyasi yönelimlerindeki bu büyük değişmenin gerçek nedenleri üzerinde kafa yoranların Çinli siyasetçi ve entellektüellerden geldiği gözlemleniyor. Önce UMNO’dan gelen tepkilere değinelim. Uzun yıllar UMNO çatışı altında politika yapan Malaka ve Johor Eyalet Başbakanları seçim bölgelerinde hüsrana uğramalarını Çinli seçmenin ‘vefasızlığına’ bağlıyorlar ve faturayı bu seçmen kitlesine kesiyorlar. UMNO’dan gelen bu tepkinin, bu partinin Malay milliyetçiliğini temsil etmesi dolayısıyla anlaşılabilir bir yanı var. Malay sultanlıkları ve geleneksel elitizm bağlantısı dolayısıyla sadece bir siyasi ‘parti’ olmanın ötesinde anlamı olan UMNO’dan günün zorladığı değişimler üzerine ayrıntılı bir eleştirel yaklaşım -en azından şimdilik- beklenemez. Öte yandan, Çin kökenli politikacılar ise, halkın nabzının tutulamadığını açık yüreklilikte dillendirebiliyor. Bu bağlamda, halkın taleplerine kulak kabartılmaması halinde, özellikle MCA’ın kan kaybı yaşamakla kalmayacağı, siyasi varlığının tehlikeye gireceği yönündeki kaygılar iktidar odaklı basın da dahi yer alıyor artık.

İktidar kanadında yaşanan bir kan kaybı olduğu aşikâr. Muhalefetin ‘değişim’ çağrısına, iktidarı savunma işini neredeyse tek başına üstlenen ve bu yönde standartlar üstü bir gayret sergileyen Başbakan Necib’in “Evet, işte ‘içerden’ değişiyoruz” söylemine Çinli ve şehirli Malay seçmen itibar ettiği söylenemez. Muhalefeti tercih eden geniş bir kitle değişimin ekonomik boyutları ile ele alınmasını pek de dikkate almadığı sonucu çıkartılabilir. Bu durum, bir siyasal paradigma olarak, Malezya özelinde ekonomik kalkınmışlığın mevcut iktidar aygıtında egemen güçlerin sürekliliğini ve halk katmanlarında da ‘memnuniyete’ yol açacağı yönündeki bir determinasyonun yanlışlandığını ortaya koyuyor. Bu husus, kampüslerde öğrenci kitlesinin -hem de Malay kökenlilerin- sohbetlerine kulak kabarttığınızda daha iyi anlaşılabiliyor. Bunu en iyi ifade eden bir diğer gelişme ise, Johor ve Malaka Eyalet Başbakanlarının yıllarca ‘ayrım gözetmeksizin’ tüm Eyalet sakinlerine hizmeti öncelleyen ‘kalkınmacı’ politikalarına rağmen, seçimlerde bekledikleri desteği alamamalarıydı. Bu minvalde, “Halk ne istiyor(du)?” sorusunun cevabı, değişim olgusunun etnik siyasi yapılanmaların sona erdirilmesi, çıkar ilişkileri üzerine kurulu odaklanmaların bitirilmesini de içine alacak kapsamlı bir dönüşüm olarak verilebilir.

İktidar kanadında yer alan ve özellikle Çinli seçmene yönelik siyaset yapan oluşumlar 5 Mayıs’ın doğurduğu sonuçlar karşısında muhalefete ‘sövmek’ yerine, nerede hata yaptıkları konusuna odaklanıp, gelişmelere ‘eleştirel’ yaklaşarak ‘halkın önceliklerine’ bağlı yeni bir siyaset dili geliştirilmesinin aciliyetine vurgu yapıyorlar. Bu anlamda siyasi bir olgunluğa doğru yönelimden bahsedilebilir. Bu sürecin belki de en dikkat çekici çıkışı, Gerakan Partisi yönecilerinden geldi. Bu grup, seçim sonuçlarından seçmenin taleplerinin iktidar ortaklarınca geneli itibarıyla doğru okunamadığı ve gerektiği şekilde karşılık verilmediğini ileri sürüyor ve önümüzdeki dönemde yeni bir siyasi oluşuma ihtiyaç olduğunu açık seçik dile getiriyor.

İktidar kanadının temeli UMNO siyasal eliti gelişmeleri -en azından şimdilik- farklı bir okumaya tabi tutuyor ve kendi dışında iktidar unsurlarının siyasi kaybını nasıl telâfi ederimin düşüncesi içerisinde. Bunun için de elindeki kartları sonuna kadar kullanacak. Bu kesin... UMNO yönetimi, bu tasarımın ilk safhasında, bölünmüş ‘Malay seçmen’ gerçeğinden hareketle yönünü Malezya İslam Partisi (PAS) ile koalisyon kurup kurulamayacağı alternatifini gündeme taşıyor. Öte yandan, aşağıda detaylı bir şekilde değinileceği üzere, kendi siyasi ortağı MCA’ya siyasi tsunami yaşatan muhalefetin Çinli partneri DAP’a göz kırptığı dikkat çekiyor. Peki “Enver İbrahim’in başında bulunduğu PKR ile birliktelik olamaz mı?” sorusuna cevap daha seçim akşamında gelmiş ve Endonezya’nın önemli siyasi figürlerinden Yusuf Kalla, Başbakan Necib ve Enver İbrahim arasında bir ‘barış’ inşasına niyetlenmişti. Tabii, bu iki uç ismi biraraya getirebilmek o kadar da mümkün değil. Öyle ki, bu iki siyasi figürün mücadelesini Machbet’e gönderme yaparak dile getirmiştik bir buçuk yıl önceki bir yazıda. Ne ilginçtir ki, seçim sürecinde ve sonrasında konuyu ‘Machbet’e getirip dayandıran politikacılar ve yazarlar çıkmadı değil medyada.

Bu fotoğraf bize daha, daha önce de kısmen değindiğimiz üzere, ülke siyasal yaşamının etnik unsurlardan bağımsız ele alınamayacağının ortaya çıktığı erken dönem siyasi tartışmalarını hatırlatıyor. 1940’lı yılların sonlarında, dönemin UMNO lideri Dato Onn bin Cafer’in UMNO’yu ‘sadece’ Malaylarla sınırlı bir siyasi hareket değil, tüm etnik unsurlara açık çoğulcu bir siyasi parti olması yönündeki yaklaşımı bugün yeniden ciddi bir şekilde tartışılıyor. İşte bu nedenledir ki, Malezya siyasal yaşamı ‘sil baştan’ yeniden dizayn edilme sürecinde.


27 Mayıs 2013 Pazartesi

Myanmar’da Amerikan Çıkarları ve Arakan Müslümanları / American Interests in Myanmar and Rohingya Muslims

Mehmet Özay                                                                                                                 25 Mayıs 2013

Myanmar is inevitably a new dimension of American interests pertaining to her geo-strategic and economic reasons. Though human rights of the Rohingya Muslims have not been considered in a significant level by the majority of the world powers, it is more benefitial to support junta regime of Myanmar..


Myanmar Devlet Başkanı Thein Sein’in beklenen Amerika ziyareti gerçekleşti. Bu ziyaret, geçen yıl Kasım ayında Obama’nın ikinci kez Başkan seçilmesinden hemen sonra Güneydoğu Asya’ya yaptığı ziyaretin iadesi anlamı taşıyordu. Ayrıca son yarım yüzyılda düne kadar Amerikan’ın Burma diye adlandırdığı bu devletten Yeni Dünya’ya yapılan ilk ziyaret olma özelliği taşıyor. Bu sembolik ziyaretin bir diğer adı ise, kuruluş yıllarında Bağlantısızlar Grubu’nun neredeyse kurucu aktörleri arasında yer almaya aday bir ülkenin Batı marjinine kayışının öyküsüdür.

Eski general, yeni ‘reformcu’ Thein Sein, ülkesinde siyasi özgürlükler konusunda ne kadar mesafe alındığının ‘raporunu’ vermek üzere Washington’daydı. İnsan hakları politikalarında verdiği sınavda yol kat ettiğinin yeni bir göstergesi olarak ülkesinden ayrılmadan hemen önce belli sayıda siyasi mahkuma özgürlüklerini tanıyan belgeye imzasını atmıştı. Bu gelişmeler, Batılı sivil ve yarı sivil örgütlerin rapolarında ısrarla yer verdikleri siyasi tutuklular sınıflamasında başarı hanesine konulacak icraatlardı.

Öte yandan, belki de kaderin bir cilvesi olsa gerek, Obama-Sein görüşmesine denk gelen günler ve saatlerde Myanmar’da yedi Müslüman geçen Mart ayındaki çıkan olaylarda hayatını kaybeden bir Budist rahibin öldürülmesinden sorumlu tutulmuş ve uzun yıllar sürecek hapis cezalarına çarptırılmışlardı.

Aslında Amerikan yönetiminde Obama’nın başını çektiği iyimserler ‘kulübü’ne rağmen, Myanmar konusunda temkinli yaklaşılmasını salık verenler de yok değil. Bu ülke bir yandan, demokratikleşmesiyle öne çıkartılır ve uluslararası arenada meşruiyet kazandırılırken, öte yandan oldukça tehlikeli bir yönü olduğuna da dikkat çekiliyor. Kimi yayın organlarında, Myanmar’daki şiddet ‘kültürü’, Yugoslavya’nın dağılmasıyla 1990’larda ortaya çıkan ve bugün ulusalararası siyaset literatürüne ‘Balkanlaşma’ olarak geçen olgunun tekerrür ettiği vurgulanıyor. Sanki o dönem, Batılı devletler ve kurumlar Balkanlar’da yaşananlara beklenen yaklaşımı sergilemişlercesine bugün bu olguyu maharetmiş gibi Myanmar için gündeme getiriyorlar. Burada açıkça bir saptırma olduğunu vurgulamak lazım. Yani, Müslüman unsurlar birkaç yıl öncesine kadar Myanmar denilen ülke topraklarında devletin ‘yüce’ koruması altında hür ve bağımsız yaşam sürüyorlardı da, ‘diktatöryal’ yaklaşımını ‘demokrasiye’ evirmesiyle Budist militanların maharetiyle ‘etnik çatışmalar’ başladı. Öyle mi acaba? Buna, olsa olsa, altmış yıllık Burma/Myanmar diktasını onurlandırmak denir.

Bu bağlamda, Amerikan’ın bölgeye ilgisinde jeo-stratejik ve ekonomik çatışmaların rolü unutulmamalı. Amerikan terazisinde Myanmar’daki Müslümanların ahvali ile ekonomik kazanımlar eşdeğer değil. Bu çerçevede, Amerikan yönetiminden, başta Arakanlılar olmak üzere Myanmarlı Müslümanların en temel insani haklarını savunması ne kadar beklenebilir? Amerikan’ın Myanmar’daki ‘demokratikleşme’ sürecine yaklaşımı, kuşku yok ki, Güneydoğu ve Doğu Asya’da ‘şimdilik’ düşük yoğunluklu süren teritoryal sorundan ve gelecek vaad eden potansiyel ekonomik kazanımlardan bağımsız değil. Yakın döneme kadar, Myanmar’a uygulanan ambargonun karşılık vermemesi üzerine, sanki ambargoyu kaldıracak büyük çaplı değişimlere kapı aralanmışcasına birdenbire Amerikan ve de ardından Avrupa Birliği yöneticilerinin Myanmar’ın kapısını arşınlamalarında bu bölgede giderek ivme kazanan uluslararası çekişmelerin başat bir rolü var.

Çin’in siyasi ve ekonomik etkinlik sahasını genişletme yönünde politikalar ve bunların somut icraatlara dönüşmesi karşısında Amerika’nın müdahalesiz kalması beklenemez elbette. Çin bir yandan Myanmar üzerinden Bengal Körfezi ve de dolayısıyla Hint Okyanusu’na açılma projesi üzerinde kafa yorar ve Mekong Vadisi’ni boydan boya kesecek karayolu projesinin hesaplarını yaparken, öte yandan aralarında soğuk savaş’ın devam edegeldiği Hindistan’la “güven inşasına” başlar ve hemen akabinde, ‘Acaba hangi alanlarda işbirliği yaparız?’ sorusunun cevabını alma sürecini derinleştirme uğraşı verirken Amerika’nın kılını kıpırdatmaması beklenemez. Öyle bir coğrafya etkileşiminden bahsediyoruz ki, Himalayalar’ın bir ucundan diğerine, bir koluyla Pasifik’e diğer koluyla Hint Okyanusu’na uzanan devasa bir alan bu. Herhalde, Asya Yüzyılı’nın dinamiklerinden biri bu olsa gerek.  

Bu nedenledir ki, Amerikan yönetimi küresel etkileri olacak bu gelişmeler karşısında, bölgeye dair kendi gelecek kurgusunu somutlaştıracak araçları oluşturma arzusunda. Bunun içindir ki, bölgenin ekonomik yatırımlar ve kalkınma anlamında ‘premature’ ülkesi Myanmar pilot bölge seçilmiş durumda. Obama, Thein Sein’in ‘sözde’ reform çabalarına desteğini sunarken, hemen ardından konunun ekonomik yatırımlara gelmesi son derece doğal. Çin’in silah satışı, -şimdilik durdurulsa da- dev baraj projesi, maden kaynaklarını devşirmesi ve envai türden malın ‘black market’ maharetiyle Myanmar üzerinde ekonomik bir baskı kurması karşısında Obama, hem de çok naif bir açılım sergileyerek. Myanmar’da tarım faaliyetlerinin geliştirilmesi için ön ayak olabileceklerini belirtiyor. Bir de söylenmeyen yönü var bu işin. Onu da biz söyleyelim. Başta Ford, General Electric, Caterpillar gibi dev çok/uluslu şirketlerin yönetimleri Myanmar’a girme kararının altına imza attı bile.
Amerikan yönetimi, şunun şurasında bir yılının dolmasına birkaç gün kala Arakanlı Müslümanların maruz kaldıkları ‘yeni’ zulmün tastamam gözler önünde olduğunun farkında değilmiş gibi davranmayı yeğliyor açıkçası. Eyalet Başkenti Sittwe’de evlerine, işlerine, okullarına gidemeyen Arakanlı Müslümanların aylardır, esir kamplarını aratmayacak koşullardaki barınaklarda tutulmaları, yolunu bulanın okyanusa açılmaktan başka çözümünün olmadığı ve gene süreçte yüzlerce mazlumun okyanus sularına ‘kapılarak hayatını kaybetmesi Batılı yöneticilerin siyasi idraklerini güncellemeye ve insani yaklaşımlarını ortaya koymalarına kafi gelmiyor. Bu sürecin tetikleyicisi hadiselerden sorumlu olanları ortaya çıkartacak ‘ulusal komisyonun’ ne türden bir araştırma yaptığı ve bir yıl sonunda nasıl bir sonuca ulaştığını sorgulayacak adalet duygusu ve bunun pratiği olan yargı sürecini gündeme getirmeyi de gereksiz addediyorlar. Veya aylar öncesinde yapılacağına karar verilen ‘Müslümanları’ kayıt altına alma işlemlerinde nasıl bir aşama kaydedildiğini, bunun Müslümanları ülkenin ‘asli unsurları kabul ederek kimlik belgesi verme işlemi mi ‘ yoksa bu kitleyi ‘Bengaldeş göçmeni’ statüsüne sokmayı hedefleyen ‘sinsi’ bir politikanın ürünü mü olduğunu sorgulayan yok. Ama bu çevreler kalkıp rahatlıkla Thein Sein’i ‘reformcu Başkan’ sıfatıyla selamlayabiliyorlar. Bir de bu süreçte ‘umutluyuz’ diyen çevrelerin de umudu nerede aradıklarını sormak zamanı şimdi. Yoksa bu sıfatı sarf ederken, kendi kazanımlarını kastediyorlar olmasınlar acaba?

Obama’nın ikili görüşmede neler dediğine bir bakalım... Ekonomi ve siyasi açılımlarda iyi yoldasınız, bir de şu Müslümanlara yönelik şiddeti bırakın. Tabii bu ‘şiddet’ kavramı zikrederken cümlenin içerisinde ‘communal’ sıfatını kullanması da olan bitenin Amerikan yönetimince nasıl bir çerçevede anlamlandırıldığını veya anlamlandırılamadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. ‘Communal violence’ demekle, aslında ortada iki toplumsal grup var ve iki grup şu veya bu şekilde eşit ağırlıkta itişip kakışıyorlar gibi bir eğretilemeyi de beraberinde getiriyor. Bu bile sorunun ismini koymada bile büyük bir zaafiyet olarak kendini izhar etmeye yetiyor. Olan biten hakikaten bu mu? Yani sadece Arakan Eyaleti’nde değil, giderek ülkenin diğer bölgelerindeki Müslüman kitleleri de hedef alan bir süreç yaşanırken Müslümanlar ve Rakhin/Burma Budistleri meydan kavgası mı veriyor? Yoksa Başkent Naypyidaw’daki siyasi karar mekanizmalarının yaktığı yeşil ışıkla, Budist Myanmar polis ve asker güçlerinin nezaretinde Budist rahiplere eklemlenmiş halk yığınlarının Müslümanları yok etme arzularını  ortaya koyacak bir toplumsal linç mi söz konusu? 

Ortada geçmişi düne, geçen yıla değil, neredeyse bir yüzyıla uzanan siyasi, etnik, dini ayrımcılıktan söz ediyoruz. Bu bağlamda, Myanmar yönetimi nezdinde ne siyasi iradeden, ne de çoğunlu Burma olan azınlıklar toplumu Myanmar’da toplumsal bir sözleşmeden bahsetmek mümkün. ‘Şiddet’ dendiğinde, Budist rahipler önderliğindeki Burma ve Rakhine topluluğun Müslüman kitlelerin canlarına kastı, mallarını mülklerini yağmalamaları geliyor. Ancak, özellikle Arakan’da sorun Budist halkın uyguladığı ‘şiddet’ değil, siyasi rejimin en hafif deyimiyle kayıtsızlığından kaynaklanan siyasi bir sorun var. Amerika ve AB yönetimleri bu siyasi sorunu ortaya koyacak ve de çözümünde ısrarcı olacak bir yaklaşımı bugüne kadar göstermediler. Bundan sonra gösterecekler mi? Hadi bir ihtimal diyelim, ancak bir şartla. O da, yakın gelecekte yeter sayıda Arakanlı Müslüman Rakhine Eyaleti’nde yaşam sürmeye devam edebilirse.


25 Mayıs 2013 Cumartesi

Ali Hasjmy, Khalifah Penyair Pujangga Baru


Ameer Hamzah                                                                                                  25 May 2013

Nun, demi pena dan apa yang engkau tulis (QS. Alqalam:1-2).
 
Kesusatraan Aceh dan Indonesia (Melayu)  terasa  lesu  setelah A. Hasjmy meninggal 1998. Sejak itu tidak muncul lagi para sastrawan yang produktif, baik dalam bahasa Aceh maupun bahasa Indonesia. Malah yang sudah punya nama seperti  Barlian AW, Fikar W Eda,  Doel CP Alisah, Wiratmadinata,  Nurdin F Joes, Rosni Idham, Nani  HS, Din Saja jarang sekali kita baca karya mereka yang baru.

Saya pribadi yang dianggap oleh teman-teman juga seorang sastrawan, juga mulai tumpul (bugam) setelah A.  Hasjmy meninggal dunia. Ada kondisi tertentu yang membuat saya semakin bugam di dunia sastra.  Setelah itu saya mendalami  dunia dakwah dan politik. Cita-cita saya ingin mengikuti jejak “Sang Guru” Prof. Tan Sri Kra Datu, A. Hasjmy, namun terbentur berbagai “mara” yang tak mampu ku sangga.

Sang guru memang luar biasa, ia bagaikan bintang kejora di langit zaman. Namanya  mendunia,  Pemimpin Agama Kathoilik  Sri Paus Paulus juga pernah mengundangnya ke Roma, namun gagal waktu itu karena setiba di Jakarta A Hasjmy sakit. Sebelum itu beliau sudah pernah diundang ke Mesir, Iran, Turki, Filipina, dan Jepang. Sedangkan Malaysia, Singapur dan Brunei Darussalam sama dengan kita pergi ke pasar Aceh, maksudnya terlalu sering.

Paus Sastra Indonesia , H.B .Yassin memberi gelar kepada Amir Hamzah sebagai Raja Penyair Pujangga Baru. Saya memberi gelar kepada guru saya A Hasjmy sebagai Khalifah Pujangga Baru. Gelar ini sangat tepat, sebab beliau memiliki tiga hal yang tidak dimilki Amir Hamzah, sang pangeran dari langkat.
1.    A. Hasjmy seorang pujangga yang cukup banyak mengarang buku-buku Sejarah dan Agama, juga novel-novel yang bernafaskan Islam. Beliau juga seorang penyair yang melebihi religiusitas Amir Hamzah.
2.    A. Hasjmy seorang ulama  dan intelektual islam, seorang guru besar pengcipta Fakultas Dakwah di Indonesia. Beliau juga bidan melahirkan Unsyiah, IAIN Ar-Raniry, dan Dayah Tgk Chik Pante Kulu.
3.    A. Hasjmy juga seorang umara yang sukses. Beliau Gubernur kedua Prof Daerah Istimewa  Aceh setelah Tgk H. Muhammad Dawud Beureueeh. A. Hasjmy menjadi gebenrnur saat Aceh membara, namun berkat kepiawainnya membawa air bukan api, bara dan nyala mulai padam. Beliau memperluas masjid raya, dari tiga kubah menjadi lima kubah, dari tidak ada menara menjadi dua menara waktu itu.

Makna Khalifah
Menurut A Hasjmy, semua sastrawan  seharusnya  menjadi khalifah Allah di bumi. Sebab Allah menciptakan manusia (Adam dan Bani Adam)  untuk itu. Sebagai khalifah di bumi, manusia harus memakmurkan bumi dengan kebaikan-kebaikan, perdamaian, saling menghargai antara satu bangsa dengan bangsa yang lain, anti kekerasan, pelanggaran HAM, apalagi perang.

Khalifah bumi tidak boleh kalah dengan persak bumi, yakni Iblis (Syaithan)  yang selalu menggoda manusia untuk merusak alam, permusuhan dan peperangan. Pujangga (sastrawan dan penyair) harus terus menerus mengciptakan karya-karya yang memupuk iman dan takwa, bukan karya picisan yang membangkitkan nafsu syahwat.

A.Hasjmy sering mengutip surah Asy-Syu’ara ayat 224-227: dengan terjemahan puitisnya  sebagai berikut:
Para sastrawan (penyair), pengikut mereka bandit petualang/berdiwana dari lembah ke lembah/bicara tanpa kerja/ kecuali sastrwan (penyair) beriman/ yang beramal bakti/senantiasa ingatkan Ilahi/Mereka mendapatkan kesenangan/setelah hidup dalam ancaman. 

Menurut ayat ini, memang para sastrawan  jahiliyah zaman Nabi, banyak yang  menggunakan keahliannya  menciptakan puisi-puisi (syair) untuk menghina Islam dan Rasulullah SAW. Sejumlah besar mereka berpihak kepada Abu Lahab, Abu Jahal Cs, hanya sejumlah kecil yang masuk  Islam dan beriman. Kondisi yang sama terjadi zaman  Naskaom (Nasional Agama dan Komunis (1954,55,56) antara sastrawan pro  PKI (Pramoedia Anantatoer Cs) dan Pro Islam (Taufiq Ismail Cs). A. Hasjmy kala itu termasuk yang anti Pram.

A. Hasjmy bukan hanya membesarkan nama dirinya, tetapi juga mencetak penyair-penyair muda dengan memberi spirit dan motivasi kepada mereka, maka di tangan A Hasjmy banyak penyair muda yang muncul ketika itu, bahkan hampir semua penyair dan seniman muda datang kepadanya untuk meminta nasihat dan bimbingannya.

Penutup
Sebagai penutup izinkanlah saya membaca sebuah puisi kecil buat Almarhum A. Hasjmy:

ZIARAH
Pagi tadi saat Dhuha meninggi
aku ziarah ke makammu wahai guru
Susana hening sepi….
Burung-burung kecil berzikir di pepohonan
Mengirim pahala buat guru di alam sana!
Suara Dedei Khueng  memancing sendu
Bulu romaku merinding, bergetaran di dada
Kuseka derai air mata yang membasahi pipi ini
Kala mengenang jasamu  bak laut tak bertepi
Dan ketika aku hendak pulang
Kubaca lagi tulisan terpahat di batu nasanmu:
 A. Hasjmy, Sastrawan Pujangga Baru
Meninggal dunia: 18 Juni 1998
Kupanjatkan seberkas doa buatmu
Allahummaghfirlahu warhamhu, wa’afihi wa’fuanhu

Terima kasih kepada PuKAT (Pusat Kebudayaan Aceh dan Turki), Dr. Mehmet Ozay dan Thayeb Loh Angen. Mudah-mudahan usaha ini terus berkembang dan jaya. Apalagi  Aceh dan Turki, ibarat anak dan ayah Kandung yang tak mungkin dipisahkan. Hubungan Historis kita begitu indah, bendera  Bulan-Bintang yang warna merah seakan melambai-lambai menyatukan kita kembali. 

Ali Hasjmy sendiri pernah bercerita kepada kami ,”Nenek moyang saya dari Istanbul yang hijrah ke Yaman, kemudian pindah ke Aceh. Ada kemungkinan kepindahan mereka dulu disebabkan tugas dari Khalifah Turki untuk membantu Aceh dalam bidang-bidang tertentu, sebagai  Sipai (tentara), sebagai Insinyur (ahli bangunan dan pertanian, sebagai ulama, dan sebagai ekonom untuk membangkitkan ekonomi Aceh. Wallahu a’lam.

Ameer Hamzah, sastrawan Aceh, penceramah, pendiri media Gema Bairurrahman

Makalah ini disampaikan dalam Diskusi Terfokus Mengembalikan Penyair Istana di Aceh Community Center (ACC) Sultan II Selim, Banda Aceh, 25 Mei 2013. Acara tersebut dilaksanakan oleh Lembaga Swadaya Masyarakat (LSM) Pusat Kebudayaan Aceh dan Turki (PuKAT) kerjasama dengan Aceh Community Center (ACC) Sultan II Selim.


http://www.peradabandunia.com/2013/05/ali-hasjmy-khalifah-penyair-pujangga.html

21 Mayıs 2013 Salı

Endonezya: Reform’dan Gayriahlâkîliğe? / Indonesia: From Reform to Unethics


Mehmet Özay                                                                                                                          16 Mayıs 2013     
“Indonesia has been experiencing reform process since after the fall of Suharto in May 1998. Hence, the discussions about how the process has been successful or to what extent it has realized the targets. In current days, the 15th year of the reform era is again on the agenda of civil organizations, statesmen, intellectuals to highlight the near future of the country. Despite of some people are optimistic, it cannot be asserted that the majority are happy of the efforts of the politicians. For example, Prof. Budiono Kusumohamidjojo expresses that the Indonesian society as a whole is becoming an unethical society.” 

Endonezya'da reform süreci 15. yılına girerken, bir zamanların tek parti iktidarından çok partili demokrasiye geçişin ülkede ne gibi değişimlere yol açtığının hesabı yapılıyor. Öte yandan, gündeme getirilip de bir türlü hayata geçirilemeyen politikalar da az yer tutmuyor eleştiriler içerisinde. Bundan dolayı, belki de bu sürecin en önemli kavramının, özellikle de geniş halk kesimleri için 'umut' olageldiğini söylersek abartmış olmayız.
Bu süreçte hiç değişmeyen bir şey varsa, o da Cava kökenli politikacıların siyasi hayatın kurumsal egemenliğindeki karşı konulamaz yerleri. Büyük ölçüde, gene bu Ada merkezli siyasal elitin içinden çıkıp serpildiği bir takım seçkin ailelerden müteşekkil oligarşik yapı, siyasal ve toplumsal hayatın neredeyse her yanını kuşatan hiyerarşik bir özellik sergiliyor. Doğusundan batısına 33 eyalette, ki pek çoğunda farklı etnik unsurlar başattır- bahşedilen yönetim hakkına rağmen, merkezden atanan ve siyasal elitin uzantısı rolünü gerçekleştiren bürokratik yapıda da pek fazla bir şey değişmiyor.
Bu siyasi yapılanmaya bakıp da, reform gibi insanda heyecan uyandıran bir kavramın ülkede arzu edilen değişimlere pek de kapı aralamadığını söyleyebiliriz. Burada reformdan kasıt siyasi, kültürel, ekonomik, eğitim ve dini yaşam standardının belirlenmesi bağlamında algılamak gerekir. Yoksa, ülke yönetiminde söz sahibi olan ve son iki dönemdir Başkanlık koltuğunda oturan Susilo Bambang Yudhoyono'nun liderliğinde sergilenen ekonomik kalkınmışlık ölçüt olmamalı Kaldı ki, bu ekonomik 'başarıdan' geniş yoksul kitlelerin ne şekilde yararlanabildikleri de ayrı bir konu. Suhartolu yıllarda benzer, hatta ve hatta çok daha 'görkemli' kalkınma hamlelerine, özellikle de Cava temelli olarak, sahne olmadı mı bu ülke? Beklentiler ekonomik kalkınmışlık odaklı olması halinde o zaman niçin geniş kitleler bundan 15 yıl önce düzenlenen dev gösterilerle Suharto'yu alaşağı etti diye sormalıyız.
Ülkede reformun 15. yılına girildiği şu günlerde, yukarıda atıfta bulunduğumuz ekonomik kalkınmışlığın, gene bahsi geçen siyasi elitin yeni nesil temsilcilerince nasıl 'haksız' paylaşım nesnesi haline getirildiğine tanık olunuyor. Öyle ki, reform kavramıyla hiç de örtüşmeyecek yolsuzluk vak'aları siyasi partiler ve kurumlar bağlamında ayrım gözetmeksizin gündemde yer almaya devam ediyor. Eyaletlerdeki alt yapı inşaatlarından, yurt dışından ithal hayvan alımına ve Kur'an basımı ve dağıtımına kadar değişik alanlarda sergilenen yasadışılıkların pek de ders çıkartılacak cinsten olmadığı anlaşılıyor. Bir yanda reformla eş değer görülen bir siyasi partinin tam da merkezine yerleşmiş genç, eğitimli profesyoneller elinde gerçekleştirilen kamu parası üzerinde kurulan tasallut, öte yanda içinde dini kurumlarda çalışan bürokratların da yer aldığı ve politikacılardan geri kalmayan 'gözü açıklık' gün geçmiyor ki ulusal medyada konu olmasın. Seçimlere bir yıldan az bir süre kala gözler yeniden adaylara çevrilirken, DPR için bir adayın seçim masraflarının altı milyar Rupiah yani altı yüz bin Dolar'ı bulduğu hesaba katıldığında politikacıların bulaştığı yolsuzluklara şaşırmamak gerekiyor.
Öyle ki, yolsuzluk olgusunun salt maddi/parasal boyutuyla değerlendirilmesi bile ülkede olup biteni anlamayı engelleyecek bir işlev yüklenmesiyle dikkat çekiyor. Yolsuzluğun maddi olmayan veçhelerinde yani, şeffaf ve adilane olmayan yönetimden, çalışma disiplini ve ahlâkından yoksunluk vb. hiç kuşku yok ki ilk sırayı almalı. Ülkenin resmi ideolojisinin dini alandaki sembolik temsilcisi İstiklal Camii'nde bir Cuma hutbesinde hocaefendi tam da bu noktaya parmak basıyordu. 'Sistem'e işaret ediyordu hocaefendi sorunun kökeni olarak... "Sistem, işte bizde olmayan bu" haykırışı İstiklal'in dev kubbesinde yankılanıyordu. Buna bir de örnek veriyordu haklı olarak Pancasila'dan, yani Beş İlke'den. İlk maddesi 'Tanrı'ya iman'... –Tabii bunun hangi 'Tanrı' olduğu meçhul. "Pancasila materyalizm değildir. İşte kanıtı ilk maddesi... Ancak materyalist dünyanın temsilcisi ülkeler sisteme sahip, bizde ise sistem yok." Sistem, toplumu çekip çeviren kurallar bütünü olmakla birlikte, Endonezya'nın geçen süreçte bir türlü üzerine gidip halledemediği şey kuralsızlıklar dizisidir aslında. Var olan yasaların uygulanamamasından doğan sıkıntılar, yeni ortaya çıkan sorunlara zamanında karşılık verecek yasal düzenlemelerin yapılamamasıyla iki kat artıyor. Aslında İstiklal'deki hocaefendi kime sesleniyordu bakmak lazım. Başkentteki kamu binalarının yanı başındaki bu camiyi dolduran  cemaitin kahir ekseriyeti kamu çalışanları değil midir? Üstüne üstlük ülkedeki yolsuzluk söylentilerinde adı geçenlerin bir bölümü, 'din' isminin yer aldığı kamu kurumları mensupları değil midir?
Bu sistemsizlikten kaynaklanan düzensizlik ve yolsuzluğu fark eden kişiler, gruplar yok mu? Elbette var. Örneğin, ülkenin değişik bölgelerinden çeşitli vesilelerle zaman zaman biraraya geldiğimiz üniversiteli gençlerin kayda değer bir bölümünün şimdi ve geleceğe dair karamsarlıklarının temelinde topluma sözde liderlik eden kişilerin vasıfsızlıkları bulunuyor. Bizim bu gözlemimiz, Endonezya Uluslararası Şeffaflık kurumunca yapılan araştırmada da ortaya konmuş. Şaşılacak bir durum yok! Öte yandan, bu umutsuzluk içerisinde debelenmek yerine, 'bir umut olur muyum' kaygısıyla yaşadığı küçük topluma dönerek birşeyler yapma arzusunu paylaşanlar da yok değil. Bu çerçevede, söz konusu öğrenci kitlesi, içinden çıktıkları toplum kesiminde eğitimsizlikten ve yoksulluktan epeyce pay almış kitlelere ulaşmada, en azından bu kitlenin çocuklarına 'el uzatmada' rol üstleniyorlar. Ayrıca, öğretim süreçlerinde ya kampüste, kampüs çevresinde veya memleketlerinde birtakım sosyal organizasyonlarda yer almakla kalmayıp bu inisiyatiflerini bölge ve ulusal düzeye taşıma arzusunda oldukları da vaki.
Tüm bu sorunlar üzerinde kafa yorarken, insanın aklına birden bir ümit yoksa bir handikap olarak mı değerlendirilmesi gerektiğine karar veremediğimiz şekilde bu ülkede, dünyada en çok sayıda Müslümanı barındırdığı; on milyonlarca üyesi olan Alimler Birliği (Nahdat'ul Ulama) ve Muhammediyye gibi dev İslami/toplumsal hareketlerin olduğu geliyor. Halkı Müslüman olan kimi ülkelerde olduğu gibi bu dini/toplumsal hareketler merkezin dışında kalmış, muhalefeti teşkil eden yapılar da değiller. Aksine, her biri siyasetten eğitime, ticaretten dine, ekonomiden güvenliğe neredeyse toplumsal yapı unsurlarının her birinde rol üstlenen ciddi kurumsal boyutlara haiz. Bu hareketlere mensup tek tek bireyler, hayatlarını 'cihad' eksenine taşıyıp yanı başlarındaki sadece iki kişiyi 'yola getirdiklerini' varsaysak ülke temize çıkacak gibi gözüküyor. Ancak böyle olmuyor... Hesaba kitaba gelmeyen bir gerçek var ki, o da 'cehdin' içerden başlanmasının gerekliliği. Yani, bu iki dini/toplumsal yapı üyelerinin kendilerini düzelttikleri taktirde topluma hakkıyla öncülük edebileceklerini kanıtlamaları gerekiyor.
Bu minvalde eksik olan ne diye sormak gerekmez mi? Eksik olan şey, 'adalet'i hakim kılma noktasındaki yoksunluk. Kendinde olanı toplumsal olana evirmede yaşanan adaletsizlik; kendi dini/siyasi cemaatinde olanı diğeriyle paylaşmamaya dönük 'adaletsizlik' ülkeyi baştan başa saran bir heyüla mesabesinde adeta. Hukuk Profesörü Budiono Kusumohamidjojo'nun ifadesiyle 'Endonezya toplumu!' gayri ahlâkilik tehlikesiyle karşı karşıya. Yukarıda zikrettiğim genç eğitimli kesimin 'şimdilik' sahip olduğu duyarlılığının da ne denli uzun metrajlı bir mücadele endekslenebileceğini kestirmek güç. Çünkü topluma model olarak sunulanları takip etmek onlara meydan okumaktan çok daha kolay. Hatta ve hatta, yolsuzluklara bulaşıp da ekranlarda toplumun karşısına çıkıp, edep olgusunun tarihin bir yerlerinde kaybedildiğini ansıtacak şekilde ve hiçbir şey olmamışcasına 'sırıtarak' meydan okuyan şarlatanlar bu beden dilleriyle aslında geniş yoksun kitlelere meydan okuyorlar. Öyle gözüküyor ki, Endonezya için reform hareketi değil de, herhalde öncelikle 'edep' hareketinin güncellenmesi gerekiyor.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Papua Ya Da Elli Yıllık Mücadele / Papua Of Fifty Year-Struggle

Mehmet Özay                                                                                                                  20 Mayıs 2013  

After the New York Treaty in 1963, Papua was regarded as one of the provinces of Indonesia. And almost since the never ending discussion on how to ‘Indonesianization” of Papuanists have been continuously repeated. Throughout this process, it is not wrong to remark that the Papuanists have been looking for the attainment to be recognized to be as equal community like the others in other parts of the country. Hence, the region seems to remain intact to 5K such as health, poverty, illiteracy, violence and unfairness, as mentioned in Indonesian language. Some quarter draws affinity between Papua and Aceh and some argues there must be same peace process experienced in signing MoU Helsinki on 15th August, 205 between GAM and Central Government of Indonesia.


Endonezya Cumhuriyeti’nin 33 Eyaleti’nden biri olan Papua aradan geçen elli yıla rağmen sorunlarıyla boğuşmaya devam ediyor. Modern Papua’nın bölge ve dünya siyasetindeki yeri, bundan elli yıl önce Endonezya topraklarına bağlanmasıyla gündeme geldi. O gün bugündür Papualıların  bu koca devletin merkez güçleriyle ilişkisi hep sorunlu olageldi.

II. Dünya Savaşı’nın ardından bir süre Hollanda’ya bağlı kalan, 1963 yılında Birleşmiş Milletler’in dokuz ay gibi kısa süreliğine yönetimi üstlendiği ve ardından New York Anlaşması’yla Endonezya’ya devredilen Papua’nın bu koca devlet içerisinde ne gibi bir rol üstlendiği belirginlik kazanmış değil. Bir yanda sözde referandumla 1963’de Endonezya’ya bağlılığı teyid edilen, ardından Suharto sonrası reform döneminin hareketli geçen ilk yıllarında otonom bölge statüsü verilen Papua’da şiddet bitmek bilmiyor. Endonezya’ya devredilişinin ellinci yılına girildiği bu günlerde Papua halkı -en azından bir bölümü- merkezi yönetimle rahatsızlığını bir kez daha gündeme getirme fırsatı bulurken, Merkez’de sivil toplum kuruluşları ve bir kısım siyasiler de Papualıların niçin ‘Endonezyalılaşamadıklarını’ masaya yatırıyor.

Hollanda sömürge yönetiminden modern Endonezya yönetimine devredilen bu toprakların halkları, siyasi geleceklerini belirleyen bu değişimin kendilerinden bağımsız yapılmasından rahatsızlıklarını her fırsatta dile getirdiler. Ve bölgede yaşanan toplumsal rahatsızlığın, polis ve ordu birliklerinin siviller üzerinde kurduğu baskının devam edişi de zaten bu tarihsel referansın bugünkü izleri mesabesinde. 1963 yılındaki ‘yuşumak transferin’ ardından, Papualıların bağımsızlık talepleri 1964 yılında Papua Özgürlük Hareketi’nin faaliyetlerine neden oldu. Ancak bu hareketin varlığının yerel düzeyde kaldığı, gerek yetişmiş insan kapasitesi gerekse maddi özellikleri noktasında Endonezya ordusuna meydan okuyacak bir nitelik arz etmediği gibi, uluslararası camiadan da bu anlamda kayda değer bir destek bulduğunu söylemek zor. Nedeni son derece açık... Bu siyasi itiş kakış arasında, nihayetinde tabiir caizse Endonezya’nın kucağına atılan Papua, New York Anlaşması’na ‘uygun’ bir şekilde yapılan referandumda halkın kahir ekseriyetinin Endonezya’ya siyasi bağlılığı seçtiği yönünde bir sonucun çık/artıl/masıyla bugüne kadar uzanacak problemlerle yüzleşmek zorunda kaldı.

Bu vecheden bakıldığında, Hint Okyanusu ile Pasifik Okyanusu arasında uzanan toprak parçasında meskun olan bu halk dün olduğu gibi bugün de adaleti arıyor. Aradan geçen elli yıla ve bu rağmen, Papualılarla merkez siyasi elit ve de geniş Endonezya toplumu arasında bir toplumsal sözleşmenin varlığından söz edilemiyor maalesef. Ve bunun ifadesi olarak da, adına ‘beş kötülük’ yani, Endonezyaca ifade edilen kelimelerden hareketle 5K olarak bilinen ve neredeyse darbımesel olmuş ‘yoksulluk, cehalet, adaletsizlik, sağlık problemleri ve şiddet’ olgularının Papualılarla ve Papuayla birlikte anılması bir kanıt olarak ortaya konuluyor.

Merkez yönetimin kendilerine yönelik politikalarından rahatsızlıklarını her fırsatta dile getiren Papualılar, zamanında Hollanda sömürgesine karşı kendilerinin de mücadele ettiklerini, şayet bu topraklarda emperyalistlere karşı bir mücadeleden söz edilecekse bunda kendilerinin şu veya bu şekilde payları olduklarını dile getiriyorlar. Bu nedenledir ki, dün sömürgeden ‘özgürleşme’ adına verilen mücadeleden ötürü bu topraklar üzerinde yaşayan diğer halklarla ‘birlik’ içinde kabul edilirken, bugün merkez denilen birtakım güçlerin egemenliğindeki rejim karşısında, adına ‘entegrasyon’ denilen olgunun kurbanı olmaya devam ediyorlar. Bunun pratikteki yansıması, merkezden gönderilen yöneticilerin kaygısının farklı etnik unsura mensup halka hizmet olup olmadığında ortaya çıkıyor. Bir başka şekilde söylenirse, bu yönetici elitin, merkezde yapılandırılan politikaların etnik toplulukları şekillendirmesinde sadece aracı rolü oynamaktan başka bir işlevleri olmadığı gözlemleniyor.

Papua sorununa dair kaleme alınan metinlerde, gerek sömürge döneminde Papualılar ile Hollandalılar gerekse modern dönemde Endonezya merkezi yönetiminin Papua halkı üzerindeki siyasi ve askeri ‘tasarrufları’ bağlamında Açe’nin tecrübeleriyle benzerlikleriyle gündeme getiriliyor. Özellikle on yılı aşkın süre zarfında, Papua sorununa çözüm bulma konusundaki girişimler bu siyasi sorunu Açe sorunuyla özdeşleştirme eğilimi gösteriyor. Bu çerçevede, 2000 yılında dönemin devlet başkanı Abdurrahman Vahid (Gusdur)’in bölgenin adının Papua olarak değiştirilmesi ve yerli halkın kendi bayraklarını kullanabilmesine sıcak baktığını kamuoyuyla paylaştığında, ulusal mecliste ilgili çevreler Vahid’in Açe ve Irian Jaya gibi ulusal bütünlüğü tehdit eden eyaletlerdeki gelişmeleri ‘anlamadığı’ yönünde demeçlerle karşılık veriyorlardı. 15 Ağustos 2005 Helsinki Barış Anlaşması’nın Açe’ye kazandırdıklarına atıfta bulunularak Papua’da da benzer bir sürecin başlatılabileceğine gönderme yapılıyordu -ki bu görüş hâlâ gündemde. Bu minvaldeki görüşler sadece akademisyen, insan hakları savunucuları vb. tarafından değil, ülkenin resmi araştırma kurumu LIPI’nın 2003’de başlattığı ve üç yıl süren araştırma sonuçlarında; Helsinki Barış Anlaşması’nın imzalanmasınan sadece bir gün sonra devlet başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun Papua sorununa dair verdiği demeçte; Birleşmiş Milletler’ce Papua sorununu çözmeye matuf kurulan komisyonda Açe’nin önde gelen insan hakları savunucusu ve sivil aktivistlerinden birinin yer almasında ortaya çıkıyor.

Papualıların ‘Endonezyalılaşamadıklarına’ dair söylemin bir tarafında geçmişte yaşanan bazı tecrübelerin de rolü yok denemez. Örneğin, Hollanda sömürgeciliği döneminde Malay dünyasından çok Pasifik Okyanusu’nda uzanan yerli dünyası içinde değerlendiriliyordu. Bu çerçevede, kendilerini Malay-Endonezya topraklarında neşet eden kültürlere mesafeli bulan, hatta yabancı gören ve bu nedenle  bir türlü Malay/Endonezya aidiyetini geliştirememelerinin de modern dönemde yaşanan sıkıntılar içerisinde bir faktör olarak değerlendirilebilir. Öte yandan, Sukarno döneminde (1963) ülkenin sınır boyları diyebileceğimiz uzak adalarda kontrolün ancak ordunun müdahalesiyle sağlanması yoluna gidilmesi ve Suharto iktidarının son yıllarında ‘haklar’ talep eden etnik unsurlar üzerinde uyguladığı militarizasyon politikası merkez güçlerin Papua üzerinde gerçekleştirdiği uygulamalarda bir ‘devamlılık’ olduğunu ortaya koyuyor.

Son elli yılda Papua’lıların karşı karşıya kaldıkları sorunları sembolik olarak ortaya koyacak birşey varsa, o da bu toprakların ismi üzerinde yapılan değişikliklerdir. Sömürge döneminde Batı Yeni Gine veya Hollanda Yeni Ginesi adıyla anılan bu toprakların Endonezya’ya devriyle, önce Batı Irian Eyaleti adını; Suharto döneminde Irian Jaya adını aldı. Bunun ardından yani, 1999’da Papua olarak değiştirildi. 2003’deki Başkanlık Yönergesiyle Papua üç yönetim birimine ayrılarak Orta Irian Jaya, Batı Irian Jaya ve Irian Jaya eyaletlerine ayrıldı. Bu üç eyalet gerçekte Papua ve Batı Irian Jaya -ki, daha sonra yeniden Batı Papua’ya dönüştürülmüş- olarak iki eyalet şeklinde idari sisteme ayrılmıştır.

Papualıların kendi kendilerini yönetme hakkını taleplerinde önlerine çıkan problemlerden bir diğeri de bu topraklarda hayat süren etnik unsurların çokluğunda aranabilir. Tam rakamlar kesin olarak bilinmemekle birlikte iki yüz ila üç yüzü aşkın olduğu tahmin edilen etnik grup bulunuyor. Bu kadar çok sayıda etnik unsuru barındırması bu topraklarda siyasi hakimiyet mücadelesinin de karmaşıklaşmasında başat bir rol oynuyor hiç kuşku yok ki. Bu kadar çok aktörlü bir yapıda kimin, hangi grubun liderlik yapacağı, merkez güçlerle hangi siyasi çözümler noktasında masaya oturacağı gibi sorular gündemde yer alıyor. Bu etnik çeşitlilik bir yandan merkez gücün yani, Cakarta yönetiminin bölge üzerinde arzu ettiği politikaları tasarrufunda işini kolaylaştıran bir faktör özelliği taşırken, Papua mücadelesinde de güçlü bir siyasi birlikteliğin önünü almaktadır. Kimi gözlemcilerin ifade ettiği üzere Papua toplumundaki bu parçalanmışlık karşısında, merkez idare verdiği sözleri yerine getirmeme alternatifini kullanarak, her karşı çıkışta sorunu güvenlik ekseninde algılayıp askeri yollarla çözmek istiyor. Bu nedenledir ki, Papua’da şiddet gündelik hayatın bir gerçeği kabul ediliyor. 

Ne sebeple olursa olsun şiddetin süreklilik arz etmesi, bölgede yaşayan topluluklar nezdinde -zaten başından beri ne kadar kurulduğu da şüpheli olan- merkeze güveni zedelemeye matuf olmakta ve birlik içinde yürütülen bir mücadeleye sahne olmasa da hoşnutsuz kitlelerin ‘idareye’ kafa tutmasına yol açmaktadır. Tabii burada tüm -şayet varsa- suçu yerli unsurlara yüklemek gibi bir yaklaşımdan ziyade, özellikle sömürgecilik döneminde belirgin bir şekilde icra edildiği üzere dışarlıklı faktörlerin yerli halklar arasında böl/yönet politikalarının değişik versiyonlarının modern dönemde de gerek ulusal güçler gerekse uluslararası odaklar tarafından gündemde tutulduğunu unutmamak gerekir. 


16 Mayıs 2013 Perşembe

Genç Malayların Türkiye Algısı / How the Young Malays Perceive Turks?


Mehmet Özay                                                                                                                13 Mayıs 2013


It is interesting to observe how the young Malays perceive Turkey nowadays. The young Malays from variety regions of Malay world express something related to the Ottomans, when asked about Turks. Though this is not much satisfactory, it may be regarded as a sing of awareness of Turk aligned with Islamic history. At the same time it is fact that they do not have a comprehensive understanding of Turks. Of course, it is not their mistake, instead it proves the weakness of interactions of Turks with the Malay world in contemporary era.

Son zamanlarda Malezya, Endonezya, Singapur, Tayland vb. ülkelerin siyasi ve toplumsal değişimleri üzerine yazarken, bu coğrafyanın genç, entellektüel kesiminde nasıl bir Türkiye algısı olduğu üzerinde durmanın da ilginç veriler sağlayacağını düşünüyorum. Bu bağlamda, Türk olgusunun günümüz Malay dünyasında nasıl algılandığı ve bu algının doğruluk payı, eksiklikleri ve geleceğe matuf yapılanması üzerinde duracağım. Bu ilişkininin bugünkü yönelimini anlamlandırabilmek hiç kuşku yok ki, yakın ve uzak geçmişte neler olduğunu hatırlamak ve hatırlatmakla mümkün. Bu çerçevede son on yıldır Türkiye’de yaşanan iç siyasi ve toplumsal değişimlerin bölgede nasıl yankı bulduğu ve bu yankının ne şekilde yönlendirilebileceği ve sağlam temeller üzerine oturtulabileceği üzerinde kafa yorabilir ve bazı önerileri sunabiliriz.

Türkiye’nin Malay dünyasıyla etkileşiminin yüzyıllar öncesine dayandığı bilinir. Bu ilişkinin gerçeklik payı konusunda kuşkumuz olmamakla birlikte, gündeme getirilen hususların daha çok mitolojik bir yönelim sergilediğini zaman zaman dile getirmeye çalışıyoruz. Bunun temel nedeni, bölgeye dair kapsamlı akamedik ve entellektüel çalışmaların yok denecek kadar azlığından kaynaklanıyor. Kaldı ki, Türkiye’nin bu coğrafyayla etkileşimi tarihin uzak bir köşesinde de kalmış değil. Örneğin, sömürgecilik evresinin son yüzyılında ortaya konulmaya çalışılan diriliş hareketlerini yönlendirme konusunda Osmanlı Devleti’nin bir misyon izlediği malum. Bunun tek taraflı bir ilişki olmadığı, yani Osmanlı’nın/Türk’ün Güneydoğu Asya Müslümanları üzerinde, bir anlamda dışardan zorlayıcı bir ilişkiyi gütmediği görülür. Belki de bu ilişkinin önemli bir bölümünü bölge elitlerinin, din alimlerinin Avrupa ve Arabistan’da öğrenimleri vesilesiyle Türk/Osmanlı unsurlarıyla girdikleri veya içinde bulundukları yabancı topraklarda Türklere dair anlatılar, çalışmalar bağlamında Türkleri anlama konusunda bir takım önemli girişimleri olduğu da unutulmamalı.

Bu sürecin bir ayağında 2. Abdülhamit’in pan-islamizm politikası dikkat çekerken, bir sonraki dönemin en önemli aktörü Genç Türkler, 1. Dünya Savaşı, akabinde Kurtuluş Savaşı ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu figürü Mustafa Kemal Atatürk’ün ortaya koyduğu reform uygulamalarının bu coğrafyada bir karşılığı olmuştur. Örneğin, 2. Abdülhamit bölgedeki çeşitli Müslüman unsurların yardım taleplerine bir yandan Singapur ve Batavya’ya konsolos atayarak, öğrenim amacıyla sayısı az da olsa İstanbul’a öğrenci getirilmesinde inisiyatifiyle göstermiştir. Bölge Müslümanlarının siyasal bilinçlenmelerine parallel olarak, 1. Dünya Savaşı sırasında İngiliz mandasi altındaki Malay Yarımadası’nda Osmanlı’nın içinde bulunduğu savaş ortamında Müslüman Malayların hangi blokta yer alacağına dair tartışmalar yapılmıştır. O dönemde henüz adı konmamış neredeyse bir kıta büyüklüğündeki Endonezya Takımadaları’nda 1908’de Budi Utomo ile başlayan milliyetçilik hareketleri Sukarno’nun 1928’de kurduğu Endonezya Milliyetçi Partisi ile modern siyasi hareketlerin önemli kurucu ögesi olarak ortaya çıkmıştı. Sukarno’nun karizmatik kişiliği, eğitimi, içinde doğduğu toprakların özellikleri ile Hollanda Sömürgesi karşısında başlattığı özgürlük hareketinde ilhamının yeni Türkiye Cumhuriyeti olduğu görülür. 

Bu görece erken dönem Endonezya milliyetçiliğinde Türk bağlantısı sadece Kemal Atatürk’le sınırlı kalmamış, örneğin Ziya Gökalp’in ve Halide Edip’in söylemleri buralara kadar nüfuz etmiştir. Bunun nihai göstergesi, sıra modern Endonezya Cumhuriyeti’nin esaslarının belirlenmesine geldiğinde Mustafa Kemal’in Altı-Ok’una tekabül eden Beş-Kural (Pancasila)’dır. Tabii siyasal modernleşme sürecinde bahsi geçen bu ‘pozitif’ etkinin öte yanında halifelik kurumunun kaldırılmasından ötürü özellikle bölgedeki İslamcı oluşumlar içerisinde Türkiye’deki o dönem siyasi elite ve yönelimlere dair algıda ‘negatif’ kuvvenin varlığı göz ardı edilmemelidir. Gene bu dönemde, örneğin, Malaya Yarımadası’nda bugün ‘geri kalmış’ bir bölge olarak lanse edilen Kelantan Eyaleti’nde Türk Medeniyeti (Turki dan Tamaddunnya), Mustafa Kemal özelinde Türk modernleşmesi (Tarikh Perjalanan Mustafa Kemal Ataturk), ‘Pahlawan Perkasehan dan Peperangan Turki dan Mustapha Kemal Ataturk’ vb. çalışmalar yayınlanmıştır.

1930’lu yıllardan itibaren köklü siyasi, sosyo-ekonomik değişimler Malay toplumları üzerinde yıptarıcı etkileri kadar ümitvar gelişmelere de kapı aralayacak boyutlardadır. Süreç Malay topraklarına bağımsızlığı getirse de sömürgecilik/ emperyalizm ikilisinin devamı olarak neşet eden ve bölge ülkelerinin yukarıdan aşağıya tasarımı anlamına gelen modernleşme süreçlerinde bir kez daha Batılı unsurların yönlendiriciliği ile karşı karşıya kalmışlardır. Çok enteresandır ki, Türkiye’nin 1955 Bandung Konferansı’na katılımı kimi çevrelerce yeni bir girişim olarak değerlendirilirken, aslında sonun başlangıcı diyebileceğimiz bir süreç olarak tarihe geçmiştir. Öyle ki, bu toplantıda Türkiye, ABD’nin uydu vazifesi gören ve ABD politikalarını bölgede güncelleyen bir unsur olarak telâkki edilmiş ve zaten bu toplantıdan arzu edilen sonuç da hasıl olmamıştır. Arada bazı girişimler olsa da Türk algısının Malay dünyasındaki yani modern Malezya ve Endonezya’daki varlığı giderek unutulmaya yüz tutmuştur. Bu süreçte Türkiye kendi iç sorunlarına kilitlenirken, Malay toplumuna ev sahipliği yapan bu iki ülke de agresif bir yönelim sergileyen ekonomik ve siyasal modernleşme süreçlerinde Batı eksenli açılımlara kapı aralayan ve bu anlamda sömürgecilik döneminin bir uzantısı kabul edilebilecek etkileşimlere konu olmuşlardır.

Bu durum, neredeyse güncellenmeyen ve yok olmaya yüz tutmuş veya düşük yoğunluklu seyreden etkileşimin bir göstergesi bölge Müslümanlarında arasında Türklerin Araplarla aynı ırk ve kökenden geldiği, aynı dili ve kültürü paylaştığı yönündeki algıda yattığına tanık olunur. Elbette ki, Türk unsuruna yönelik bu algının temellerinde Türklerin İslamla olan bağı, yüzyıllar boyunca Arap topraklarında sergilediği hamilik rolünün etkisi tartışılamaz. Bununla birlikte, Türklerin bizatihi dili, kültürü, sosyal yapısı vb. ile kendi başına has bir millet olduğunun izahının bu topraklarda gündeme getirilememiş olması gibi bir eksikliği de içinde barındırmıyor değil. Bu noktada, Malay halkların zihninde yer etmiş Türk-Arap ilişkisinde bir eksiklik arayacak değiliz. Ancak dikkat çekilmesi gereken husus, Türk unsurunun Malay topraklarındaki kayda değer bir teveccühe karşılık gelecek sistematik bir etkileşimi bir türlü gündeme getirememiş olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bugün bile Banda Açe’den Bogor’a, Patani’den Kalimantan Adası’nın kuzeyindeki Pontianak’a, Kuala Lumpur’dan Bengkulu’ya, Surabaya’dan Makassar’a kadar geniş coğrafyadan görüşme fırsatı bulduğum öğrencilerin Türk/Türkiye denilince birkaç olağanüstü icraat nedeniyle Osmanlı’ya atıf, öte yandan modern döneme  ve özellikle de son döneme dair Türkiye algısında ise birkaç siyasi figürün anılışından başka bir açılım ve donanıma sahip olmadıklarına şahit oldum. 

Bunun Malay dünyasındaki eğitim vb. sorunlarının ötesinde dikkatle üzerinde durulması gereken, Türkiye’nin bölge ile entellektüel düzeyde bir ilişki kurmadaki kısırlığıdır. Türkiye’ye dair bu sığ yaklaşımı değiştirecek girişimlerin özellikle üniversite ve araştırma merkezlerinin bölgedeki benzer kurum ve kuruluşlarla girecekleri etkileşimlere ihtiyaç var. Bu çerçevede, her ne kadar ülkelere arasındaki ikili anlaşmalara binaen veya çeşitli kurumların yerli benzer organizasyonlarla işbirliğinden neşet eden bir yapılanma var ise de, devlet organı olarak birkaç yıldır faaliyet gösteren Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’na havale edilen yükseköğretimle ilgili çalışmaların hassaten Türkiye ve Malay dünyası ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasında önemli bir potansiyel değere haiz olduğunu vurgu yapmak istiyorum. Başkanlığın girişimlerinin orta ve uzun vadede karşılık bulması için alt yapı hizmetleri kadar, Türkiye’de öğrenim görme imkânı bulan Malay gençlerin ilgili üniversitelerde sahalarında uzman öğretim görevlilerinin yakın ilgi ve alâkasına mazhar olmaları sürecin elbetteki en önemli aşamasını oluşturuyor. Türkiye’deki yüksek öğretim kurumlarında öğrenim görecek Malay gençlerin Türkiye’nin son on yılındaki açılımlarından pay kapmaları kadar, Türk akademi ve entellektüel dünyasının da Malay dünyasına dair bilgi ve tecrübelerini bu ‘ara kadro’ ile gidermesi oldukça pragmatik faydalar sağlayacaktır. Bir yandan Başkanlığın özveriyle çalışan kadroları, öte yandan öğretim hakkı kazanan Malay gençlerin varlığının en kısa sürede yukarıda zikderilen ve donmuş bir nitelik arz eden tarihi ilişkilerin yeniden aktive hale getirilmesine önemli katkısı olacağını ümit ediyorum.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=259565

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Malezya Nereye Gidiyor?


Mehmet Özay                                                                                                                   9 Mayıs 2013

Malezya’da yüzyılın seçiminin tamamlanmasının ardından heyecan dinmek bilmiyor. Yeni hükümeti kurma çalışmalarının ilk adımı olarak Ulusal Cephe Koalisyonu lideri Necib bin Razak’ın, Sultan’dan Başbakanlık onayını alması birkaç aydır üst düzeyde seyreden siyasi heyecanın dozunun azalacağı anlamına gelmiyor. Seçimin hemen ardından Başbakan Necib’in Ulusal Cephe ittifakının oy kaybında sorumluluğu Çinli seçmene yüklerken, seçim süresince ülkede ‘kutuplaşmanın’ had safhada olduğuna vurgu yapıyor ve kısa sürede bu kutuplaşmayı sona erdirecek icraatlara başlayacağı sinyali veriyordu.

Her ne kadar iktidar odakları seçimde ‘kazanılamayan oyların’ sorumluluğunu Çinli seçmene yüklese de, ortada başka faktörlerin göz ardı edildiğini söyleyebiliriz. Örneğin, UMNO çevrelerinde Başbakan Necib’in ‘içerden reform’ sürecine dahi tepki gösteren siyasi oluşumun varlığından neşet eden ve bu nedenle Müslüman Malay seçmeni muhalefete yaklaştıran yapının varlığı yadsınamaz. Bu çerçevede, ülkenin Batı eyaletlerinde dikkat çeken orta sınıf Malayların yanı sıra, ortada PAS’ın on yıllarca geleneksel Müslüman Malay seçmene hitap ettiği göz ardı edilemez.

Öte yandan, muhalefetin daha seçimler öncesinde özellikle uluslararası medyaya verilen demeçlerde gündeme getirdiği ‘seçimlere hile karıştırılacağı’ söyleminin bir şekilde karşılık bulduğu görülüyor. Yani, ‘hile’ ihtimalinin gerçekleştirildiği yönündeki ciddi iddialar Pazar akşamından bu yana ülkede yankı bulmaya devam ediyor. Söz konusu bu yaklaşım sadece söylem olarak da kalmadı. Öyle ki, Çarşamba akşamı muhalefetin organize ettiği kitle gösterisi ile bir başka sürecin başlangıcına işaret ediyor. Muhalefet lideri Enver İbrahim seçimlerde iktidarın nüfuzunu kullanmak suretiyle sayısı otuza varan milletvekilinin adil olmayan yollardan seçildiğini ilân ediyordu. Geçen yıllarda toplumsal desteğini organize ettiği kitle gösterileri ile duyuran muhalefet bu sefer seçim sonuçlarına itiraz ederek muhalefetin duruşunu gene kitle gösterileriyle devam ettirme niyetinde.

Bu anlamda muhalefet ve iktidar çevrelerinin farklı argümanlarla da olsa önümüzdeki süreçte önemli değişimlere yön verebileceklerini söyleyebiliriz. Öyle ki, Enver İbrahim’in muhalefetin ülkeyi baştan başa dolaşıp seçimde yapılan haksızlıkları halkla paylaşacaklarını ifade ediyordu. Öte yandan, iktidar çevrelerinde elde edilen seçim başarısına rağmen, parlamentoda üçte iki çoğunluk, genel oylarında azalma ve önemli eyaletlerin kazanılamamış olması nedeniyle Necib bin Razak’ın liderliğinin  sorgulanması gündemde. Bu sorgulamanın elbette Necib’in lideri olduğu koalisyonun unsurlarının ne tür den bir siyasi güce sahip olduklarıyla da ilintili. Yeniden hükümeti oluşturucak siyasal koalisyonda MCA ve MIC’nin verdiği kayıplar neticesinde ağırlık merkezinin UMNO’ya kaymış olması da mevcut koalisyon yapısının siyasi meşruiyetine darbe vurduğuna kuşku yok. Bu anlamda ne MCA ne de MIC’nin kendi etnik unsurları üzerinde bütünleştirici işlevden uzaklaştıkları sonucu dikkat çekiyor.

Bu sorgulamanın en başat unsuru hiç kuşku yok ki, Dr. Mahathir Muhammed’in seçimlerden kısa bir süre önce verdiği mülâkata dayanıyor. Söz konusu mülâkatta Dr. Mahathir özellikle de Ulusal Cephe’nin parlamentoda 140 milletvekilinin altında bir sayı elde etmesi veya üçte iki çoğunluğun elde edilememesi halinde liderliğin el değiştirmesi gerektiğine vurgu yapıyordu. Seçim sonrasında da Ulusal Cephe koalisyonunun aldığı düşük desteğe ‘çok şaşırdığını’ dile getirerek, bir anlamda seçim öncesi söylemine atıf yapıyordu. İlerlemiş yaşına rağmen Malezya siyasetinin en başat unsuru olarak dikkat çeken Dr. Mahathir’in UMNO içindeki güç dengeleri üzerindeki nüfuzu göz önüne alındığında Sonbahar veya yıl sonunda yapılacak genel kongrede Necib’in karşısına yeni bir liderin çıkma olasılığı yüksek. 2009 yılında Ahmed Badavi’nin Başbakanlıktan ayrılmasında da ciddi müdahalesi olduğu bilinen Dr. Mahathir’in benzer bir siyasi atraksiyonda bulunabileceğinden kimsenin kuşkusu yok. Tabii bu süreçte, düne kadar Dr. Mahathir’in desteğini almış Başbakan Necib’in nasıl reaksiyon vereceği de merak konusu. Ancak Başbakan Necib’in seçim sonrasındaki ilk açıklamalarındaki yoğun bir şekilde hissedilen hayal kırıklığı ve UMNO merkezinde basına verilen fotoğraflarda yardımcısı Muhyiddin Yasin’i öne çıkartan yaklaşımından önümüzdeki dönemde Başbakanlığın Muhyiddin Yasin’e geçeceği imasını almak güç değildi.

Her halükârda, UMNO ve Ulusal Cephe liderliğine gelecek olan her kim olursa olsun, bu geleneksel siyasal elitin halkın talep ettiği toplumsal değişim taleplerine nasıl karşılık vereceği ve bu anlamda gerek UMNO içerisinde gerekse Ulusal Cephe’de yeni bir yapılanmaya gidilip gidilmeyeceği sorgulaması da beraberinde gelecektir. Bu bağlamda iktidar kanadının ultra milliyetçileri arasında zikredilen İbrahim Ali, Zulkifli Nurdin gibi isimlerinin seçmenden olumlu karşılık bulamamaları, öte yandan gene iktidar odağının ‘ılımlı’ kanadında yer alan UMNO Gençlik Kolları Başkanı Khairy Jamaluddin ve Shahrir Samad’ın seçilmeleri parti içerisindeki eğilimlerin yönelimini göstermesi açısından kayda değer bir önemi var. Gözlemciler, parti içerisinde önce lider kadrosunda yaşanacak değişime ragmen, akabinde ‘içerden reform’ çabalarına daha güçlü bir katkının gelmemesi halinde UMNO’nun siyasi varlığının önemli bir darbe alacağı konusunda görüşler ileri sürüyorlar.

Son on yıldır iktidar odaklarınca gözden çıkartılan, ancak her seferinde güçlenerek siyasi arenada kendine önemli bir yer açan Enver İbrahim öncülüğündeki muhalefet karşısında iktidar yapısının sürekli gerilemesi, başlatıldığı ileri sürülen ‘içerden reform’ hareketinin sınırlarının yeniden çizilmesini gerektirecek boyutta. Bu süreç, ülkenin kuruluşundan bugüne odaklandığı ekonomik kalkınma eksenli toplumsal barış paradigmasının dayandığı temeller üzerinde de yeni düşüncelerin geliştirilmesi anlamına gelecektir. Seçimler öncesinde ülkedeki gelişmelerin bölge ve küresel aktörlerce izlendiğine vurgu yapmıştık. Bu anlamda en somut gelişme, seçim sonuçlarının açıklanacağı Pazar akşamı Endonezya siyasetinin önemli isimlerinden Yusuf Kalla’nın Kuala Lumpur’a çıkarma yapmasıydı. Kalla’nın ziyareti, UMNO ve Enver İbrahim arasında yaşanan kırılmanın önümüzdeki dönemde doğurabileceği sonuçlardan hareketle iki taraf arasında ‘barışı’ tesis etme yönünde bir inisiyatif olarak yorumlanıyor. Kalla’nın bu girişiminde temel motif, Enver İbrahim’in şahsından ziyade temsil ettiği kitleyle alâkalı. Hiç kuşku yok ki, bu inisiyatif, Ulusal Cephe’nin şehirli orta sınıfa, muhalefet koalisyonunun da kırsal kesimlere dönük siyaset anlayışlarında evrilmeye duyulan ihtiyacın üst düzeyde ortaya konması olarak da okunabilir.