6 Ocak 2013 Pazar

2012 Biterken Güneydoğu Asya


Mehmet Özay                                                                                                                  30 Aralık 2012

2012 yılı biterken, yıl içinde Güneydoğu Asya’da neler olup bittiğine kısaca değineceğiz bu yazıda. Yıl boyunca Güneydoğu Asya’ya giriş kapısı Açe’den bölgenin en kuzey ucundaki Bangsamoro’ya; ekonomiden siyasete; insan haklarından barış görüşmelerine; ASEAN’dan Arakan’a; yolsuzluklardan Güney Çin Adalar Krizi’ne kadar çeşitli konuları ele alma fırsatı bulduk.

Açe’de yılın ilk altı ayı boyunca önemli siyasi krizlere konu olan valilik seçimleri Eyalet’te barışla geçen ilk altı yılı sonundaki bir dizi siyasi değişime ışık tutmasıyla önemliydi. Bu değişimin bir yanında tarih olmuş Açe Özgürlük Hareketi’nin siyasi mirası konusunda yaşanan bölünmeler kadar, bu bölünmenin tetikleyicisi merkez güçlerin varlığının seçim sürecine damgasını vurduğuna tanık olduk. Öyle ki, Merkezi Yönetim’de en önemli makam konumundaki Anayasa Mahkemesi Açe seçimlerine dair yaklaşımında dört kez karar değiştirmesiyle sadece Açe’deki otonom siyasi düzenin yasal temellerini sarsmaya yönelik sergilenen duruşla sınırlı olmayıp, ülke adalet mekanizmasındaki yıpranmaları ortaya koymasıyla da dikkat çekiciydi. 

ABD’nin Asya Açılımı gibi önemli bir siyasi paradigma değişiminin gündeme geldiği ve bunun ilk güçlü adımlarının atıldığına şahit olduk 2012 boyunca. Bu paradigma değişiminin temelinde, bir yandan Batı kapitalizminde yaşanan tıkanmalara care olacak yeni pazar arayışları kadar, giderek gücünü ekonomiden bölgesel teritoryal genişlemeye ve Afrika’daki ve Ortadoğu’daki gelişmelere kadar uzanacak küresel siyasete değin etkisini artırarak sürdüren Çin faktörüne karşı bir ‘önleyici tedbir’ çabası olarak okumak elbetteki mümkün. Bu gelişme, ABD’nin kendine özgü siyasi angajmanlarının ürünü olduğu kadar, Çin faktörünün siyasi, ekonomik ve de askeri ağırlığının giderek monopolleşmeye  dayalı olarak hissedilmesi bölge ülkelerinin kaçınılmaz olarak alternatif açılımları acilen gündeme getirmelerine yol açıyor. Bir yandan, ABD ile gerçekleştirilen ve ASEAN/APEC bağlımında ortaya çıkan siyasi ve ekonomik etkileşim, öteki taraftan kendi iç sorunlarıyla cedelleşen bir ülke olmakla birlikte Hindistan’ı bölgeyle ilişkilere daha çok entegre etmeye yönelik niyetlerin eyleme dökülmesi bunun pratikteki yansımaları.

On yıllar boyunca silah satışlarının ABD ekonomisine önemli katkısı bilinir. Güneydoğu Asya’da ‘Çin heyulasına’ karşı savunma psikolojisi geliştiren irili ufaklı bölge ülkelerinin ihtiyaç duyduğu veya ‘ihtiyaç duyurulan’ savunma sistemleri için ABD’nin kapısını çoktan çaldığı biliniyor. Bu gelişme, bölgede askeri yapılanmasına harcayacak bütçesi olan ülkeleri olduğu müddetçe, zor zamanlar yaşayan Amerikan ekonomisinin canlandırıcı bir etkisi olacağına şüphe yok. Bu süreç, Tayland ve Filipinler’de II. Dünya Savaşı’ndan kalma güçlü ABD üslerinin de gelişmelere paralel olarak üst bir donanıma taşınacağının ipuçları çoktan ortaya çıktı bile. Bu askeri ön hazırlığın bir ucu Avusturalya’nın kuzeyinden başlayarak Singapur-Tayland-Filipinler ekseninden Japonya’ya kadar uzayıp gidiyor. ABD açısından çeşitli ‘siyasi ve sosyal alt yapı’ sorunlarına konu olması hasebiyle Endonezya bu yapılanmada ilk plânda görülmese de, bu süreçte kimin yanında yer alacağı konusunda kimsenin şüphesi olmasa gerek. Bu fotoğrafa bakıldığında, 1941-45 döneminde Japonya’yaya karşı sergilenen siyasi ve askeri teritoryal dağılımla benzerliğine hayret etmek gerekir mi diye bir soru akla gelmiyor değil. Öte yandan, sorunun salt ABD-Çin küresel çekişmesiyle sınırlı olmadığını da dikkatlere sunmak gerekir. Çin’in, Japonya, Güney Kore ile arasındaki tarihsel husumetlerin ‘çatışma ruhunun’ gelişmesinde katalizör işlevi görebilecek bir tarihi arka plân olduğu unutulmamalı. Sorunun teritoryal genişleme, askeri savunma yönelimleri kadar, Güneydoğu Asya’nın kültürel ilişkilerden ekonomik işbirliklerine kadar Çin’i gözardı edecek bir ‘gücü’ içinde barındırmadığı da bir gerçek. Malezya, Endonezya, Tayland, Singapur, Myanmar gibi gerek ithalat/ihracat gerekse karşılıklı doğrudan yatırımlar noktasında Çin’e bağımlılıkları olan ülkelerin fonksiyonel ve pragmatist işbirliklerini öncelleyeceklerinin sinyallerini zaten önceki yıllarda ortaya koymuşlardı. Bugün bu ülkelerin çin karşısında seslerini ‘yükseltme’ durumunda kalmalarının biraz da ‘ben de varım’ın siyasi ifadesi olarak yorumlamak gerekir.

Arakan veya uluslararası yayınlardaki ifadesiyle ‘Rohingya’ Müslümanlarının odağında yer aldığı yüzyıllık baskı, zulüm, soykırım süreçlerinin en son aşamasının 3 Haziran 2012 tarihinde başlayan gelişmeyle evrildiği noktanın uluslararası camiada yankı bulmasını sadece sosyal medya veya uluslararası medya ‘numarasına’ bağlamak hatalı olacaktır. Öyle ya, Soğuk Savaş dönemlerinde Latin Amerika’da, Afrika’da yaşananlardan Filistin sorununa değin bir dizi katliam ve soykırım örneğinin dünya gündeminde yer işgal etmesi ‘sosyal medya’ olmadan da bazı hassasiyetlerin güçlü bir şekilde ortaya konulabileceğini gösteriyordu. Arakan sorununun, en azından Türkiye siyasi ve toplumsal ekseninde sanki yeni keşfediliyormuşcasına bir izlenime konu olması, aslında kendi başına bir problem işaret etmesiyle dikkatlere sunulmalıydı. Bu ‘yeni keşfediş’ genelde dünya kamuoyuna özelde Müslüman toplumlara, onların tarihlerine, kültürlerine, sosyal yapılarına yakınlığımızın sağlık derecesini ortaya koyması bakımından önemliydi. Bir ‘Naf gezisiyle’ herşeyin keşfedilebilirliği düşüncesini geliştiren ve bunu ‘sosyal medya’ ortamında geniş kitlelere yayan bu keşfediş fenomeninin Türk kamuoyunda ‘güçlü’ bir yer bulan Arakan sorununun ne tür entellektüel, akademik, siyasi çabalara evrilip evrilmediği veya buna zemin hazırlayıp hazırlamadığı da ayrı bir konu. Bu bağlamda, Arakan ve benzeri coğrafyaları için ne türden  bir bilinç düzeyinin geliştiğini veya geliştirilmekte olduğuna dair ciddi kaygılarımız olmalı. Bu hususu, geçen Ekim ayında İstanbul’da düzenlenen Arakan Konferansı’nda tanık olduğum bazı gözlemlere dayanarak temellendirebilirim. 

Konferans öncesinde lobide oturmuş açılışı beklerken, yan masadaki bir grup hanım arasındaki konuşmaya ister istemez kulak misafiri olmuştum. Hanımlardan biri diğerlerine, “Aslında bugün Boğaz’da kahvaltıya gidecektik. Ancak ‘Hanımefendi’nin burada açılış konuşması yapacağını haber aldık. Bu nedenle geldik…” Anlaşılan o ki, bir mecburiyet kendini ‘Hanımefendi’ vesilesiyle ortaya koyuyordu. Güneşli güzel bir Pazar gününü ailenizle Boğaz’da kahvaltı yaparak geçirmenizden doğal bir şey olamaz tabii ki! Problem, Arakan gibi Türkiye gündemine yer aldığı düşünülen bir konuda düzenlenen ve katılımcılarının en azından bir bölümünün uluslararası tanınırlığını dikkate alarak “Acaba Arakan’da neler olup bitiyor?”un cevabını almak üzere -ki bunun zorunlu bir çaba olarak algılanmasını ileri sürmek te mümkün- hareketle orada olması gerektiği düşünülebilecek okumuş yazmış kitleye mensubiyetleriyle dikkat çeken bireylerin sahip olduğu bilinç arızasındadır. Gerçek şu ki, ‘Hanımefendi’nin salonu terk etmesiyle yukarıda zikrettiğim konuşmaya taraf olan bayanlar da salondan ayrılmışlardı. Meğer, salonu dolduran dinleyicilerin önemli bir bölümünün bayan oluşu ‘Hanımefendi’den ötürüymüş. Bu, elbette sembolik değeri olan bir okuma türü…

Malezya’nın son birbuçuk yılına damgasını vuran seçim sathı mahalli henüz somut bir şekilde ortada görülmese de, iktidar ve muhalefetin seçim yarınmışcasına bir gayret içerisindeler. İktidar tüm olanaklarıyla ‘ölüm/kalım’ sorunsalına dönüşen 13. Genel Seçimleri kazanma adına elinden geleni yaparken, muhalefetin dayanak noktasını 55 yılın sonunda ‘Artık Değişim Zamanı’ söylemi oluşturuyor. Bu söylem ülke içi siyasi ve toplumsal değerlerden beslendiği gibi dünyanın farklı bölgelerinde süregiden ‘siyasi değişimden’ katkılar devşirmeyi de ihmal etmiyor. Aslında bu küresel değişim olgusunun ülkedeki siyasi iktidarın elemanlarından olan siyasi hareketleri de kendi yapılanmaları  içinde önemli değişimlere zorlarken, bu değişim olgusunun kaçınılmazlığını ortaya koyması adına, anayasa boyutunda revizyonlara evrildiğini de göz ardı etmemek gerekir. Malezya, ekonomik modernleşmesinden hareketle son birkaç on yılında kendini üçüncü dünya ülkelerine örneklik olarak ortaya sürülürken, bu ekonomik gücün kazandırdığı özgüvenle bölge ve küresel siyasette de varlığını ortaya koyacak icraatlara yöneliyor. Yıl içerisinde, bunlar arasında alınan pozitif sonuç itibarıyla Bangsamoro – Filipinler Hükümeti arasındaki Barış Anlaşması ilk sırayı çekiyordu. Bir diğer önemli husus, Başbakan Necib’in önderliğinde “ılımlılar hareketinin” kurumsallaşmasına doğru bir yönelimin olduğudur. Bu noktada, sadece ülke içinde veya bölgesele değil, küresel siyasi aktörlere gönderilen mesajların yoğunluğu, bir tür ‘garantörlük’ algısının da ortaya çıkmasına yol açmıyor değil. Öte yandan, “ılımlı İslam” olgusuyla tezat teşkil edecek şekilde konu Filistin’e gelip dayandığında, alabildiğine ‘radikalleşmenin’ de bizzat kurumların önderliğinde gündemde yer alabileceğini gösteriyor.

Endonezya’ya değinmeden  olmaz… Ekonomideki şimdilik ‘istikrarlı’ gidiş, Açe valilik seçimleri, Papua’da haklar sorunu, Cakarta Valilik yarışı, 2014 seçimleri öncesinde ısınmaya başlayan siyaset arenası ülkenin ana gündem maddelerini oluşturuyordu. Merkezi hükümet ve burada hakim bürokrasinin ülkenin çeperi kabul edilen bölgeleriyle ilişkilerde “kayıtsızlıktan-reddiyeye” kadar varan yaklaşım azınlıklar sorununun  bir şekilde devamını ortaya koyuyordu. Bu bürokratik yapıyla koşutluğu ileri sürülebilecek bir diğer olgu, ülkenin önde gelen siyasi partilerinin ‘yolsuzluklarla’ ilişkilendirilmesi. Bu husus, özellikle genel kamuoyu nezdinde ülkenin geleceğine dair ‘karamsarlığın’ yeniden nüksetmesine neden oluyor. Yolsuzluğa bulaşan siyasetçilerin mensubu oldukları siyasi partiler ülkenin köklü ve popular partileri olması, siyasi güç-yolsuzluk ilişkisini ortaya koyuyor. Yasal düzenlemeler ve yargıdaki sorunlar nedeniyle siyasi partiler ‘sosyal yardım fonları’ ve ‘bütçe tahsislerinden’ rahatlıkla istifade etme yollarını bulabilmeleri sorunun bir yönünü teşkil ediyor. Ancak işin ilginç yanı, bu siyasi partilerin biraraya gelip yasal düzenlemeler ve yargı sisteminde gerekli reformlara bir türlü yanaşmamaları. Bir diğeri ise, ‘money politics’ olarak ülke siyasi literatüründe yer etmiş olan aday veya oy satın alınmasıyla ilgili. Endonezya Yolsuzlukla Mücadele Gözlem kurumu (ICW), yıl içinde dokuz siyasi partiden mali rapor talebine cevap verilmemesi sorunun ciddiyetine ortaya koymaya yetiyor. Yılın son günlerinde Yolsuzlukla Mücadele Kurumu’nun söz konusu rüşvet-yolsuzluk skandallarına konu olanları sadece mali yasalar çerçevesinde değil, genel kamuoyunu ‘refahı’ üzerindeki tesirleri dolayısıyla ‘insan hakları’ yasalarına da konu olacağını duyurdu. Dünyada bir başka ülkede insan hakları yasalarının yolsuzluk vak’alarında kullanılmadığı dikkate alındığında Endonezya makamlarının bu ‘yenilikçi’ yaklaşımla sorunun üstesinden nasıl gelecekleri de merak konusu.

2013’deki muhtemel gelişmelere dair
2013’de bölgede hangi tür gelişmeler olabileceğine dair öngörülerimizle bitirelim. 2012’de olduğu gibi, 2013 yılı da bölge için gerek tekil ülkeler gerekse ASEAN gibi bölgesel oluşumlar ve uluslararası camianın ilgisi ve yönelimi ile oldukça hareketli geçeceği öngörülebilir. ASEAN’a üye ülkelerde, özellikle Batılı ülkelerin ekonomik işbirliği vb. yaklaşımıylarıyla ‘balayı’ atmosferi yaşadıklarını söyleyebiliriz. Haddi zatında, Kanada’dan Japonya’ya, AB ülkelerinden Avustralya’ya kalkınmış ülkeler sıralamasında yer alan ülkelerin ASEAN’la işbirliklerini geliştirme ve bu pastadan olabildiğinde pay kapma sürecinde oldukları gözleminden hareketle bir tür kaotik ilişkiler dizgesinin varlığından söz edebiliriz. ASEAN’ın Hindistan’la, Çin’le, ABD’nin de içinde yer aldığı Pasifik güçleriyle, Avustralya’yla tek tek serbest ticaret anlaşmaları imzalamalarında ortada çıktığı üzere, kimin kiminle ne tür ilişki kurduğu konusunda bir tür ‘gelişigüzellik’ olgusu olduğu intibaı veriyor. 

Ülkeler bazında konuya eğildiğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkabilir. Malezya’da kuvvetle muhtemel Mart ayında yapılacak seçimler ülkede siyasal yaşamında ‘var/yok’ mesabesinde olacak. Mevcut hükümet ile muhalefet ittifakı arasında son derece kızışan çekişmede mevcut hükümetin kazanımıyla bitmesi halinde sular durulacak, 2020 Vizyon’unu gerçekleştirmeye yoğunlaşacaktır. Muhalefetin kazanımıyla bitmesi ise, ülke modern siyasi yaşamında bir dönemin kapanıp yeni bir dönemin açılması anlamı taşıması dolayısıyla oldukça gergin bir sürece girilme ihtimalini yadsımamak gerekir. Endonezya’da 2013 yılı 2014’deki başkanlık ve parlamento seçimlerinin giderek gündemde tek sıraya oturacağı bir yıl olacak. Mevcut devlet başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun karizmasında, kurucusu olduğu Demokrat Parti üst düzey kadrolarından bireylerin de katıldığı yolsuzluk vak’aları nedeniyle ‘kırılmalar’ yaşanması 2014 seçimlerinde yeni ‘kurtarıcı adayların’ ortaya çıkmasına neden olacak.

Son bir buçuk yıldır kapılarını dünyaya açan Myanmar’ın küresel kapitalizme eklemlenmesinde hızlı bir sürece girileceğini ileri sürebiliriz. Bu süreç, aynı zamanda ülkeyi 2014’deki ASEAN geçici başkanlığına ve akabinde ülkede siyasi liderlikte önemli değişiklere yol açacağı tahmin edilen genel seçimlere hazırlama anlamı da taşıyacağına kuşku yok. Bununla birlikte, uluslararası çevrelerde infiallere neden olmakla birlikte, Arakan Eyaleti’nde yaşayan Rohingyalı Müslümanların ahvalinde ne gibi önemli değişiklerin olacağı konusunda ise iyimser olma gibi bir atmosferin varlığı henüz ortada gözükmüyor. Rohingyalıların sözde kayıt altına alınması süreci, sanıldığı gibi, kendilerini Rohingyalı addeden toplumun Myanmar anayasasında yer alan diğer etnik unsurlarla eşit haklar noktasında bir gelişmeye yol açmak yerine, bu Müslüman kitlenin nüfusunun mümkün olduğunca kırılmasına neden olacak bir süreç olduğu konusunda ciddi kaygılar var. Kaldı ki, Rohingyalıların sadece Arakan Eyaleti’nde yaşayan kitle ile sınırlı olmadığı, Rohingya diasporasının bu ‘kayıt altına alma’ sürecinin neresinde bulundukları da epeyce sorunlu bir alan. Rohingya Müslümanlarının gerek içerde ve gerekse diasporadaki liderlerinin birlik içerisinde haklarını savunma mücadelesinde olup olmayacakları bu süreçte kazanımlar konusunda belirleyici olacaktır.

Bu anlamda mevcut yapıyı iki alanla sınıflandırmakta fayda var. İlki, Açe, Bangsamoro, Patani ve Rohingya Müslümanlarının ahvalinde ne gibi değişikliklerin ve gelişmelerin olacağıyla ilgili. İlk iki bölgenin merkezi hükümetlerle yaptığı barış anlaşmalarıyla özerk ve yarı özerk siyasi statüye sahip olmalarının ne gibi avantajlar doğurduğu, bunların bölgelerin siyasi elitleri ve halkınca nasıl somutlaştırılacağı kabilinden bir dizi maddi olasılıklardan bahsedilebileceği gibi, pek de kimsenin üzerinde durmadığı ancak bu coğrafyaların tarihi birikimleri dikkate alındığında nasıl bir toplum yapısı inşa edileceği ve bunun sosyo-kültürel ve dini alt yapısının tarihi derinliklerinin yeniden keşfine talip olan olup olmadığı ve bunda  kimlerin rol alıp almayacağı gibi soruların cevaplarını aramak gerekir. İkinci grupta yer alan Patani ve Rohingya Müslümanlarının ahvali ise es geçilemeyecek kadar önemli. Bangsamoro Barış sürecine katkısı ile kendini ön plana çıkaran Malezya’nın iç siyasi polemiklerinin sona ermesiyle enerjisini Patani ve Arakan’a yoğunlaştıracağını düşünmek mümkün.
Çeşitli yönleriyle dünyanın ilgisini giderek daha çok çeken Güneydoğu Asya 2013 yılında da önemli gelişmelere sahne olacağına kuşku yok. İzlemeye devam edelim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder