30 Ekim 2012 Salı

Hint-Çin Savaşı mı Pan-Asya Düzeni mi?


Mehmet Özay

Genel anlamda Asya Kıtası’nın son dönemde giderek küresel anlamda ilgi odağı olmaya başladığını görüyoruz. Bu devasa kıtanın iki önemli medeniyet unsuru Çin ve Hindistan tarih öncesinden başlayarak özellikle Hint Alt Kıtası, Doğu ve Güneydoğu Asya bütününde sözü geçen belirleyici medeniyet taşıyıcısı rolünü icra etmiştir. Yirminci yüzyılla birlikte, boyunca bağımsızlık ve ulus-devlet yapılanmasının yanı sıra, bağlantısızlar blogu ile kendini tanıtan bu iki medeniyetin siyasi bileşeninin Bandung Konferansı’nda biraraya geldiği dikkat çeker. Süreçte Çin komünist ideolojinin kendine has donanımı ile öne çıkarken, Hindistan’ın daha çok ‘bağlantısız’ ekseninde yol alıyordu. Bu iki gücü, bundan yarım yüzyıl önce karşı karşıya getiren ise, bir ayı aşkın bir süreyle sınırlı da olsa Hindistan’ın Kuzeydoğusu’ndaki Arunachal Pradesh Eyaleti’nde  sıcak çatışmaydı.

Her iki ülke, genel anlamda Asya, özelde Doğu ve Güneydoğu Asya’nın son birkaç on yıl içerisinde elde ettiği ekonomik kazanımlar ve evrilmeye başladığı siyasi yapısı ile birlikte dünyanın ilgisine mazhar olurken, aynı zamanda, giderek artan bir şekilde gizli veya açık rekabet ortamına sürüklendikleri de gözlerden kaçmıyor. Çin’in “süper güç”lüğüne karşılık, Hindistan’ın sessiz sedasız “önemli bir güç” olma arzusu ve nükleer ve uzay çalışmalarında ortaya çıktığı üzere sergilediği çabalar, elli yıl önceki karşılaşmanın yeniden gündeme taşınmasına neden oluyor.

Bu iki siyasi varlığın bizce izlenmeye değer oluşuna katkı yapan bir diğer etken ise, Güneydoğu Asya özelindeki güç oluşumlarındaki şu veya bu şekildeki baskın rolleridir.  Bu minvalde, elli yıl önceki savaşı hatırlayarak bugüne ve yakın geleceğe projeksiyon tutmakta fayda var. Söz konusu bu savaşın dağlık bölgeleri içine alan 4057 km ile dünyanın en uzun sınırlarından biri olmakla iki ülke arasında sınır anlaşmazlığından kaynaklanması kadar, Komünist Çin’in dünya siyasi arenasında varlık gösterisine “katkı yapan” bir girişim olarak değerlendirilebilir. Tibet Platosu’nda sınır hesaplaşmasının bir neticesi olarak 20 Ekim 1962 tarihinde Çin ordusunun saldırısı ile başlayan “sıcak karşılaşma” en yoğun nüfuslu iki ülkeyi karşı karşıya getirmesiyle dikkat çeker. Çin özelinde bakıldığında, dünyanın o dönemki “süper” güçlerinin kendi aralarındaki -Küba Krizi gibi- meşguliyetlerinden istifadesinden yola çıkarak, stratejik bir “gözü açıklıkla” icraata geçirildi. Hatta bu girişimin bir benzeri Mao’nun 1950-51’de Tibet girişiminde bulmak mümkün. Çin’in saldırganlığını gündeme getiren sınır anlaşmazlığı, saldırı sonrasında elbette giderilmiş değil. Ancak bundan öte sonuçlar doğurduğu da kesin. Bunlardan biri Hindistan’ın uluslararası arenada “siyasi onuruyla” oynanmasıdır. Aslında bunun, sömürgecilik dönemine kadar uzanan tarihi nedenleri olmadığı söylenemez...  Sömürgeci İngilizlerin potansiyel tehditlere karşı sınır boylarını belirlemede kullandıkları “tampon bölge” oluşturma arzuları, o dönemde Çin yönetimini aşağılayıcı anlaşmalara konu olurken, yirminci yüzyılın ortalarında bu sefer Çin benzer bir girişimi silah gücüyle Hindistan üzerinde uygulamaya geçirmiştir. Bu bağlamda, İngilizlerin Hindistan’ı kuşatan sömürge dönemindeki sınır yaptırımları dikkate alındığında, 1962 saldırısının Çin için özel bir anlamı olduğu söylenebilir.

Hindistan’ın “hazırlıksız yakalandığı” bu Çin saldırısından ders almakta gecikmemiş ve akabinde ordusunun modernizasyonu kadar, sınır anlaşmazlığına konu olan bölgedeki askeri varlığını takviye etmiştir. Bu çerçevede, Hindistan’ın nükleer silah kapasitesinin Pakistan bağlamında bir yönelim olduğu dikkate sunulsa da, bu girişimin Çin’i dikkate almadığını söylemek bölge siyasi ve askeri yapılanmasında gerçekçi olmayacaktır. 1950 yılında dönemin İçişleri Bakanı Sardar Vallabhbhai Patel’in Nehru’yu Çin konusundaki uyarısında ipuçlarının bulunabileceği şekilde, Hindistan nükleer gücünü salt Batı’daki komşusu için değil, doğudaki için de önleyici bir tedbir olarak görmektedir.

Yarım yüzyıl önceki bu sıcak gelişmenin bugün hatırlanmasının son dönemdeki Doğu-Güneydoğu Asya minvalinde gün yüzüne çıkan eko/politik stratejiler olduğunu söylemiştik. Bunu daha özele indirgediğimizde karşımıza Hind-Çini bölgesinin bir başka deyişle, Tibet’ten başlayarak güneyde Malay dünyasına kadar uzatılabilecek ve odağında ‘Mekong Vadisi’nin yer aldığı- münbit topraklardaki siyasi ve ekonomik değişimlerin çıktığı görülür. Bu bağlamda Hind-Çini’nin kestiği Burma/Myanmar bu olası karşılaşmaya en somut örnektir. Myanmar üzerinde tarih boyunca Çin kadar Hindistan’ın nüfuzu göz ardı edilemeyecek bir öneme sahiptir.


Çin siyasi ve askeri elitinin yarım yüzyıl önceki girişiminin doğuş ve gelişimini dikkate almak, bir süredir Çin’in Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki Adalar Krizi’nde bölge ülkeleri üzerinde “güç deneme” çabalarının yakın gelecekte nasıl bir yönelim seyredeği konusunda fikir verebilir. Hiç kuşku yok ki, elli yıl önce Nehru’nun “Çin üç beş mermilik atışmanın ötesinde bir girişimde olmaz” düşüncesine dayanan naif bakışının nasıl yanıltıcı olduğu kanıtlandığına göre, yakın gelecekte bir dizi dışsal faktörlerin de etkisiyle Çin’in sınır anlaşmazlıklarında nelere başvuracağı konusunda iyi hesap etmek gerekir. Bu bağlamda, çevre ülkelerle paylaştığı geniş sınırlarının belirsizliğiyle, Çin’in ‘21. Yüzyıl Asya Çağı’nda bir Pan-Asya oluşumuna mı zemin hazırlayacağı yoksa, doğusunda batısında teritoryal haklar bağlamında irili ufaklı savaşların tetikleyicisi mi olacağı konusu üzerinde stratejistlerin önemle duracağına kuşku yok. 

29 Ekim 2012 Pazartesi

Isu Minoritas Rohingya di Myanmar; Menuju Solusi


Mehmet Özay                                                                                                             24 Oktober 2012

Isu muslim Rohingya masih berada dalam pertimbangan ruang lingkup geografi dan intelektual yang lebih luas. Minggu yang lalu, pada tanggal 14 Oktober, sebuah konferensi internasional tentang nasib Rohingya di Istanbul yang diselenggarakan oleh Asosiasi Hak Asasi Manusia dan Solidaritas bagi yang tertindas (MAZLUMDER).[1] Konferensi ini dibawakan oleh figur-figur penting internasional dan utusan spesial PBB; Nurul Islam, pimpinan Diaspora Arakan Internasional basis London; Prof. Dr. Imtiaz Ahmed, Hubungan Internasional dari Universitas Dhaka Bangladesh; Matthew Smith, Human Right Watch basis Bangkok; Benjamin Zawacki, mantan direktur Amnesti Internasional batasan Asia. Tak terkecuali beberapa profesor dan perwakilan NGO Turki. Bagaimanapun, kita tidak berhasil meyakinkan Chris Lewa, pimpinan Proyek Arakan yang telah bergelut dengan nasib muslim Rohingya selama 13 tahun. Saya percaya kehadirannya akan memberikan kontribusi yang berat terhadap pemahaman kondisi Rohingya sesungguhnya. Salah satu kunci penting konferensi Istanbul adalah Emine Erdogan, istri perdana menteri Turki, Recep Tayyip Erdogan, ikut mengambil bagian sebagai tamu pembicara. Dikarenakan kontributor yang terakhir ini, media nasional memberikan perhatian lebih dan beberapa chanel Tv menyiarkan secara langsung. Merupakan pengalaman berharga untuk berada disana, khususnya setelah mengikuti konferensi serupa yang dilaksanakan oleh Perdana Global Peace Foundation di Kuala Lumpur pertengahan September lalu. Dalam konferensi di Istanbul kali ini, Saya hadir sebagai presenter dengan kertas  “Isu Minoritas Rohingya di Myanmar: Menuju Solusi”.    

Biarlah saya terangkan secara padat dan ringkas konsentrasi konferensi tersebut. Pada bagian-bagian awal, ada semacam stagnansi dan ‘berbahaya’ ketika pembicaraan yang berlangsung hanya berkutat pada pengulangan-pengulangan dan poros-poros ide yang sama yang diangkat oleh berbagai akademisi, peneliti-peneliti, aktivis-aktivis kemanusiaan, dan yang lainnya. Kondisi ini menjadi kecacatan tersendiri baik bagi presenter maupun organisator. Jika argumen-argumen tersebut dimasukkan dalam pertimbangan maka akan menyebabkan timbulnya persepsi dan keraguan apakah inisiatif-inisiatif tersebut dapat terencana dengan baik dan terlaksana dengan seimbang ataupun tidak.  

Disisi lain, tidak dapat diragukan bahwa inisiatif-inisiatif yang dipaparkan  sudah terstruktur dengan baik jika dilihat dari segi keilmiahan dan akademik. Namun serius saja, isu Rohingya tidak bisa berhenti disana. Sebagaimana yang sering terlihat dari suara-suara terhadap isu Rohingya selama ini, perkembangan-perkembangan yang terjadi dapat dengan mudah dimanipulasi oleh institusi media nasional dan internasional. Menulis berita pendek, atau menyiarkan berita dari lapangan Rohingya dalam satu dua menit dapat menyebabkan salah kaprah antara masyarakat tanpa ada pengetahuan dan informasi konsisten yang membiarkan setiap orang mampu mengerti inti permasalahan dan membentuk pemecahan-pemecahan. Sebagaimana yang sering saya pertimbangkan dan ingatkan bahwa isu-isu Rohingya perlu diperhitungkan oleh para akademisi dan peneliti dan tidak bisa langsung ditinggalkan dengan inisiatif yang hanya didasari oleh pemahaman-pemahaman sederhana. Dalam pengamatan saya dalam beberapa bulan terakhir, meskipun ada angka penambahan kajian-kajian akademik yang dilakukan oleh institusi terkait dan akademisi, dunia lain dengan sektor yang lebih besar, termasuk Turki, tampaknya masih tidak ‘terjaga’ dengan isu Rohingya.

Ada banyak institusi-institusi dan orang-orang yang berpura-pura seakan-akan baru mendengar isu Rohingya. Namunpun demikian, seperti yang sudah saya tuliskan dalam kertas-kertas yang lain dan diskusi-diskusi dengan berbagai kalangan bahwa perkembangan yang paling awal sekali sepatutnya dicetak dengan melibatkan komunitas Muslim didunia, saat manusia-manusia perahu mendarat diperairan pelabuhan Sabang dan Idie Rayeuk pada tahun 2008 Desember dan 2009 Februari. Dan contoh pendekatan orang-orang sipil Aceh dan kegubernuran perlu dicermati secara akademis dan tehnik untuk dipersembahkan sebagai model bagi seluruh dunia. 

Ketika kita menilik media dan beberap presenter-presenter non akademik, diketahui bahwa orang-orang pada umumnya hanya melekatkan diri pada isu Rohingya secara emosional, yang tentu bersifat sementara tanpa ada kontribusi-kontribusi signifikan yang bisa menyelesaikan persoalan-persoalan saudara kita tersebut. 

Saya patut mengungkapkan kepedulian saya tentang apakah konferensi-konferensi semacam itu dapat menjadi solusi atau sumbangan terhadap perubahan-perubahan terhadap kerentanan orang-orang Rohingya. Tidak perlu diragukan bahwa konferensi-konferensi yang sudah dijalankan pada awalnya difungsikan untuk mewujudkan kesadaran dalam masyarakat. Melalui jalan ini, informasi tidak terbatas hanya pada kalangan elit tapi disebarluaskan pada kalangan manapun. Ditambah lagi, wacana-wacana tersebut mampu mempengaruhi secara global negara terkait dan pemerintahan untuk merubah kebijakan-kebijakan negerinya.   
Singkatnya, saya ingin mendalilkan peran dan fungsi kekuasaan Barat. Jika ditinjau kembali kebijakan-kebijakan negara-negara Barat, mereka tampaknya tidak konsisten terhadap isu kemanusiaan. Karena negara-negara tersebut terus mencari keuntungan bersama dengan negara-negara terkait, misalnya Myanmar, Mereka melangkaui peristiwa-peristiwa dan nasib orang Rohingya di wilayah Arakan. Contohnya, Jendral Ne Win (1962-1990) disokong oleh kekuatan Barat meskipun sang Jendral sendiri melaksanakan kebijakan-kebijakan yang melawan ayat-ayat kemanusiaan. Persoalan dalam kebijakan Barat terdapat dalam kontradiksi atau dilema antara ambisi global mereka dengan penimbangan-penimbangan isu kemanusiaan.    

Bolehkan saya membagi beberapa pandangan yang saya tonjolkan dalam konferensi tersebut secara ringkas.

-Keinsafan: Kesadaran tentang segala aspek dari persoalan Rohingya patutnya tak terelakkan yang harus tumbuh dalam umat Muslim. Oleh karena itu kita perlu takzim terhadap kajian-kajian untuk mengindentifikasi persoalan dan menemukan penyelesaian.

-Pendekatan kewilayahan: Isu Rohingya tidak dapat dikategorikan sebagai isu yang terkesampingkan dari isu-isu dan persoalan-persoalan minoritas muslim lainnya di Asia Tenggara. Oleh karena itu, semua pihak baik internasional, nasional, agen-agen negara dan swasta perlu mempertimbangkan apa yang telah, sedang, dan akan mereka laksanakan dalam wilayah ini. Pengalaman-pengalaman sebelumnya –jika ada- dapat menyumbang pada upaya pemecahan dalam daerah-daerah bermasalah, khususnya dalam kasus Rohingya. Sejak permulaan July 2012, ada inisiatif-inisiatif yang telah dikembangkan oleh berbagai pihak. Meskipun begitu, tidak boleh dilupakan bahwa persoalan tersebut bisa diselesaikan secara praktis, jika bisa, dengan usaha-usaha kewilayahan, katakanlah, pendekatan ASEAN.

-Hubungan kekuatan Internasional : Isu Rohingya tidak bisa hanya dianggapsebagai konflik internal atau konflik etnik di Myanmar. Isu ini menjadi lebih emergensi hari ini karena Myanmar baru saja memasuki lapangan ‘perang keuntungan internasional’ dan wilayah Arakan telah sejak dahulu dikenal sebagai sumber bahan mentah, akses ke Samudra Hindia, dan lokasi geo-strategis antara India dan China, dan sebagainya.

-Tanggungjawab Muslim: negara-negara dengan mayoritas populasi muslim harus mengambil lebih banyak langkah tidak hanya dengan etnis minoritas Rohingya di Myanmar tapi juga pengungsi-pengungsi Rohingya dan orang-orang tanpa kewarganegaraan dan status kesukuan yang tinggal di Bangladesh, Arab Saudi, Negara-Negara Teluk dan lainnya...

-Hukum kewarganegaraan dan pengakuan ethnik: Permasalahan ini sebaiknya tidak begitu dilekatkan dengan kemiskinan dan kelaparan orang-orang Rohingya. Sebaliknya, persoalan fundamental lebih terkait dengan pengakuan ethnik. Meskipun beberapa orang merujuk pada ‘Hukum Kewarganeraan 1982’ di Myanmar sebagai solusi, besar kemungkinan bahwa pemerintahan Myanmar tidak akan mematuhi untuk tidak melakukan pendekatan non diskrimasi terhadap kewarganegaraan. Solusi ril hanya akan menghubungkan dengan pengakuan Rohingya sebagai etnik Myanmar.

-Masa depan orang Rohingya: masa depan orang Rohingya tergantung pada 4 elemen fundamental sebagai berikut: a) Fisik; b) Psikologi; c) Politik; d) Kematangan ekonomi. Elemen-elemen ini patut diperhitungkan secara bertalian tanpa meninggalkan salah satunya. Upayanya perlu dengan simultan dan jangka panjang demi mewujudkan keseluruhannay secara utuh.

-De-militarisasi: Arakan (wilayah Rakhine) harus diselamatkan dari militerisasi masyarakat selain dari apa yang sudah diutarakan diatas.

-Persatuan antara kelompok Rohingya: Rekonsiliasi antara berbagai kelompk etnik Rohingya -baik yang di Myanmar maupun diaspora- merupakan hal yang menonjol yang perlu diprioritaskan. Bukan figur internasional mana saja tapi pemimpin-pemimpin Rohinya harus mulai mengambil peran dalam perjuangannya melawan pemerintahan Myanmar.

-Dalai Lama sebagai Solusi: Karena persoalan-persolan Rohingya secara keseluruhan disandangi kepada komunitas Buddha, kepemimpinan Buddha seperti Dalai Lama patut dipertimbangkan sebagai bagian dari solusi untuk mengatasi kerusuhan, prasangka, dan kebekuan komunitas buddha di Myanmar.
http://www.acehindependent.com/2012/10/24/isu-minoritas-rohingya-di-myanmar-menuju-solusi/

24 Ekim 2012 Çarşamba

Kamboçya’da Kök Kaybı: Kralın Ölümü


Mehmet Özay                                                                                                                    19 Ekim 2012

Kadim Khmer Krallığı’nın bugünkü temsilcisi konumundaki Kamboçya Kralı bir süredir tedavi gördüğü Beijing’de 15 Ekim günü hayata gözlerini kapadı. 89 yaşındaki Kral Norodom Sihanouk, karmaşık etnik unsurları ve siyasi ilişkilerinin sürgit devam ettiği Mekong Vadisi’nde sadece kral olarak değil, başbakan, devlet başkanı ve sürgündeki ulusal lider gibi vasıflarla bir siyaset adamı olarak da iz bıraktı Kamboçya tarihinde. Kadim dönemlerin krallarını aratmayacak sıfatlarla donanmış bir lider olan Sihanouk, ülkesinin ona ihtiyaç duyduğu dönemde ya kral ya da modern siyasetin kuralları içerisinde devleti bir başbakan ve devlet başkanı olarak yönetmeye soyunmuş bir liderdi. Bu nitelikleri dikkate alındığında, Sihanouk’un geleneksel yönetim yapısı ile zorlayıcı modernleşme süreçlerinin geçişkenliğinde şahsında vazgeçilmez ikilemi barındırmış olduğu dikkat çeker.

Sihanouk, 20. yüzyıla damgasını vuran, halkları arasındaki kabul edilebilirlikleri kadar, uluslararası arenada da güçlü karakteristiklere sahip liderler olarak tanınan Nehru, Tito, Abdülnasır ve Sukarno gibi liderlerle birlikte anılıyordu. Bu benzetmeyi haklı kılacak önemli girişimlerden biri, II. Dünya Savaşı sonrasında ne doğu ne batı diyen, bu anlamda ‘bağımsız ülkeler topluluğunu’ gündeme taşıyacak süreçteki rolü unutulmaz. Bu bağlamda, Kral Sihanouk’un 1955 Bandung Konferası’na ciddi katkıda bulunduğu hatırlanabilir. Bu ‘bağlantısızlık’ olgusunun tekil ülke siyasetlerindeki karşılığı ise milliyetçilikle örülü sosyalizmdir. O dönemin, Güneydoğu Asya’sında yaygın olduğu üzere, milliyetçilikle/sosyalizmin örtüşmesinden neşet eden bir tür yeni siyasi akıma Kral Sihanouk’un da kurduğu ‘Sosyalist Halk Birliği’ partisi ile eşlik ettiği görülür. Bu gelişmenin bölge ülkelerinin sömürgeci güçlerle karşılaşması kadar, işgalci/kurtarıcı Japon faşizminden esinlenmediği söylenemez. Kaldı ki, buna ilâve olarak, içinde Kamboçya’nın da yer aldığı mevcut rejimler bir yandan sosyalizmi kucaklarken, geniş kitlelerin dini/manevi yapılanmasında önemli yeri olan Budizmden taviz verilmediği de görülür. Budizm salt halkın dini olmakla kalmaz, belki bundan daha ötesi mevcut siyasi erkin meşrulaştırılmasında oldukça işe yarar bir ‘alet’ mesabesindedir (Church 2006: 22). Aslında ortaya çıkan bu yeni siyasi bileşim, kimyasını Batılı güçlerin nüfuzu kadar, ilgili toplumların geçmişleri ile irtibatlarını sürdürme arasındaki çatışmaların eseri olduğuna kuşku yok. Bir yanda, eli sopalı sömürgecinin zorbalığını karşısında zoraki kabullenme, öte yandan, kadim köklere bağlılık arzusu ortaya pek de benzeri olmayan bir siyaset ve toplum yapısı çıkarıyordu.

Kamboçya Kralı’nın ölümü, Güneydoğu Asya’da sömürge ve İkinci Dünya Savaşı sorasında ortaya çıkan ve geleneksel siyasetin mitsel unsurlarla donanmış halinin yakînen tecrübe edildiği bölgedeki ‘Tanrı-Kral’ lâkaplı liderlerinin sonuncusu olması bağlamında önemli. Başbakan Hun Sen’in siyasi manipülasyonları sonucu Kralın gücünü yitirmesiyle son yıllarını Çin’de sürgünde geçirmesi, aslında maddi ölümünden önce monarşi makamının çoktan hayattan çekildiğinin sembolik bir göstergesiydi. Karizmatik kişiliğine rağmen, temsilcisi olduğu monarşik yapının modern siyaset mekanizması karşısında varlığını sürdürememesi, bu geleneksel güç yapısının artık siyasette bir karşılığının olmadığı anlamına geliyordu. Bununla birlikte, özellikle 20. yüzyıl ikinci yarısındaki gelişmelere tanıklık etmiş Kamboçyalılar, Güneydoğu Asya’nın halen monarşi/demokrasi arasında geçiş dönemini tecrübe etmekte olan ülkelerinde geleneksel otoriteyi temsil eden krallarının ardından ağıt yakıyorlar. Savaş sonrasının ‘bağlantısız’ kalma yanlısı yaklaşım ile, milliyetçi/sosyalist bileşim arasında kadim kültürünün çok uzağında kalan Kamboçya halkı, bu süreçin yaşanmasında rolü olsa da, kökleri ve aidiyetleriyle irtibatı anlamında krallarına son yolculuğunda yalnız bırakmıyorlar.  

Kamboçya adını 1970’lerde gündeme gelen ‘Khmer Cumhuriyeti’ devriminin sonucu olarak yaşanan iç savaş nedeniyle duyurmuştu. Dünya ise, ülkenin yedide birinin -ki bu yaklaşık 1.7 ilâ 2 milyon kişidir – Soğuk Savaş döneminin yol açtığı kitlesel kıyımlara kurban gittiği on yıl boyunca gelişmelere kayıtsız kalmıştı. Aslında Khmer rejiminin doğuşunda Amerika’nın Vietnam’da yürüttüğü savaşın etkisinden bağımsız görmek mümkün değil. Komünist Khmer rejiminin sürgün etmesine rağmen Kral, Çin’de yaşadığı dönemde, uygulanan kıyımlara verdiği destekle biliniyor. Mekong Vadisi’nin bu bölümünü kana bulayan bu sürecin sona ermesi Amerikan’ın Kamboçya’yı bombalamasının etkisi gözardı edilemez.

Kralın ölümünün ardından, varisinin ‘tahtta’ gözü olmaması dikkate alındığında, Angkor medeniyetinin ürettiği monarşinin sona erdiği anlamına gelip gelmeyeceği önümüzdeki dönemde tartışma konusu olacağa benziyor.

19 Ekim 2012 Cuma

Myanmar’da Rohingya Algısı


Mehmet Özay                                                                                                                   12 Ekim 2012

Bir ülke düşünün ki, emsali ülkelerle birlikte aynı yıllarda bağımsızlıkla tanışmış, benzer ‘kurtarıcı ordu’ olgusuna sahip olmuş, bir zamanlar sömürgeci olan ancak ardından yeni bağımsız ulus-devletin modernleşmesine “gönüllü” katılımcılar olarak Batılı yönetimlerin desteğini almış, bununla birlikte aradan geçen altmış yıllık süreçte emsallerinden hayli geriye düşmüş. İşte bu ülke Myanmar. Güneydoğu Asya’nın dünyaya kendini kapatmış ülkesi Myanmar, yeni bir hamle ile bu emsal ülkelerle aradaki farkı kapatmaya karar vermiş bir görünüm çiziyor. Bununla birlikte, azınlıklar konusu ülkenin eti-kemiği mesabesinde. Bu sorunları aşmadan, Batı’dan ya da Doğu’dan gelecek ekonomik ve siyasi desteklerin uzun erimli olması güç. Ülke askeri eliti süreci kendi lehine çevirme adına, dünya ile barışmanın ölçütü olarak eline silah almış tüm etnik unsurlarla masaya oturdu. Bunun ötesinde, anlaşma için masaya oturanların, masaya oturma nedenlerinin dışında gizemli bir elin değişiyle birlikte hareket ettikleri imajını ortaya çıkaracak şekilde üzerinde anlaştıkları bir diğer husus daha var. O da, Rohingyalıların konumu. Rohingyalıların, ne ülke askeri/siyasi elitinin ‘siyasi yatırımlarında’, ne de “ortak dil geliştirme becerisi göstermeleri beklenen azınlık grupların söylemlerinde yeri var.

Hint-Çini/Tibet/Malay dünyası arasındaki bu geçiş ülkesi resmi rakamlara göre 130 civarındaki etnik unsuru ile tam bir antropoloji cenneti. Bu etnik ve kültür mozayiğinin üretebileceği geniş evren yerine, bu topraklarda çoğunluk unsurunu teşkil eden Burma etnisitesinin Avrupa’nın ürettiği milliyetçiliğin en vulgar biçimini sergilemeyi tercih etmesiyle, istisnasız bütün toplulukların hayatını kabusa çevirmeye yetmiştir. O dönemki adıyla Burma’da bizzat yaşayarak toplumu gözlemleme ve inceleme imkânı bulan Furnivall’ın ürettiği “çoğulcu toplum” kavramına gerçek hayatta hakkıyla işlerlik kazandıracak ve bundan azami ölçüde istifade edecek bir toplum inşası yerine, ülke askeri elitin statik duruşu ve bakışı altında bir “ordu devletine” dönüşmüştür. Bu anlamıyla, benzerlerine dünyanın değişik yerlerinde, örneğin Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönem ile ellili ve altmışlı yıllarda rastlanabilecek türden ultra-faşizan duruş, Myanmar’ın üzerine öylesine yapışmış ki, çıkmak bilmiyor. İkinci Dünya Savaşı ile başlayan ve bağımsızlıkla devam eden süreçteki rolü ile, ülkenin kurucu unsuru olma iddiasına “milli ideoloji” haline dönüştüren generaller topluluğu, yarım yüzyıl boyunca ürünü oldukları Japon faşizanlığını aşabilmiş değiller. Faşizanlığı praktize etmede mahir cunta rejimi, bu olgunun felsefi temellerini Burma Krallığı’nda bulduğu iddia edilebilir. 

Öyle ki, ordunun dün sömürgeciye karşı başkaldıran, bugün halklar üzerinde tek karar mercii olmasında somutlaşan kendi içinde maruz kaldığı bu ideolojik evrim, artık bu kurumun varlığının “ülke, halk, vatandaş” gibi unsurların korunması, gözetilmesi için değil, bizâtihi kendi varoluşunun teyidi ve tasdiki adına vatandaşı, halkı aleyhine işletilen bir mekanizmanın üretilmesine yol açmıştır. 

Bu fotoğraf içinde Rohingya (Arakan) Müslümanlarının nerede durduğu sorusu önemli. Ülke yönetimiyle özdeşleşen faşizan yapılanmanın tarihsel köklerinin Burma Krallığı’na uzandığını söylerken, Rohingyalıların maruz kaldıkları tüm imkânsızlıkların da başlangıç noktası, 1784’de Arakan bölgesine yönelik Burma  istilâsıdır. Bu tarih, aynı zamanda, daha birkaç ay öncesinde yaşanan saldırılar ve zorunlu göç hadiselerinin ilki olmakla, Rohingyalıların içine itildikleri açmazın tarihsel sürekliliğini anlama noktasında da ciddi bir öneme sahiptir. Rohingyalıların maruz kaldıkları “exodus”, belki de pek çoklarınca, imparatorluklar çağı savaşlarının doğal süreçlerinden biri kabul edilebilir. Bununla birlikte, bu “exodus”ların modern versiyonlarını tanımlamada kullanılabilecek yegâne kavram ise “apartheid”dan başkası olmasa gerek. 

Ülkenin aktif siyasetinin yeniden yapılanması sürecine konu olan son birkaç yılda başat bir figür olarak öne çıkmakla kalmayan, belki bundan da önemlisi, küresel sempati objesi haline ge/tiri/len Suu Kyi’nin Rohingya meselesindeki duruşu, bir başka deyişle duramayışı, demokrasi prensesinin rejimin temel paradigmasına ne kadar yakın durup durmadığını göstermesi bakımından da ilginç bir veri sağlıyor. Rohingya sorunu karşısında verdiği “Bilmiyorum” cevabıyla, yaşanan dini ve etnik ayrımcılığa dolaylı teşvikte geri kalmadığını ortaya koyan Suu Kyi’nin bu yaklaşımı, mensubu olduğu Burma etnik yapısının tarihsel ve sosyal hafızasının bir yansıması aslında. Modern ve seküler siyaset anlayışına içkin demokrasi ve insan hakları bağlılığı bile Suu Kyi’yi içinde yeşerdiği Budistlikle meczedilmiş Burmalılık etnik unsurunun maruz kaldığı tarihi/psikolojik baskısından kurtulabilmiş değil. Rohingyalıların görünürde Rakhine Budistleri elinde maruz kaldıkları ‘apartheid’ aslında tabiri yerinde kullanarak ifade edersek, buz kütlesinin görünen yüzü. İstisnasız tüm etnik unsurların katılımı ve desteğiyle cunta rejimine karşı daha düne kadar verilen demokrasi, eşit haklar vb. olgular çerçevesinde yürütülen mücadelelerin unutulduğunu ortaya koyarcasına, bugün bu unsurların önde gelenleri Rohingyalıları ülke topraklarında yeri olmadığı hükmünü çıkarsamada cuntacılardan hiç de geride kalmıyorlar. Üstüne üstlük bu yaklaşımlarıyla, Güneydoğu Asya’da apartheid olgusunu canlı bir şekilde dünyaya ilân ediyorlar. Tüm bu yaşananlara tanık olanlar Arakan Eyaleti’nde olan bitenin uluslararası camianın algısının ötesinde olduğunu ileri sürerken, geçenlerde Yangon’da yapılan “21. Yüzyıl Myanmar’ında Ulusal Aidiyet ve Kimlik” tartışmalarının nasıl bir anlamı olabileceği üzerinde düşünmek gerekiyor.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=230800

9 Ekim 2012 Salı

Mengkritisi Artikel ‘Kesadaran Geographi Usmani’


Mehmet Özay                                                                                                                8 Oktober 2012

Perkembangan kesadaran terhadap wilayah otoritas Usmani hampir selalu menjadi topik yang menarik didiskusikan dalam berbagai karya ilmiah. Salah satu yang terkini diterbitkan di Journal of Ottoman Studies (Jurnal Kajian Usmani No.  XXXIX, 2012), di Istanbul ditulis oleh Pinar Emiralioglu. Argumentasi-argumentasi yang dikemukakan dalam teks ini berkaitan dengan kesadaran teritorial dan pemahaman Usmani atas dasar buku ‘Book on China’, sebuah catatan perjalanan, yang disempurnakan oleh Ali Akber Khitayi pada 3 Mei 1516 di Konstantinople. Buku tersebut pada awalnya dimaksudkan untuk dipersembahkan kepada Sultan Selim I (1512-1520), tetapi karena berbagai alasan, buku tersebut akhirnya diserahkan kepada Sultan Sulaiman Al Qanuni, sang pencetus hukum yang Agung (1520-1566).

Tak perlu diragukan bahwa China dengan hak penuh telah diakui sebagai salah satu negeri berperadaban paling tinggi dalam sejarah dunia, baik dalam segi kebangsaan China, birokrasi, administrasi atau yang lainnya, yang berkembang di atas dasar kekuasaan turun-temurun  dari dinasti ke dinasti. Dan Ali Ekber Khitayi menonjolkan China dan tradisi bangsanya dan dasar-dasar hukumnya dalam buku tersebut dan menasehatkan model untuk kepengurusan negara Usmani kedepan. Sebagaimana yang telah diutarakan dalam artikel diatas, tampaknya tokoh intelektual politik Usmani, birokrats, dan pembuat keputusan menemukan bagian –bagian dari buku itu yang dapat dimanfaatkan dan dapat dipraktekkan sepanjang tahun-tahun kekuasaan Sultan Sulaiman. Meskipun tidak ada pertentangan dari emulasi tradisi China tersebut diatas, saya tidak begitu yakin tentang sikap penulis Pinar yang menekankan bahwa karya Khitayi merupakan penyebab besar akan munculnya ‘kesadaran geografi’ dan ‘ambisi imperialisme’ pada abad ke-16.

Mari saya terangkan secara singkat terkait, argumentasi yang kedua, yaitu, ambisi imperialisme. Konsep ini tidak bisa digunakan dalam kebijaksanaan Negeri Usmani, karena hal ini sangat berkaitan dengan pendekatan-pendekatan imperialistik yang tidak ditemukan dalam sejarah Turki Usmani. Karena ambisi imperialisme dominannya terhubung dengan kekaisaran-kekaisaran benua Eropa, sang penulis tampaknya telah dengan tidak sadar merefleksikan konsep ini terhadap Usmani secara khususnya.

Kekhalifahan Usmani, terutama setelah mengakhiri kerajaan Mamluk dan mengeggam hegomoni teritorial Tanah Suci, memiliki ketertarikan penaklukkan yang lebih besar terhadap negeri-negeri lainnya, termasuk China. Dan sekaitan dengan ini, China barangkali telah menjadi semacam contoh sebagai salah satu pemegang kuasa dunia. Meskipun begitu, lebih jauh dari kandungan buku Khitayi dan buku –buku lain yang senada, dalam kenyataannya, pendekatan yang paling konkrit yang telah dilakukan kesultanan Aceh pada abad ke-16 tidak bisa begitu saja ditiadakan. Selain itu, pendekatan ini harus dipertimbangkan dalam dua cara: a) dalam lingkup filosofi politik dan ideologi sultan-sultan Aceh; b) kontribusi terhadap terbentuknya kesadaran Usmani akan eksistensi dunia Islam bagian timur atau geograpfinya, atau bisa juga sekaligus keduanya.

Dalam konteks ini, saya ingin menyorot aspirasi dan prinsip politik nyata kesultanan Aceh Darussalam sejak tahun-tahun kuasa ayah penemu (founding father), Ali Mughayat Shah Saya tidak mengatakan aspirasi dan prinsip ini hanya timbul pada masa Sultan terbesut itu. Meskipun begitu, tidak ada rekaman teks konkrit-sekurang-kurangnya dalam pengetahuan saya – kebijaksaaan ini merupakan kelanjutan dari kesultanan-kesultanan lain yang didirikan di bagian utara Sumatra. Dalam persoalan ini, dapat diakui bahwa kesultanan Aceh Darussalam telah mendemonstrasikan sebuah tradisi yang sudah terkonstruksi di sepanjang proses islamisasi dan keterlibatan politik negeri-negeri Islam terkait di Sumatra.

Hanya sekedar mengingatkan, ada baiknya untuk dikemukakan disini tentang bagaimana minat Usmani mulai merambah kepada kontak dengan Samudra Hindia. Mengenai hal ini, juga tidak jauh menarik jika disaksikan dalam rekaman-rekaman sejarah bahwa alasan-alasan keinginan Usmani tersebut timbul dikarenakan adanya persoalan faktor luar seperti monopoli Portugis di Samudra Hindia. Tidak diragukan bahwa Usmani memiliki visi sebagai pihak yang ‘diterima’ seumpama Negara yang protektif akan Islam dan muslim di geografi ini. Walaupun begitu, wilayah-wilayah dikepulauan ini tampaknya, dalam beberapa hal, secara terbatas berada dibawah kekuasaan elit Usmani dan intelektual politik hingga permulaan abad ke-16. Khususnya, pengaruh Portugis dalam hubungan perniagaan sepanjang Samudra Hindia mencakup geografi yang luas dimulai dari Afrika Timur hingga ujung Nusantara Melayu, termasuk kota kota pesisiran China yang tidak bisa diabaikan. Keberadaan Portugis membuat kita memikirkan pemahaman multi-lineal terhadap perkembangan-perkembangan seperti komunitas muslim dalam hal keterlibatan langsung mereka dalam hubungan dagang dan pelayaran-pelayaran ke Tanah Suci melewati Samudra Hindia, dan berbisnis via Samudra mencapai pesisiran Eropa melalui kota-kota Mediterania dan lain sebagainya. Ketika perkembangan semacam ini berlangsung, ada berbagai ukuran kesultanan Islam dan kota-kota tanpa daya sebagaimana yang sering kali disebutkan  dalam karya karya ilmiah barat, memohon dengan sukses bantuan dari Konstantinopel untuk mempertahankan posisi mereka di depan penjajahan Portugis.

Diantara tuntutan tersebut, kesultanan Aceh Darussalam tampaknya berada dalam pertimbangan tersendiri disebabkan oleh letak geografinya yang penulis debatkan telah mengadakan pembentukan semacam persepsi global akan hegemony dan legitimasi territorial Usmani di Samudra Hindia. Lebih jauh lagi, permintaan orang Aceh tidak berkembang secara kebetulan, sebaliknya sangat hati hati terstruktur sebagai representasi konkrit kesadaran ideologi dan politik Aceh yang menjadi bagian dari persatuan Islam global sebagaimana disaksikan dalam prinsip-prinsip hubungan internasional yang dipenakan oleh Sultan Aceh yang pertama.[1] Sekaitan dengan ini, saya ingin menonjolkan juga bahwa kesadaramn geografi elit-elit politik Aceh  tidak dibatasi dengan Selat Melaka saja, sebaliknya memanjang tidak hanya sampai ke pusat politik-agama duani muslim, katakanlah Konstantinopel, tapi juga hingga china yang sepanjang sejarah telah berpengaruh diseputar Samudra Hindia. Ini disebabkan oleh kealamiahan kondisi geo-strategis tanoh Aceh yang menguat di Samudra Hindia dan dapat mengakses bagian timur dan barat samudra. Apa yang ingin saya sampaikan adalah elit politik Aceh memperkenalkan peripheri timur dunia Islam kepada Kekhalifahan Usmani dengan mengirim utusan-utusannya secara berkesinambungan pada abad ke-16. Sepanjang interaksi langsung dan tidak langsung orang Aceh dengan kedaultanan politik di Konstantinopel membantu Usmani dalam mendefiniskan entity geografi di dunia Islam. Saya berargumen disini bahwa proses harus dipertimbangkan sekurang-kurangnya sebagai salah satu fase modernisasi kekhalifahan Usamani terutama dalam hal perkembangan kesadaran geografi. Lebih jauh lagi, perniagaan-perniagaan internasional Aceh diperkirakan telah mampu membangun sebuah mind-set untuk menyatukan filosofi politik Istana Turki Usmani.

Isu lain yang ingin saya timbang adalah bahwa, katakanlah permulaan abad ke-16 Piri Reis telah memproduksi atlas dunia pada tahun 1513 yang barangkali telah memasukkan pulau Sumatra dan dipersembahkan kepada Sultan Selim I selama masa jabatan perangnya melawan Mamluk pada tahun 1516 di Kairo. Selama itu, Sultan Selim I diharapkan telah memiliki sebuah ide tentang dunia-dunia bagian timur, tetapi interaksi konkrit dengan geografi ini dijalin dengan perniagaan-perniagaan politik sengaja oleh sultan-sultan Aceh. Untuk kalimat terakhir, biarlah saya tutup tulisan ini dengan sebuah pertanyaan. Jika kesadaran geografi Usmani dipengaruhi oleh karya Khatayi dan sebagaimana yang sudah saya kemukan mengenai pendekatan konkrit Aceh, bagaimana mungkin kita menemukan elemen Usmani di Pasai dan Melaka selama permulaan abad ke-16 seperti yang disebutkan dalam sumber-sumber Portugis?. Saya berharap mampu menemukan jawabannya dalam tulisan-tulisan anak negeri lainnya.

http://www.acehindependent.com/2012/10/08/mengkritisi-artikel-kesadaran-geograpfi-usmani/



[1] Sumber ini bisa didapatkan dalam berbagai buku karangan Prof. Ali Hasjmy. Jika ada kalangan yang menolak akan keilmiahan buku-buku beliau, maka itu menjadi tugas kalangan tersebut untuk menemukan secara ilmiah bagaimana beliau memngembangkan ide seperti ini dalam buku-bukunya. 

Bir Entelektüel Şahsiyet: Harun Keuchik Leumiek


Mehmet Özay                                                                                                              8 Ekim 2012
Toplumların içinden geçtikleri tüm siyasi ve toplumsal çalkantılar, hır-gürlere rağmen, bu yapı içinde kültürün, sanat değerlerinin ve estetiğinin koruyuculuğu sorumluluğunu kendine biçen ve sessiz sedasız bu vazifesini ivedilikle devam ettiren bireyler vardır. Sosyal ilişkilerin görünür yüzünde çoğunluk onları farklı yönleriyle tanırken, onlar aslında tarih olacak bugünlerin inşası ile meşguldürler. İşte Harun Bey de onlardan biri. Tam adı, Harun Keuchik Leumiek... Açe’nin önemli mücevheratçısı olarak bilinir. Bu önemi, işine saygısından kaynaklandığı gibi, belki de genelin bilmediği ancak ilgili çevrelerin yakından takip ettiği üzere bir kültür adamı olmasından da kaynaklanıyor. Mücevheratçılığı, onu içinde yeşerdiği toplumun önemli sanat ve estetik değerlerine yoğunlaşmasına bu anlamda sadece yerel bazda değil, ulusal düzeyde dikkat çeken bir kolleksiyoner olmasına neden olmuştur. Kimilerince kolleksiyonerlik, bir tür para kazanma yolu olarak da değerlendirilebilir elbette. Ancak Harun Beyi daha da öteye taşıyan özelliği, elindeki değerleri daha da anlamlı kılacak şekilde çeşitli yazılar, kitaplar kaleme almasında yatar. “Açe’de Altın İşlemeciliği” (Perhiasan Tradisional Aceh) (1998) ve otobiyografi (2008) çalışması bunlardan birkaç.  

Otobiyografisi demişken biraz bilgi vereyim. Bu eser, bugünlerde yetmiş yaşına girmiş olan Harun Keuchik Leumiek’in dolu dolu geçirdiği yaşamını ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda, 20. yüzyılın ikinci yarısında Açe’de yaşananlara da bir ışık tutuyor. Eserde Harun Bey’le ilgili olarak Ameer Hamzah, Prof. Dr. HM. Hakim Nyak Pha, H. Badruzzaman İsmail gibi Açe’nin önde gelen kişilerinin görüşlerine yer verilmesi de Harun Bey’in Açe’nin toplumsal, siyasal ve kültürel yaşamındaki önemini ortaya koymaktadır. Açe’nin tarihi ve kültürel birikimini kendinde meczetmiş, entelektüel bir şahsiyetle yaptığım bu ikinci görüşme de sona erdi.

Harun Bey, işinin bir gereği olarak Endonezya Kuyumcular Derneği üyesi. Zanaatkârlığını, kolleksiyonerliğini geniş kitlelerle paylaşmak ve bu anlamda toplumda bir bilinç oluşumuna vesile olmak amacıyla görüş ve dünüşcelerini Mimbar Swadaya, Medan’da yayınlanan “Harian Analisa” gibi kimi gazete ve dergilerde yazarak gündeme getiriyor. Bu yazarlığını elli yılı aşkın süredir devam ettirdiği fotoğrafçılığı ile zenginleştirmiş biri. Bu özel çalışmalarının yanı sıra, kimi kurumlardaki görevleri ile bir anlamda resmi hüviyete kavuşturmuş biri. Bu anlamda, Açe Geleneği Derneği -ki Açe resmi kurumları ve protokolü içinde önemli bir yeri halen devam etmektedir- olarak çevirebileceğimiz “Majlis Adat Aceh”nin başkanlığını yürüttüğü biliniyor. Bir başka özelliği ise, Açe kostümleri üzerine ihtisası. Bu konudaki ilgisi onu kimi tarihi kişilikleri konu alan filmler için kostümler üretme noktasına kadar getirmiş.

Harun Bey’in mücevherat dükkânı meşhur Beytürrahman Camii’nin hemen yanı başında. Burası, aynı zamanda, mücevherciler sokağı olarak da bilinir. İlerleyen yaşına rağmen, işiyle alâkasını devam ettiren, bununla birlikte, vaktinin önemli bir bölümünü de entellektüel faaliyete ayırmaktan geri kalmayan bir zanaatkâr. İlk kez, bir öğlen vakti dükkânına yaptığım ziyarette tanışmıştım. Duruşu ve konuşuşundaki dikkat ve intizam öyle ki mücevhercilik gibi ince işi bir zanaatla irtibatından geldiğine kuşku yok.

Harun Bey’in mücevhercilik sanatı ile irtibatının, ailesinin Açe’nin meşhur Bitay Köyü’nde yaşamış olmaklığıyla irtibatı göz ardı edilemez. Çünkü bu Köy, tıpkı Kampung Pande gibi (Pande’nin gümüş anlamına gelmesinin de ortaya koyduğu üzere gümüş işçiliğinin geliştiği yerdi) adı geçmişte bu türden zanaatkârlığın yeşerdiği ve gelişme gösterdiği mekan olarak biliniyor. “Bugün buna dair elimizde ne var?” sorusuna cevabı, Harun Bey’in Açe’de altın işlemeciliği ve süslemeciliğini konu olan kitabında yer verdiği fotoğraflarda buluruz. Bu çalışmanın ilk sayfalarında 1911 yılına tarihlenen siyah-beyaz fotoğraf Bitay’da altın işiyle meşgul zanaatkârlara dikkat çekiyor. Fotoğraftakilerden biri de Harun Bey’in büyükbabası...

Böylesi bir ailenin ferdi olan Harun Bey, bölgede Açeli zanaatkârlarca üretilen değerlerin korunması konusundaki çabasına örnekliği ile dikkat çekiyor. Bu tür coğrafyalarda, çeşitli hengameler nedeniyle modern anlamda bir korumadan -en azından yakın döneme kadar- bahsedilemeyeceğinden hareket ederek söylersek, Harun Bey onun gibi belki birkaç kişinin varlığının içinde yaşadıkları toplumun kültür ve tarihi varlıklarının nesilden nesile aktarılmasındaki önemi ortaya çıkar. Burada hemen, birkaç ay önce Singapur’da Empress Caddesi’ndeki meşhur Asya Eserleri Müzesi’nde Açe ile ilgili eserlerin yer aldığı ve 19. yüzyıl sonuna tarihlenen, içinde kolyelerin (seurapi), küpelerin (subang) bulunduğu bölümdeki mücevherleri gördüğümde, Harun Bey’in Açe toplumu için yaptığı çalışmanın ne tür boyutlar içerdiğini bir kez daha fark etmiştim.

Harun Bey’in Banda Açe’nin merkezinde Surabaya Kavşağı köşesindeki genişçe evi bir müzeyi andırıyor. Burası Açe sanat eserlerine ilgi duyan yerli ve yabancı konukların sıkça ziyaret ettiği mekânlardan biri. Genişçe salona açılan kapıdan girildiğinde, evin sahip olduğu bu kıymetli eserlere göre tasarlandığı düşünülür. Bir uçtan bir uca camekânlı dolaplar içindeki aralarında meşhur rencongların da bulunduğu envai türden savaş aleti, sultanlık mühürleri, Çin işi seramikler ve porselenler, sultanlık dönemine ait altın sikkeler, geleneksel kıyafetler, bazı el yazma eserler vb. yer alıyor. Tüm bu kültür objeleri, dükkânında ‘sakladığı’ üç yüzyıllık kılıçları tamamlayan unsurlardır.

Yukarıda fotoğrafçılığına değinmiştim... Bu anlamda, elinde önemli bir fotoğraf koleksiyonu bulunuyor. Her bir fotoğraf bir A4 kağıda yapıştırılarak ve üzerine tarihler ve mekânların isimleri düşülerek devasa bir “Yakın Dönem Açe Tarihi” kayıtları bugüne kadar geliyor. 1960’lı yıllardan itibaren fotoğraf çeken sayın Harun Bey, iki farklı dönemde gerçekleştirdiği çekimlerle iki farklı tarihi döneme analitik bir yaklaşım sergilemiş oluyordu. Bu bağlamda, bu fotoğraflarla Banda Açe’nin son elli yılındaki değişimi ortaya koyuyor.

Harun Bey, Açe kültür ve sanat varlıklarını korumaya yönelik ilgisi ve çabası nedeniyle 2006 yılında Endonezya Kültür Bakanlığı özel ödülüne layık görülmüş. Harun Bey’in bu çabasının yeni nesillerce kıymetinin bilinmesini temenni ediyorum.

http://www.dunyabizim.com/Manset/11161/hem-fotografci-hem-koleksiyoner-bir-aceli.html

1 Ekim 2012 Pazartesi

Endonezya’da 30 Eylül 1965 Darbesi’nin Yıldönümü ve İlişkiler Ağı


Mehmet Özay                                                                                                                   30 Eylül 2012
30 Eylül 1965 Endonezya modern tarihinin dönüm noktalarından biridir. Altı generalin evlerinden kaçırılarak Timsah Deliği (Crocodile Hole) adı verilen mekanda katledilmeleri 1 Ekim sabahı saat 4 sularında gerçekleşse de, genelde tarihe G30S olarak geçti. Generalleri kimlerin kaçırdığı konusu aydınlığa kavuşturulamasa da bu suç devrim girişiminde bulunan dönemin Komünist Partisi’nin girişimi olarak ilân edildi ve hemen akabinde Suharto önderliğinde askerin karşı devrimiyle karşılandı.

Bu operasyon ve akabindeki gelişmeler, yol açtığı sonuçlar itibarıyla, ülkenin modern tarihinde karanlık deliklerinden biri olmayı sürdürüyor. O dönem, istihbarat biriminin başında olan ve adı sanı pek de duyulmamış Suharto’nun, bu vakıadan birkaç gün sonra ülkenin kurucu lideri Sukarno’yu görevden aldı. Sebebi, devlet başkanının komünistlerle işbirliği içinde olmasıydı... Aslında söz konusu bu gelişmeyi “askeri darbe” olarak değerlendirilmesine yol açacak iki önemli husus vardır. İlki, Suharto’nun öldürülen generallerden birinin görevine “kendisini ataması”dır; ikincisi ise dönemin devlet başkanı Sukarno’nun kendini Genelkurmay Başkanı mevkiinde görerek yardımcılığına da ordu üst düzey yönetiminden birini ataması. Ancak bu süreçte Suharto’nun “yönetime el koyarak” devlet başkanının yetkilerini askıya alması, siyasi ve askeri idarenin de facto kendi elinde toplanmasına neden oldu.

Adına Yeni Düzen (Orde Baru) denilen ve 1971’den başlayarak 1998 yılı Mayıs’ında Suharto’nun görevi bırakmasına kadar süren rejim ülkenin bugüne kadar devam eden ‘siyasi kimliğinin’ oluşmasında başat rol oynadı. 30 Eylül karanlığı, gene bu dönemde yazılan resmi tarihe göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Rus ve Çin komünist partilerinden sonraki en büyük Komünist Parti’nin ülkede devrim girişiminin önünü almak üzere yapıldı. Sayıları en az beş yüz bin ilâ bir milyonu aşkın parti üyesi ve sempatizanının öldürülmesi, binlercesinin hapsedilmesi, sürgün edilmesi, kovuşturmaya tabi tutulan kitlelerin yakınlarının bir vatandaşın devletten bekleyebileceği temel haklardan yoksullaştırılması ve geniş kitlelerin nefretinin odağı haline getirilecek kurmaca politakalara tabi tutulmaları gibi siyasi, toplumsal, psikolojik her türlü baskı ve şiddete maruz bırakılmaları ülkede siyasi ve toplumsal yaşamı derinden etkileyen bir hadisedir. Elbette bu baskının sadece adına “komünist” veya “komünist sempatizanı” denilen kitlelerle sınırlı olmadığı malumdur. Bir örnek vermek gerekirse, Suharto’nun darbesini halk nazarında meşrulaştırma görevi verilen üniversite öğrencileri, darbeden on yıl sonra aynı kampüslerde bu sefer Suharto’ya karşı gösterilere başladıklarında rol değişimine tabi tutulmuşlardı

Bu dönemin henüz hakkıyla anlaşılamamasında, bu olaylarda “baş rol oynadığı” izlenimi veren Suharto’nun 32 yıl boyunca iktidarda kalmasının hiç kuşku yok ki büyük önemi var. Bu 32 yılda neler olduğuna değinmeden önce, 30 Eylül 1965 öncesine kısaca göz atalım.

Karizmatik bir lider olan Sukarno’nun Amerikan eksenli Batı ideolojisine ve yapılanmasına meydan okuyan duruşu Rusya ve Çin ile siyasi flörte yol açarken, bir yandan da sahip olduğu siyasi kişiliğinin bir sonucu olarak kendini bir Asyalı lider olarak öne çıkarma çabası da dikkatlerden kaçmamaktadır. Bunun pratikteki örneğini Sukarno’nun” Bağlantısızlar Birliği” içerisinde oynadığı rolde görülür. Sukarno, Doğu-Batı eksenli ve dünyayı iki siyasi bloga ayıran paylaşıma ‘hayır’ diyen alternatif bir oluşum Bağlantısızlar Birliği’nde dikkate değer bir yeri vardı ve bunu 1955 yılındaki ses getiren Bandung Konferansı ile bu konumunu kurumsal bir boyuta taşımayı başararak gösterdi. Dönemin komünist ve sosyalist blogundan önemli isimlerin bir araya geldiği bu oluşumun Amerika’yı dönemin küresel bağlamında memnun etmeyeceği gibi, Endonezya gibi sahip olduğu Müslüman nüfusu, Hint ve Pasifik Okyanusları arasında uzanan geniş coğrafyası vb. yönleriyle “öteki blok”a terk edilemeyecek bir ülke konumundaydı.

Hattı zatında, coğrafyasının geniş bir bölümünün 350 yıla varan Hollanda sömürgeciliğine tabiiyeti, 20. yüzyılda Amerika’nın temsil ettiği eko-politik yönelimle şu veya bu şekilde çoktan ilişkili olduğunu ortaya koyuyor. Dış ilişkiler bağlamında bunlar olup biterken, 17 Ağustos 1947’de ilân edilen bağımsızlıktan itibaren “demokratik parlamenter sistemi” uygulamaya koyan Endonezya Cumhuriyeti aslında İslamcı akımların ve entellektüellerin çıkışının gölgesinde bağımsızlığa uzanmıştı. Bu nedenle Cumhuriyet’in ilk yılları, merkez güçlerin veya bir başka deyişle Cava Milliyetçisi ve sekülarist yapının, dönemin en güçlü İslamcı partisi Masyumi’yi ortadan kaldırmaya yönelik siyasi çekişmelere sahne oluyordu. Bu süreç, parlamenter sistemin zaafa uğraması üzerine Sukarno’nun “Denetimli Demokrasi” adını verdiği yeni bir siyasi oryantasyonu gündeme taşımasına neden oldu. Bu süreç, aynı zamanda, onun giderek daha fazla “komünist” bloga yaklaştığı yıllar oldu. Sukarno’nun İslamcı parti ve çevrelerle sürtüşmesini bir kenara not edelim. Çünkü bu sürtüşme, 30 Eylül 1965 sonrasında vukua gelecek “komünist kıyımlarında” çeşitli oluşumlara mensup Müslüman gençlerin ve halkın bizzat katılımlarına doğru evrilecek bir yapıyı bünyesinde barındırdığı söylenebilir. Şimdi yeniden Suharto’ya dönebiliriz...

Suharto gücünü nereden almıştı sorusu önemli. Bu soruyu bugüne kadar pek çok araştırmacı gündeme getirdi ve cevabını bulmaya çalıştı. Suharto’nun dönemin pek de öne çıkmayan bir subayı olmasına rağmen, özellikle askeri istihbaratın başında bulunan bir isim olarak bu girişiminin ardındaki ilişkiler gün yüzüne çıkarılmayı bekliyor. Öte yandan, ülkenin iç dinamikleri bağlamında ordunun konumu üzerinde durulmayı hak ediyor. Endonezya ordusu, tıpkı üçüncü dünyanın diğer orduları gibi, varlığını ve gücünü “ülkenin birlik ve beraberliğini koruma” ile özdeşleştirmiş bir yapıdan alıyor. Endonezya’nın 1945-1949 yılları arasında eski sömürgesine geri dönen Hollanda güçlerine karşı Endonezya milliyetçileri etrafında odaklaşan militer gücün karşı koyması, bugüne kadar süre giden ordu-devlet etkileşiminin temellerini temsil eder. Bağımsızlık öncesindeki bu rol, orduyu “Halkın Ordusu” kılmaya yeten ve resmi ideolojinin bu kavram üzerinde gelişmesinde başat bir etkisi vardır. Öyle ki, ordu aradan geçen süreçte, sivil demokratik yapılanma karşısında konumunu meşrulaştırma adına ideolojik “reorganizasyonunu” sürdürerek kendisini “İkili İşlevi” (Dual Fungsi) bir ideolojik zemine taşımıştır. Ancak bugüne kadar özellikle de 30 Eylül geceyarısından sonra yaşananlar ordunun ülke modern tarihi kadar, İkinci Dünya Savaşı’nda modern devletler içinde halkının bir bölümü ideolojik nedenlerle yıkıma uğratan ülkeler sıralamasında ön sıralara taşımaya yetmiştir. Bu süreç ülkede, sosyal barışın “devlet terörüyle” (Heryanto 2006) kurulmaya çalışıldığı bir döneme aralanır.

Bu süreçe ülkenin gerek gelenekselci gerekse modernist İslamcı çevrelerinin nasıl bir bakış yönelttiği de önemlidir. Sukarno’yu hedef aldığı aşikâr olan ve Suharto yönelimli gelişme gösteren darbe sürecine eklemlenen “müslüman” unsurların kim adına araçsallaştırıldıkları belirsizliğini koruyor. Soğuk Savaş yıllarına denk gelen bu dönemde, gözlerden kaçmayan husus ise, Aradan geçen zaman diliminde ülkedeki Müslüman unsurların cunta rejiminin ve uzantılarının politik, ekonomik ve toplumsal varlıkları ve kasıtları karşısında yaptırım, zorlama, teşvik, kabullenme, benimseme gibi farklı tür etkileşimlere konu olduklarıdır. Öyle ki, 2000’li yıllara kadar geçen süre zarfında ülkenin adına parlamenter demokrasi denilen rejimine tanıklığının sadece 1950-57 yıllarını kapsadığı düşünüldüğünde babalığını Suharto’nun yaptığı Yeni Düzen politikalarının İslamcı partiler, cemaatler, sivil toplum oluşumları ve geniş Müslüman kitleler üzerindeki etkisi yadsınamaz. Ülkedeki Müslüman unsurların, bağımsızlık öncesinde milliyetçi-seküler çevrelerle müzakereleri, Masyumi’nin giderek artan birleştirici siyasi gücü,  binlerce geleneksel dini okul, yayın ve basın faaliyetleri gibi unsurların varlığı dikkate alındıkta, Suharto’nun ordu başta olmak üzere, siyasi hayat, sivil toplum yapılanmalarını rejimin varlığı adına manipülasyonlarından İslami kesime de epeyce bir pay düşüyordu. Modern Endonezya’da hangi sistem dikkate alınsa İslamcı siyaseti manipülasyona ayarlı olduğu dikkat çeker. Bu anlamda Sukarno’nun Denetimli Demokrasi’sinin uygulandığı yıllarla kıyaslandığında Suharto’nun Yeni Düzen’li yıllarının çok daha sıkı tedbirlerin” alındığını ortaya koyar (Fealy-Hooker-White 2006: 45).

Bu süreçte ülke müslümanlarını ilgilendiren belki de en önemli husus, “Pengkhianatan G30S/PKI” adlı propaganda filminin açılış sahnesinde kimliği belirsiz kişilerce, ancak sembolik işaretlerle “komünistlere” atfın yapıldığı cami baskını olsa gerek. Ancak unutulmamalıdır ki, bağımsızlık öncesinde Sukarno ile yapılan ve önemli tartışmalara konu olan Pancasila ideolojisi, 1970’lerden itibaren yani Suhartolu yıllarda yeniden yapılandırılarak, içinde geniş Müslüman kitlelerin de yaşamlarına “kast edilen” halk kesimlerine dayatılan bir devlet aygıtına dönüştürülmüştü.

30 Eylül’den bugüne ne kaldığı önemli. Bu soru, ordunun üst düzey generallerinin asker üniformasını çıkartıp, sivil siyasette önemli konumlara adaylıklarında belirginlik kazanır. Aslında bu Güneydoğu Asya’nın asker rejimlerinin gelişimine örneklik bakımından da dikkat çekicidir. Öyle ki, Lee Kuan Yew’ın zamanında, Endonezya’daki bu gelişmeyi bölgenin diğer ülkelerine, örneğin Myanmar cuntasına alternatif olarak önerdiği de biliniyor. Bölgede ve küresel plânda siyasi yapılanmaların aldığı şekiller doğrultusunda askerin bizatihî yönetime gelmesinin önündeki engellere rağmen, asker kökenli siyasetçiler görevleri sırasında elde ettikleri büyük sermayelerle ve çıkar çevreleriyle kurdukları ilişkilerle sivil siyaset arenasında boy gösterme geleneğini doğurdu. Askerin sivil siyasete ilgisinin ardındaki gerçek, 32 yıllık Suhartolu yıllar boyunca ordunun sivil hayatın her alanına nüfuzunun bir ifadesidir. Öyle ki, 1988 sonrasında ülke siyasetinde onbeş yıl gibi uzun bir zaman diliminden sonra pek de tatminkâr olmayan bir süreçte ilerleyen “reform sürecinden” bahsediliyorsa bunun önemli nedenlerinden biri bürokraside hakim konumdaki Suharto kadrolarının varlığı olduğuna kuşku yok (Mietzner 2009: 38).

Elbette ülkenin şu veya bu şekilde “ekonomik” ve de belli ölçülerde “siyasi” kalkınmışlık göstergelerini göz ardı etmiyoruz. Aksine, bu sözde gelişmişliğin kimler elinde toplandığıyla bağlantılıdır. Bunda elbette Hussein Alatas’ın (1977: 8) aktardığı üzere kimi Batılı sosyal bilimcilerin Cava halkı özelinde dile getirdikleri “...İçinde bulunduğu durum karşısında sesini çıkartmayan bir halk. Aksine, öyle bir gönüllülükle yoksulluğun içine kıvrılmış bir halk görünümünde...” tanımlamasında olduğu üzere, üniformasını çıkarmış siyasi liderlerine yönelik yaklaşımlarında aradan geçen on yıllara rağmen, pek de farklı bir yaklaşımı ortaya koyamamış geniş halk kitlelerinin duruşu da hesaba katılmaya değer.

Suharto’nun askeri darbesinin izleri dolaylı değil, aksine doğrudan etkisini bugün de gösteriyor. Bunun en son sembolik göstergelerinden biri, o dönem Ordu Özel Birlikleri’nin başında görev yapan ve Orta Cava’da Endonezya Komünist Partisi sempatizanlarını hedef alan “girişimleri” yürütüne General Sarwo Edhii Wibowo’nun -ki şu anki devlet başkanı Susilo BambangYudhoyono’nun (SBY) kayınbabasıdır- Demokrat Parti’nin önerisi ve devlet başkanı SBY’ın da onayıyla “ulusal kahraman” ilân edileceği haberidir. Ülkedeki her toplumsal kurumu etkisi altına alan yarım yüzyıl önce gerçekleşen bu hadisenin derin boyutlarının ortaya konması daha çok vakit alacak gibi gözüküyor.