Mehmet Özay 14.12.2024
İslam dünyası kavramı içersinde değerlendirilen ülkelerde veya Müslüman toplumlarda, devrim özleminin bitmediğine Suriye örneğiyle, bir kez daha tanık oluyoruz.
Söz konusu bu devrim sürecinin bitmemiş olması,
tanıklığımızın devam ettiğini ve de edeceğini gösteriyor...
Suriye’de yaşanan gelişme, Müslüman toplumlarda sosyal,
siyasal ve dini bilincin, ne denli kaygan olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.
Bu kayganlık istikrarsızlık, belirsizlik, güvensizlik
gibi ilintili süreçlerle beraber ortaya çıkarken, sorunun temelinde, tüm
bunların üzerinden gelinebilecek bir toplumsal, siyasal ve dini zeminin veya
bunları da içine alacak şekilde bir entellektüel duruşun ortaya konulamamış
olması bulunuyor.
Bu noktada birileri çıkıp, “Suriye toplumu devrim’e
hazırdı” diyebilir.
Ancak, bu devrimin niçin ortaya konulacağı/konulduğu ile
devrim sonrasında nasıl bir sistemin önerileceğine dair sorulara kapsamlı,
inandırıcı, sürdürülebilir cevaplar verilebilmiş olduğununu söylemek güç.
Suriye toplumu
Suriye özelinde karşımızda ne tür bir Arap milli düşüncesi,
ne tür bir Suriye düşüncesi, ne tür bir dini düşünce olup olmadığı sorularına
cevap verilmedikçe, Suriye ve de benzeri ülkelerdeki benzeri gelişmeleri,
popüler olarak ‘devrim yaptık’, ‘devrimci olduk’ sloganlarının dışında
anlamlandırmak mümkün değildir ve de olmayacaktır.
Bu çerçevede, Suriye toplumunun yeksenâk bir şekilde, bir
dini grubun çoğunluğunda olmadığını da hatırda tutmakta yarar var.
Bu durum, Suriye’de sözde devrim denilen süreci yöneten,
liderlik yapan gruplar ile bu sürecin bir yerlerine zorunlu veya gönüllü olarak
eklemlenmiş olanlar ve böylesi bir sürecin gerçekleşmesini beklemekle birlikte,
sürecin dışında kalanlar arasında gayet önemli ideolojik ayrışmaların olması,
bu sürecin en önemli arızalarından birini teşkil ediyor.
Bu çerçevede, Suriye gibi toplumsal bünyesinde, Müslüman
olmayan, etnik ve dini azınlıkları bünyesinde barındıran bir ülkede, toplumsal
ve siyasal ilişkilerin nasıl yerli yerine konulacağı konusunda akılların daha
da karmaşık olması kaçınılmazdır.
İki temel husus
Kısaca tarif edilmeye çalışılan Suriye’deki bu toplumsal
ve siyasal çoğulcu yapının, -kimileri bunu karmaşa olarak da adlandırabilir-, rejim
değişimine konu olmasını, sözde erişilen bir ‘askeri’ çözüm olduğunu
sananların, öncelikle iki temel hususa dikkatle eğilmesi gerekiyor.
İlki, son yarım yüzyılda, Suriye’de siyasal ve toplumsal
olarak neler olup bittiğinin anlaşılmasıdır...
İkincisi, en azından, son yarım yüzyılda dünyada,
özellikle de, Müslüman coğrafyasında benzeri olarak gelişme gösteren, siyasal
ve toplumsal değişimlerin nasıl oluştuğu ve ne tür sonuçlara yol açtığıyla
ilgilidir.
Bu iki temel hususun anlaşılması hem, Suriye özelinde
tekil hem de, Müslüman dünya özelinde genel olarak Müslüman toplumlarda
toplumsallaşma ve siyasallaşma eğilimleri ve bunları nelerin belirlediği ve
sözde, adına ‘devrim’ denilen süreçlerin, ilgili toplumları nereden nereye
getirdiğine dair bir fikir verecektir.
Buna ilâve olarak, bu kısa dönemli tarihsel-sosyolojik
yaklaşım, kronolojik olarak sondan başlanarak ve tedrici olarak geriye doğru
gidilerek, Suriye ve benzeri toplumlarda ne tür toplumsal, siyasal ve dini
sistemlerin olduğunu ve bunların birbirleriyle etkileşimine dair bir düşünce
geliştirmemize olanak tanıyacaktır.
Devrim özlemi
Suriye’de, merkezi siyasi otoritenin ve gücün ortadan
kaldırılışının devrimci olma özelliğiyle, bu devrimin Suriye toplumuna
getireceği varsayılan çözümlerin belli başlı siyasal ve toplumsal olgular,
kriterler, yapılar üzerinden gerçekleştirildiğini sanmak güç.
Akıllarda, bir Fransız Devrimi özlemi olduğuna kuşku yok...
Bunun, diğer güçlerin yanı sıra, Suriye’nin tarihsel
olarak Fransa’nın etkisi ve nüfuzu altında kalmış olmasıyla bir bağı
olabileceği gibi, bundan bağımsız bir yönü de bulunuyor.
Bu bağımsız yön, Fransız Devrimi’nin içkin olan ilkelerin,
Suriye’de devrimi yaptığı varsayılan çevrelerin, -en azından işi düşünme,
düşünce geliştirme ve üretme olan çevrelerin yani, entellektüellerin- bir
bölümünün zihinlerinde veya en azından söylemlerinde ortaya konulma arzusunda
karşılık buluyor.
Ancak, böylesi bir arzunun pratiğe geçirilebilmesi için
ortada bir düşünce sistematiğinin, bir siyasal ve toplumsal mekanizmanın
olmadığının fark edilemememiş olması, yapıldığı varsayılan devrimin popülerlik
kazanmasının ötesinde bir anlamı bulunmuyor.
Bu durum, bize sözde devrimin ardında kayda değer bir
entellektüel bakış açısının olmadığını aksine, sürecin belirli iç ve dış
siyasal liderler, aktörler, gruplar ile bazı ülkeler güdümünde yürütüldüğü
intibaını uyandırıyor.
Benzerlikler
Müslüman toplumlarda, siyasal değişim ve bunun en uç
uzantısı olarak değerlendirilebilecek ‘devrimci’ yaklaşımlara dair, yaşadığımız
dönemin en yakın örneğini, geçtiğimiz Haziran-Ağustos ayları arasında
Bangladeş’teki gelişmeler oluşturuyor.
Birkaç ay önce gerçekleşen Bangladeş örneğinden
hareketle, benzeri tecrübeleri geriye doğru giderek on yıllar içerisinde,
Ortadoğu, Kuzey Afrika, Afrika’nın ilgili ülkeleri ile, Güneydoğu Asya’daki
bazı gelişmeleri karşılaştırmalı olarak ele almak gerekiyor.
Bu noktada, toplumsal ve siyasal değişim olgusu olarak
karşımıza, ne tür bir genel görüntünün çıktığına bakmak gerekiyor...
Suriye ve benzeri ülkelerde gerçekleştirildiği söylenen,
sözde devrimlerin hemen başında karşımıza çıkan tablo, dağınık eli silahlı
grupların kahramanvari bir edayla şehir merkezlerinde gelişigüzel dolaşmaları,
onların etrafını saran düzensiz, istikrarsız çocuklar ve yaşlılar dahil
toplumun farklı kesimlerinin bir karmaşa ve kaos atmosferini şenlendirme
yönündeki eğilimleri oluyor.
Bu görüntüler, geniş kitleler nezdinde gelişmelerden bir
tür habersizlik ve bilgisizlik olgusunu gayet açık bir şekilde ortaya koyarken,
sanki sıfırdan yeni bir güne başlanmışcasına bir heyecanın ortaya konulmasına
yol açıyor.
Bu noktada, bu tür görüntülerin sadece küresel medyaya
malzeme olmaktan öte bir anlamı olduğunu düşüncek güç.
Kendine devrim
Yukarıda, Fransa bağlantısına ve Fransız Devrimi olgusuna
değinmiştim...
Müslüman toplumlarda ortaya konulan ve/ya konulmak
istenen devrim özlemlerinin, gizli/açık kendini Batı Avrupa toplumlarında, 18.
ve 19. yüzyıllarda yaşanan değişimlere, devrimlere yönelik özlemi içinde
barındırdığını ileri sürmek için elimizde gayet önemli veriler var.
Bu durum bile, Müslüman toplumların siyasal ve
entellektüel çıkış noktalarının nasıl ‘öteki’ tarafından belirlenmiş olduğunu
ve bu anlamda, kendi öz duruşlarından ne denli yoksun olduklarını göstermesi
bakımından gayet manidardır.
Yaşadığımız dönemde ve/ya son yarım yüzyıllık sürece
baktığımızda, ortaya konulmak istenen, bir takım değişim yönelimlerine dair
çıkışları, “iç devrimsel nitelikler” olarak tanımlamak mümkün.
Tunus’dan Mısır’a, Suriye’den İran’a, Pakistan’dan
Endonezya’ya kadar tanık olunan süreçlerde bir devrimcilik ruhunun varlığı,
bizatihi ‘kendilerine yönelik’ yani, bizatihi bu toplumların kendi siyasal
gerçekliklerinin ürettiği ideolojik yapılara, siyasi hareketlere, partilere ve
hükümetlere karşı gerçekleştirilen devrimler olarak tezahür etmiştir.
Ancak bu gelişmelerin, adı geçen ve benzeri ülkelerde
toplumsal ve siyasal istikrar getirmek yerine, başka bir tür toplumsal ve
siyasal istikrarsızlıklara yol açması, ortada kayda değer bir hatanın olduğuna
işaret ediyor.
Son olarak Suriye örneğinin gösterdiği gibi, bu tür sözde
devrim içerikli gelişmeler, Müslüman toplumlarda sosyal, siyasal ve dini
bilincin belirsizliği, istikrarsızlığı ve de ne denli kaygan olduğunu gözler
önüne seriyor.
Sorun tespiti
Elbette, bugün yaşanmakta olan sorunun kökeninde/temelinde,
Batı Avrupa sömürgeci güçlerle hesaplaşma bulunmuyor...
Bunun açık ve seçik olarak görülmesi gerekiyor.
Uzun tarihsel süreçlerin birbirine eklemlenebilirliğini
dikkate alarak, böylesine bir siyasal gerçekliği yani, Batı’ya tepkiciliği yadsımamakla
birlikte, böylesi bir tepkiciliğe saplanıp kalmanın bugüne kadar etkisini nasıl
ortaya koyduğunu doğru değerlendirmek gerekiyor.
Suriye’de yaşanan son gelişme bunun tastamam kanıtı
hükmündedir...
Müslüman toplumların, önceki dönemler bir yana, 18. ve
19. yüzyıllarda kendi içlerindeki değişmeye yönelik gizli/açık devinimsizlikleri
ile var olan siyasal ve toplumsal yapıyı yeniden düzenleme konusundaki
isteksizlikleri, bu yönde atılmak istenen kimi edimlerin, daha doğmadan ölüme
mahkum edilmişlik hali, hiç kuşku yok ki, bu toplumların kendi iç
atıllaştırılmasının bir göstergesidir.
Müslüman toplumların 20. yüzyılın başlarından itibaren,
tedrici olarak başlayan ve Batılı sömürgeci devletlerden kurtulmanın adı olan
‘bağımsızlık’ mücadelelerinin ne kadar suni olduğunun yeni bir göstergesidir bu
yaşananlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder