Mehmet Özay 06.12.2024
GİRİŞ
Bir kıta büyüklüğündeki topraklarda farklı etnik ve dini yapılara ev
sahipliği yapması ve zengin doğal kaynakları sebebiyle tarih boyunca Batı ve Doğu
arasında ticarî, sosyo-kültürel ve dinî etkileşimlere sahne oldu. Bu
özelliklerine hiç kuşku yok ki, sahip olduğu mistik doğaüstücü inanç
yapılarıyla son yüzyılda modern Batı’nın materyalist yaşamı içerisinde sıkışıp
kalmış bireylerine alternatif dini yaklaşımlar için ilham kaynağı olması
eklenmelidir (Dijkink 1996, 129; Dobbs-Higginson 1993, 169).
İngilizler, 1750’lerden itibaren bölgede irili ufaklı pek çok prensliklerle
yaptığı siyasi anlaşmalarla ticari ve siyasi çıkarlarını inşa etti. Adına
“dolaylı yönetim” denilen bu sistemde, prensliklerin üçüncü taraflarla anlaşma
yapması yasaklanırken, dış ilişkiler ve savunma konularında İngilizlere bağımlılıkları
emperyal yönetim yapısını ortaya çıkardı (Bose; Jalal 2011, 47-56).
Bu süreçte, İngiliz emperyalizminin ürettiği Müslüman-Hindu çatışması, yerli
toplumların kendi kendilerini yönetemeyecekleri düşüncesinin yerleştirilmesi için
bir neden sayıldı. Bu noktada, Mahatma Gandhi’nin batı medeniyetini yıkıcı bir
medeniyet olarak kabul etmesi, sömürge dönemi yapılaşmasının Hint topraklarında
ayrıştırıcı bir unsur olduğuna işaret eder. Siyaset bilimine ‘böl/yönet’
kavramını hediye eden sömürge yönetiminin uzantıları bağımsızlık sonrası
dönemde de bu politikasını örneğin, birbirleriyle ortak yönlere sahip Hindistan
ve Çin arasında da uyguladı (Dijkink
1996, 130, 132).
İngiliz sömürge yönetimi, toprak reformları sayesinde geniş tarım arazilerini
dönüştürürken, tarım sektöründe zorunlu üretim ve belli ürünlerde tekel
oluşturulması yerli halkın kalkınması yerine, küresel kapitalizme hizmet etti (Habib
2002, 296; Malik 2012, 23; Sutton 2009, 4; Bose; Jalal 2011, 56-57). İngilizlerin
tarım politikaları, bugün dahi bir sorun olmaya devam eden Keşmir bölgesini de
etkiledi. Keşmir topraklarının Amritsar Anlaşması (1846) çerçevesinde bir
Hinduya satılması, Keşmir sorununda önemli bir yeri vardır (Malik 1997, 163).
Bu süreçte, İngilizler 1947 yılındaki ayrışmada Pakistan ve Hindistan sınırını
bir anlaşmayla belirlememesi kadar, iki ülke orduları karşı karşıya geldiğinde
başlarında İngiliz komutanların varlığı, Keşmir sorunun kaynağında İngiliz varlığının
tescilidir (Crawley 1972, 167; Hodson 1985, 473).
Bağımsızlıkla birlikte Hindistan’da demokrasi, siyasi bir tercih olarak öne
çıksa da, devasa nüfus, temel altyapı hizmetleri ve ekonomik yapılaşmadaki
zaafiyetler, katılımcı demokrasi uygulamasının önündeki engelleri oluşturuyordu
(Morris-Jones 1963, 11). Ayrıca, ekonomide, içe kapalı ve rekabetten yoksun
ekonomi modeli, bürokrat-siyasetçi-iş çevreleri arasındaki yakın işbirliği yolsuzlukları
gündeme getirdi. (Ray 2002, 40; Dobbs-Higginson 1993, 179).
Siyasal yaşamda uzun yıllar Kongre Partisi’nin hakimiyeti söz konusu
olurken, eyalet merkezli yerel partilerin kısa aralıklarla oluşturduğu
koalisyon hükümetleriyse istikrarlı bir yönetim sergileyemedi. 1980’li yılların
sonundan itibaren siyasi yaşamda öne çıkmaya başlayan Hindu milliyetçiliği
(Hindutva) 2014 seçimlerinde önemli bir başarı kazanarak federal ve eyalet
yönetimlerinde söz sahibi oldu. Hinduizm dinine dayanan bu milliyetçilik
anlayışı, Hindistan’ı kutsal bir Hindu ülkesi kabul ederken, diğer ırk ve din
mensuplarına, özellikle de Müslümanlara karşı çatışmacı bir yaklaşım sergiler
(Dijkink 1996, 130).
Bölgenin geçmişte uzun dönem Müslümanlar tarafından tarafından yönetilmiş
olmasının Hindu milliyetçiler üzerinde oluşturduğu tarihi ve psikolojik etki,
çatışmacı politikaların kaynağını teşkil eder. Öyle ki, daha milliyetçilik
akımının yeşermeye başladığı 19 yüzyıl sonlarında sömürge yönetimini hedef alan
Hindu kökenli siyasî hareketler, Müslümanları İngiliz sömürge yönetimi yanlısı
olarak suçladılar (Mill 1997, 165; Azad 1959, 4).[1]
Çok etnikli ve dinli yapısına rağmen, merkez siyasî elit, ülkenin “tek bir
ulus” olduğu iddiasındadır. Bu bağlamda 1984 yılında kabul edilen “Puncab
Agitation” adıyla da bilinen Beyaz Rapor’da, Hindistan çok etnikli bir toplum
olarak kabul edilir. Ülkenin din ve dil farklılıkları yadsınmazken, bu
farklılığın ülkenin birliğini oluşturduğuna dikkat çekilerek, “farklılıkta
birlik” ilkesi gündeme getirilir (Nathan 1996, 18). Bunda tarihsel olarak
bölgenin kültür ve medeniyet gelişiminde Aryan ve Dravidian geçmişiyle
Hinduizm, Budizm ve İslam gibi üç büyük dinî yapının yanı sıra, yerel
özellikler taşıyan Sihizm ve Janizm’in oluşturduğu geniş kültür ve medeniyet
çerçevesinin rolü vardır. Birlik olgusu kadim dönemlerden bu yana Sankritçe’deki
Bharata, yani ‘teritoryal bütünlük’ anlamına gelen kavramıyla da merşulaştırılır
(Mishra 2002, xiii, 9).
Bu çalışmada uluslararası gündemde adı sıklıkla zikredilmeye başlanan
Hindistan ele alınmaktadır. Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Mayıs ayında Hindistan’a
yaptığı resmi ziyaret de, iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinin ötesinde
bölgesel ve küresel bağlamda seyredebilecek bir dizi ilişkiler ağına gönderme
yapmaktadır. Bu bağlamda, Hindistan’ın modern siyasi tarihi, Pakistan’la
yaşanan sorunlar ve Keşmir konusu üzerinde durulacaktır. Türkiye’nin bu
alanlarda çözüm noktasında Hindistan’la işbirliği konusu irdelenecektir.
GENEL BİLGİLER
Asya kıtasının kadim kültür ve medeniyetlerinden olan Hindistan, 18. yüzyıl
ortalarından itibaren İngiliz sömürgeciliğine maruz kalırken, bağımsızlığını 15
Ağustos 1947 tarihinde kazandı. Bağımsızlık öncesi ve sonrasında,
sömürgeleştirilmiş diğer Asya ve Afrika milletleriyle kurulan ilişkilerde öncü
rol oynadı. Demokratik bir yönetim tarzını benimseyen ülkede farklı dinî-etnik
yapıların varlığına rağmen, “farklılıkta birlik” olgusu öne çıkartılır.
Kadim sanskritçe metinlerde ‘Bharata’ olarak adlandırılan Hint bölgesi, Çinliler
tarafından “Intu milleti” olarak zikediliyordu. Bölge halkı ve dinine verilen
“Hindu” kelimesi, Farsiler tarafından günümüzde Pakistan sınırları içerisinde
bulunan “Indus” nehri için kullanılıyordu. Yunanlıların Farsça’dan ödünç
aldıkları Hindistan (India) kelimesi
zamanla yaygın bir kullanım haline geldi. (Rawlinson 1965, 3; Dobbs-Higginson
1993, 171).
Ülkenin yüzölçümü 3.287.590 km2 olup, Güney Asya coğrafyasının
üçte biri üzerinde yükselirken, bir milyarı aşkın nüfus barındırır. Bu rakamlar
Hindistan’ı dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi, yüzölçümü bakımındansa
dünyanın en büyük yedinci ülkesi yapar. Ülke, kapladığı alan itibarıyla üç
farklı coğrafî bölgeye ayrılır: a) Ganj Ovası’nı içeren kuzey bölgesi; b)
Deccan bölgesi ve c) Kerala ve Tamil Nadu eyaletlerinin oluşturduğu güney
bölgesidir (Kochanek 1975, 44).
Başkent Yeni Delhi’nin yanı sıra Bombay, Kalküta, Madras ülkenin önemli
şehirleridir. Nüfusun %85’ini aşkın bölümünü Hindular oluştururken,
Müslümanların oranı yaklaşık %13 olup yaklaşık 120 milyona tekabül eder
(Dijkink 1996, 130).[2]
Nüfusun %2.3’ünü oluşturan Hristiyanlar ise, 25 milyon civarındadır. Nüfusa
oranı bakımından dördüncü sırada bulunan Sihizm nüfusu yaklaşık %1.9’dur.
Ayrıca, az sayıda da olsa Yahudi bulunmaktadır. Buna ilâve olarak, Budizm,
Janizm, Zoroastrianism bölgesel dinlerdir. Hinduizm bu anlamda, Budizm, Janizm
ve Sihizm gibi dinî yapılarla bazı ortak yönler içerir. Dini çeşitliliğe
karşılık ülke anayasası seküler bir yapı sergiler.
Geniş Hint coğrafyası çöller, kuzeyde Afganistan sınırından başlayarak 1600
mil boyunca uzanan dünyanın en yüksek dağ silsilesi Hindikuş Dağları ve
Himalayalar, Hint Okyanusu’nun güneyindeki tropik iklimlerden yağmur
ormanlarına kadar geniş bir alanı barındırır. Himalayalar’ın yanı sıra
Aravalli, Ghats dağ silsileleri; kuzeyde Indus, Ganj ve Brahmaputra ilâve
olarak doğuda Godavari, Krishna ve Kaveri nehirleri geniş ve verimli tarım
alanlarını sular (Mishra 2002, xiii, 10).
Ülke sınırları doğuda Bengal Körfezi’nden batıda Arap Denizi’ne kadar
uzanırken, kuzeyde Himalayalar’ın Orta Asya ile doğal sınırı oluşturduğu bölge
Pakistan, Nepal ve Çin’le sınırı oluşturur. Bu bölgedeki Indus, Ganj ve
Brahmaputra nehirleri, aynı zamanda kadim dönemlerden bu yana, kültür ve
medeniyetlerin doğup geliştiği bir bölgedir. Güneyde Hint Okyanusu’na kadar uzanan
geniş toprakları, Mannar ve Palk boğazları Sri Lanka’yla sınırı teşkil eder.
Hindistan, aralarında Bhutan, Nepal, Bangladeş, Sri Lanka, Maldiv Adaları ve
Mauritius’un bulunduğu ülkelerle Güney Asya’yı oluşturur. Hindistan, bölgenin
en büyük ülkesi olup, “Altkıta” adıyla anılır (Embree 1988, 111, 113; Mishra
2002, xiii, 10, 11; Kochanek 1975, 42; Banerji 2010, vi, 39; Wolpert 2006, xi;
Dobbs-Higginson 1993, 182, 184).[3]
Farklı dönemlerde gerçekleşen göç dalgaları ülkenin çokkültürlü ve etnikli
yapısında belirleyici unsur olurken, bu gelişme “kültür emperyalizmi”ne değil, aksine
katmanlı veya eklemli olarak adlandırılan kültür yapısına yol açmıştır. Göçmen
kitlelerinin birbirleriyle etkileşimlerinin yanı sıra, bugüne kadar toplumsal
ve siyasal etkisini sürdüren ve yapılaşması Hindu din adamları yani, Brahmanlarca
ortaya konan kast sistemi de bu sürecin bir yansımasıdır (Tinker 1966, 9, 13;
Firth 1964, 178).
Uzun bir döneme yayılan göç hadisesinde, güneye yerleşen koyu tenli
Dravidyenlere karşılık kuzey Hint topraklarına açık tenli Aryanlar yerleşmiştir.
Dravidyenlerin kullandığı Sanskritçe, aynı zamanda Hinduizmin kutsal metinleri Vedalar’ın da dilidir. Indus, Ganj ve Dekkan
nehirleri ile güneydeki yarımada çevresi göçlerin gerçekleştiği bölge olarak
çeşitli kültür ve medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. (Rawlinson 1965, 5, 7;
Tinker 1966, 6, 12; Chanda 1965, 11).
Çoğul etnik ve dinî yapılanmanın bir ürünü olarak ülkede çok farklı diller yer
alır. Hintçe Anayasa’da ulusal ve resmî dil kabul edilirken, daha önce on üç
olan resmî dil sayısı günümüzde 18’dir. Bunlar Assam, Bengali, Gücerati,
Kannada, Keşmiri, Konkani, Malalayam, Manipuri, Mahathi, Nepali, Oriya,
Pencabi, Sankrit, Sindhi, Tamil, Telugu ve Urduca’dır. Ayrıca yüzlerce alt etnik
dilden bahsetmek mümkün. İngiliz sömürgeciliğinin bir etkisi olarak günümüzde
İngilizce resmî dil statüsünde olup metropolitan şehirlerde de birinci dildir
(Deol, 2000, 93; Tinker 1966, 5; Mishra 2002, 11). Dil farklılaşmaları
karşısında siyasî liderler dil birliği sayesinde konsensüs oluşturma arayışında
olsalar da, bunun süreklilik arz ettiğini düşünmek zor. Bunun örneklerinden
birini Moğollar oluşturur. 16. yüzyıl ilk yarısında bölgede hakimiyet kuran Moğollar
süreçte tek dil yani, Farsça ile bölge topluluklarını tek bir aidiyet altında
toplama gayreti içinde oldular (Rawlinson 1965, 3).
Kadim dönemlerde Orta Asya’dan bölgeye yapılan göçlerle gelen Aryan ırkı süreçte
altkıtadaki yerli unsurlarla eklemlendi (Dobbs-Higginson 1993, 185; Watson 1999, 11, 30). Bu çerçevede, farklı
etnik ve kültürel yapılar, komplike sosyo-kültürel yapılar ortaya çıktı. Hindistan
bu zengin dinî ve kültürel unsurları, tarih boyunca Güneydoğu Asya topraklarına
taşıyarak bu anlamda Çin’le rekabet içinde oldu. Söz konusu coğrafyalardaki
arkeolojik buluntular ve Sanskritçe dil ögesine ait unsurlar, Hint kültürünün
bu etkisinin birer kanıtı niteliğindedir. Örneğin, Hint kültürünün etkisi
Sumatra Adası’na 4. yüzyıl Borneo ve Cava Adaları’na 5. yüzyıl ve Bali Adası’na
6. yüzyılda ulaşmıştır (Mill 1997, 165; Saxena 2006, 96-99).
Hindistan’ın tarihin erken evrelerinden itibaren doğu-batı ticaret
güzergâhında yer alması çeşitli kültür ve medeniyetlere mensup tüccar, seyyah,
din ve bilim adamı, savaşçı gibi farklı meslek ve ilgiden gruplar için bir göç
merkezi oldu. Bu çerçevede, Hindistan’ın batıyla ilişkileri Fenikeliler
dönemiyle başlarken, Siddhardtha’nın (Buddha) ölümünün ardından din haline
getirilen öğretilerinin Çin’e ulaşması iki coğrafya arasında etkileşimi artırdı.
Çin gibi kadim bir medeniyet ile Avrupa kıtası arasındaki ticaret güzergâhının
üzerinde yer alması; İslamiyet’in yaygınlaşmasıyla sürece başta Arap milletleri
olmak üzere aralarında Türklerin de yer aldığı farklı milletlerden
Müslümanların katılımını gündeme getirdi. Bu sürecin bir ifadesi olarak
Sanskritçe, bir yandan Avrupa dillerinin anası kabul edilen Latince’ye diğer
tarafta Malay Yarımadası, Cava ve Bali Adaları’ndaki topluluklarca konuşulan
diller üzerinde etkisi oldu (Firth 1964, 177; Marong Mahawangsa 2012, 189).
Bugün bile komşu ülkelerde ağırlıklı olarak dinî-kültürel yapılanmalara
bakıldığında, doğuda ve kuzeyde Myanmar, Çin, Nepal ve Bhutan’ın Budist; batıda
İran ve Pakistan’ın güneydoğuda ise, Endonezya ve Malezya’nın İslam dininin
genel kabul gördüğü coğrafyalar olduğu dikkat çeker. Bu dinî yapıların her
birine değişik ölçülerde ev sahipliği yapan Hindistan’ın, tarih boyunca
neredeyse Asya kıtasındaki tüm dinî ve kültürel yapılara kucak açmıştır (Coedès
1968, 5, 18). Buna ayrıca, bölgenin kadim inanç unsuru olarak animizm ve
sömürgecilik dönemindeki misyonerlik faaliyetleriyle Hristiyanlığın farklı
mezheplerinin varlığı da eklenmelidir.
Ülke ekonomi, eğitim, ticaret, din gibi neredeyse tüm sosyal kurumlar
noktasında, geçmişten getirdiği farklılaşmaları ve tezatları bünyesinde taşır.
Örneğin, bölgesel ve küresel ticaret ağı içerisinde yer alan sahil şeridindeki
liman şehirleri ve bunlara eklemlenen geniş bir hinterlanda karşılık, iç
bölgelerde daha “inek kuşağı” (cow-belt)
adıyla da anılan tarım ve ilintili alanlarda kır toplumu özelliği arasında
ayrılır. Bu bağlamda, ülke nüfusunun yaklaşık dörtte üçü kırsalda yaşar ve bu
alanda istihdam edilirken, genel anlamıyla geçim kaynaklarını da tarım ve
hayvancılık oluşturur. Ülkenin temel besin kaynağının çeltik olması tarımsal
faaliyetlerde bu alanın öne çıkmasına neden olur.
Sömürge döneminden itibaren özellikle liman şehirleri ve çevresinde gelişme
gösteren sosyo-ekonomik yapılaşmalar, küresel toplumla ilişkilerde öncü rol
oynar. Başkent Yeni Delhi, Bombay, Kalküta, Madras gibi şehirler metropolit
nitelik arz eder ve modern dünyanın ülkedeki görünen yüzüdür (An Historical
Account 2010, 2).
Ulusal ve uluslararası ekonomi faaliyetlerinin yoğunlaştığı bu şehirler,
aynı zamanda giderek başarı grafiği yükselen uluslararası işletme, tıp, uzay
bilimleri, enformasyon teknolojileri, genetik gibi bilim dallarında ulusal ve
uluslararası kuruluşlara ev sahipliği yapar. Bu noktada, metropolitan
şehirlerdeki toplumsal hareketlilik önemli bir yer tutarken, geniş kır
toplumunda ise geleneksel ve durağan yaşam şekilleri hakimdir. Bunda, hiç kuşku
yok ki, bu toprakların kadim sosyo-dinî yapılaşması olan kast sisteminin kayda
değer bir yeri vardır. Kast sisteminin toplumsal olarak “dokunulmazlar” olarak
adlandırılan alt unsurları, yani “Dalits”; toprakların kadim sakinleri, yani
yerli topluluklar “Adivasis”, ormanda göçebe ve toplayıcı yaşam süren “Vanavasis”ler
bu anlamda her anlamda bölünmüş toplumun ögeleridirler (Ray 2002, 39; Ahmed
2011, 46-7).
Toplumsal tabakalaşma sistemi olan kast, aynı zamanda üretim ilişkilerini,
şehirleşme, eğitim ve istihdam gibi toplumsal alanlarda da belirleyicidir.
Bununla birlikte, bağımsızlık sonrası modernleşme süreçlerine paralel olarak
kast sisteminde de çözülmeler görülür. Günümüzde nüfusun %16.5’ini kaplayan
kast sisteminde, merkezî politikalarla eğitim, istihdam vb. gibi alanlardaki
kontenjanlarla toplumsal mobilitenin önü açılmaya çalışılmaktadır (Mishra 2002,
11).
Dünyanın beşinci büyük ekonomisi konumundaki Hindistan’da tarımsal üretim
gayri safi milli hasılanın yaklaşık %25’ini oluşturur. Çeltik, çay, buğday,
yağlı tohumlar, hint keneviri, darı, kauçuk, kahve, şeker kamışı ve baharatlar önemli
ürünleridir. Ayrıca endüstri sektörü %30 ve servis sektörüyse %45 düzeyinde
katkı yapar. Nüfusun %30’a yakını yaşamını yoksulluk sınırının altındadır.
İhraç ürünleri arasında çay, kahve, baharatlar, demir özü, tekstil, deri ve
bilgisayar donanımları önemli yer tutar. İthalat ürünleri arasında ise petrol
ve benzeri ürünler, gübre, tahıl, yemeklik yağ, ilaç, kıymetli ve yarı kıymetli
taşlar bulunur. Ülkenin en önemli ticaret ortağı ABD’dir (Mishra 2002, 12-3).
SİYASÎ TARİH
Siyasî tarihini, dinî-kültürel etkileşimler kadar dönemler bağlamında,
örneğin klasik dönem, Ortaçağ ve modern dönem olarak ele almak mümkündür
(Tinker 1966, 6). Bu dönemler aşağıda kısaca ele alınmaktadır.
İslam öncesi dönemde Kuzey Hindistan
topraklarında siyasî birliğin sağlanması, M.Ö. 300 yıllarında Mauryas döneminde
gerçekleşti. Moğolların hakimiyetinin görüldüğü 11. yüzyıla kadar ise bölge
farklı site devletlerinin hakimiyetine girdi (Chanda 1965, 11). Sömürge dönemi
öncesi dönemde de, daha çok
kuzeybatı ve kuzeydoğu istikametinde kurulan devletlerin hakimiyeti söz konusu
oldu. Chandra Gupta (375-415), Samudra Gupta (330-380) hanedanlıkları, Gücerat
Krallığı (1407-1573), Pallava Hanedanlığı (4-9. yüzyıl) ve Rajputlar (6.
yüzyıl-19. yüzyıl) bu kapsamda sayılabilir (Tinker 1966, 17, 20).
Müslümanların Hint Altkıtası’na nüfuzu ise, İran’ın fethinin ardından gerçekleşti.
Arapların İslam öncesi dönemde, geleneksel ticaret yolları üzerindeki
etkinlikleri İslamlaşmayla birlikte dinî ve kültürel yapılaşmayı da içine alır.
Bu çerçevede İslamiyet, Hindistan’ın batı kıyılarına 8. yüzyıl başlarında
ulaştı. İslamlaşma süreci, özellikle ülkenin batı ve kuzey bölgelerinde
yoğunlaştı. 17. yüzyılda her on kişiden birinin Müslüman olduğu tahmin edilen
Hindistan, bugün dünyada en çok Müslüman nüfusu barındıran ülke konumundadır
(Copland vd. 2012, 83).[4]
Hindistan’da İslamlaşma sürecinde sufilerin de rolü vardır. Bu noktada, “Yaratıcı
sevgisi” veya “Allah aşkı” kavramıyla dinî yaşamı şekillendirmeleri, Hind
toplumlarının tarihin erken dönemlerinden itibaren yakın durduğu mistik bir dinî
algının kolaylıkla benimsenmesine yol açtı. Sufizmin değerlerinin Hindu ve
Budizm’in Bakthi anlayışına yakınlığının İslamlaşmayı kolaylaştıran bir yönü
olduğu belirtilir (Copland vd. 2012, 86).
Türkler İslamlaşırken, bir yandan da Afganistan üzerinden Hindistan’a
göçleri söz konusudur. Bu süreçte, farklı Türk kavimlerinin, 12. yüzyıl
sonlarından itibaren Afgan ve Tatarlarla, ardından Moğollarla sürdürdükleri
uzun dönemli siyasî hakimiyetleri bölgede Türk siyasî ve kültür özelliklerinin
yerleşmesinde rol oynadı (Dobbs-Higginson 1993, 172).[5] Bu
noktada, Türklerin Gaznelilerle başlayan hakimiyetleri Delhi (1206-1526) ve
Dekkan sultanlıklarıyla devam etti (Mill 1997; 173; Wolpert 1982, 31, Bayur
1987, 127; Tinker 1966, 13-17). Söz konusu bu siyasî yapılar arasında,
Türk-Afgan hanedanlığı Tuğluk Sultanlığı (14. yüzyıl), Moğol hanedanlığı
(1526-1857) vardır. Bu devletler, orta ve güneye nüfuz edemeseler de, bölgede etkisini
bugüne kadar süren bir iz bıraktı (Watson 1999, 17).
Sömürge dönemiyse, 1498 yılında Portekizli denizci Vasco da Gama’nın
Hindistan’ın Kalküta limanına çıkmasıyla başlamıştır. 1500’lü yılların
başlarında özellikle Batı Hindistan sahillerindeki önemli liman şehirlerinde
hakimiyet kuran Portekizliler, 1511 yılında Malaka Boğazı’nda Malaka Sultanlığı’nı
da ele geçirmek suretiyle bölgede hakimiyetlerini pekiştirmiş, sömürgecilik
döneminde Hindistan’da en önemli tesiri bırakan ise İngilizler olmuştur.
İngilizler, 17. yüzyıl başlarında, 1608 yılında ilk ticaret filosunun Surat
liman şehrine gelmesiyle bu topraklara ayak bastılar. Bu süreç sadece Hindistan
tarihi açısından değil, bölge ve dünya tarihi açısından da büyük önem taşır. İngilizler,
bu yüzyıl boyunca dönemin Moğol devletinden batı ve doğu sahillerindeki Surat,
Goa, Madras, Bombay, Kalküta gibi limanlarda ticarî imtiyazlar elde etti. 18.
yüzyılda ise Bengal’de başlayan siyasî hakimiyet, Marathaların mağlup edilmesiyle
Sind, Pencab gibi bölgelere ulaştı. 19. yüzyıl ortalarına gelindiğindeyse, İngilizlerin
bölgede kurdukları imparatorluk, Peşaver’den Burma’nın (Myanmar) liman şehri
Yangon’a, Keşmir’den Ceylon’a (Sri Lanka) kadar uzanan geniş bir coğrafyayı
içine alacak şekilde genişlemiştir (An Historical Account 2010 1, 2, 5).
Bağımsızlık sonrası dönemde idare, İngiliz
yönetim sisteminin benzeri olup, Westminster adıyla anılan iki meclisle
yönetilmekte ve hükümeti temsil eden başbakanın yanı sıra, devlet başkanı
bulunmaktadır. Devlet başkanı ülkede birliğin sembolüdür (Austin 1994, x; Kochanek 2001, 18). Merkezi hükümetin yanı
sıra, ülke 29 eyalete bölünmüştür. Bu çerçevede ülke, demokrasiyle idare edilen
en kabalık nüfusa sahip ülke konumundadır. Bağımsızlık sonrasında ulus-devlet
inşasında “farklılıkta birlik” olarak adlandırılan siyasî yaklaşım, İngiliz
sömürge dönemi, merkezî idare ve eğitimi sayesinde elitler vasıtasıyla sağlanan
birliğin bir devamıdır (Watson 1999, 17).
Bununla birlikte, dönem dönem çatışma potansiyelinin ortaya çıkmasında,
ülkedeki siyasî partilerin etnik yapı, din ve hatta dil farklılaşmaları üzerine
kurulu olmasının etkisi vardır. Bu durum, toplumsal şiddet kaynağı olmakla
birlikte, bu şiddetten güç devşiren bir nitelik de taşır (Austin 1994, 2).
Farklı nedenlerle ortaya çıkan çatışmacı atmosfere, Pencab’da Sih, en kalabalık
nüfuslu eyalet olan Uttar Pradeş’de Hindu, Tamil Nadu’da dravidyen hareketi,
Bihar’da kast gruplarının vazgeçilmezliği, Assam’da bağımsızlık hareketi gibi
bölgesel farklılaşmalar örnek gösterilebilir (Dijkink 1996; 130; Austin 1994,
3, 6; Kochanek 1975, 40, 41; Pye-Pye 1985, 134, 135).
Toplum yapısı ve sömürge tecrübeleri noktasında üçüncü dünya ülkeleri
arasında yer alan Hindistan, benzer ülkelerle karşılaştırıldığında askerî
darbelere konu olmaması, görece istikrarlı siyasal yaşamı ve temelde
bağlantısızlar bloğunda yer almasıyla dikkat çeker (Jaffrelot 2008, 77).
BAĞIMSIZLIK SÜRECİ ve
SONRASI
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarındaki bağımsızlık sürecinde,
Müslümanlarla Hindular arasında İngiliz sömürge yönetimine karşı siyasî
işbirliği gündeme geldi, bu iki grup arasında ortak mücadele yürütülmesi ve bu
konuda bir komite oluşturulmasına karar verildi. Hilafet Komitesi ve diğer bazı
alimler de bu amaçla birlik çağrısıyla hareket etti.[6] Bu
dönemde din farkı gözetilmeksizin Hint milliyetçiliğinin bağımsızlığı
getireceği ve ülkedeki tüm toplulukları, sınıfları ve geleneksel kastları bir arada
tutabileceği düşüncesi hakimdi (Bose 2006, 67; Morris-Jones 1963, 10).
Hindistan, 2. Dünya Savaşı öncesinde bazı milletlere mensup temsilcilerin çeşitli
toplantılarda biraraya gelmesiyle gündeme gelen ve savaş sonrasında “bağlantısızlar”
hareketi içerisinde yer aldı (Morris-Jones 1963, 9; Lefever 1976, 94-95). Bu
bağlamda, 10-15 Şubat 1927 tarihlerinde Brüksel’de düzenlenen “Emperyalizme ve
Sömürgeci Baskıya Karşı Başkanlık Heyeti Kongresi” adlı toplantıya Jawaharlal
Nehru da katıldı (Guha 2014, 120-1; Noer 2012, 21, Mackie 2005, 10). Bağımsızlık
sonrasında ise, Yeni Delhi’de 27 ülkenin katılımıyla Asya Konferansı’na ev
sahipliği yaptı (Guha 2014, 134; Noer 2012, 105). Bağlantısızlar Hareketi’nin
kurumsallaşmasında önemli bir adım telâkki edilen Bandung Konferansı’nda (1955)
Hindistan’ın kayda değer rolü vardır.[7]
2. Dünya Savaşı sonrasında, Hint altkıtası 15 Ağustos 1947 yılında
Hindistan ve Pakistan adıyla iki ayrı ülkeye bölündü. Müslümanların büyük bir
bölümünün içinde yer aldığı topraklar, Doğu Bengal’i de içine alacak şekilde
Pakistan adıyla bağımsızlığını ilân etti. Bu süreç etnik ve dinî çatışmalara
konu olurken, yarım ilâ bir milyon kişi hayatını kaybederken, on milyon kişi
mülteci konumuna düştü (Dijkink 1996, 129; Dobbs-Higginson 1993, 172, 186; Wood
1987, 17).
Kurucu başbakan Jawaharlal Nehru, Kongre Partisi başkanı olarak 1951-1964
yılları arasında görev yaptı. Nehru döneminde, ulus-devlet oluşumunu sağlamaya
yönelik çabalara karşılık, Soğuk Savaş döneminde tarafsız dış politika izleyen
Hindistan’ın, sınır anlaşmazlığı nedeniyle Çin’le 1962 yılında Ekim-Kasım
ayında girdiği kısa süreli savaşı kaybetmesi ve iki süper güç arasında oynamak
istediği aracılık rolünde başarılı olamaması uluslararası arenada imaj kaybına
neden oldu (Pye-Pye 1985, 134-5; Kochanek 2001, 18, 19).[8]
Ülkede geniş kesimlerin yoksulluk ve düşük gelir sınıflamasından
kurtulamamasının, merkezî yönetimdeki istikrarsızlık ve çelişkilerle bağlantısı
vardır. 1991-1992’deki reformlara kadar içe kapalı ve dış yatırımları reddeden
ekonomi politikaları, bürokrasideki yolsuzluk, siyasîlerin gelecek kaygısıyla
siyasî kararlar almada gecikmeleri gibi faktörler bu süreçte dikkat çeken
unsurlardır (Dobbs-Higginson 1993, 171).
Ardından kızı Indira Gandhi, önemli sosyo-ekonomik sorunlar devr alan Indra
Gandhi döneminde Kongre Partisi’nde yaşanan
krizler de ulusal siyasette etkili oldu. Uygulanan merkezîyetçi yönetim Pencab,
Keşmir, Assam gibi eyaletlerde toplumsal huzursuzlukların, ülke yönetiminde ise
genel anlamda yolsuzluklara neden oldu. Bu süreçte muhalefet partisi Janata
Partisi (JP), muhalefet hareketlerinin bir koalisyon gücü olarak 1977 yılı
seçimlerini kazansa da, reformlar konusunda somut adımlar atılmamıştır. 1980’li
yılların başında yeniden iktidara gelen Indira Gandhi ikinci dönemini
yaşamıştır. Partiyi ve hükümeti tek başına kontrol etme çabaları siyasî krizi
ve toplumsal bölünmeyi körükledi. Bunun bir sonucu olarak 1984 yılında uğradığı
suikastte hayatını kaybederken yerine oğlu Rajiv Gandhi, partinin başına geçmiş,
bir süre sonra da başbakanlık koltuğuna oturdu (Raghavan 2014, 228, 229, 241, 242;
Kochanek 2001, 19, 20). Rajiv Gandhi’nin iktidarda olduğu 1980’li yıllar yeni
ekonomi modelinin hayata geçirilmeye başlandığı yıllar oldu. Bu dönemde,
endüstri sektöründeki kısıtlamaların kaldırılması, vergilerde kesinti yapılması
gibi politikalar sayesinde yıllık büyüme %8’lere ulaştı (Jaffrelot 2008, 77; Dobbs-Higginson
1993, 180).
Rajiv’in 1991 yılında suikaste kurban gitmesinin ardından başbakan olan Narasimha
Rao (1991-1996) ekonomik reformları hayata
geçirmesi dolayısıyla bugün dahi reformcu bir başbakan olarak anılmaktadır (Kochanek
2001, 23; Dobbs-Higginson 1993, 181).
Bu süreçte partinin ülkeyi benzer ülkelerdeki kalkınma süreçlerine
taşıyamaması, yönetime güveni zedelerken, etnik unsurlar çeşitli vesilelerle
kendilerini şiddetle tanımladıkları süreçlere yöneldi. Merkezi yönetimin, özellikle
Keşmir, Penjab gibi farklı dinî ve etnik yapıların olduğu bölgelerde uyguladığı
politikalar, buradaki kitleleri Hindularla çatışmacı bir sürece taşıdı. Merkezî
yönetimin kayıtsızlığı ve idare boşluğu, eyalet yönetimlerinde gelecek vaadi ve
çıkar ilişkileriyle yolsuzluk geniş toplum kesimlerinin kültürel, dinî ve
ekonomik taleplerinin yerine getirilmesine olanak tanımadı.
HİNDİSTAN
MİLLİYETÇİLİĞİNDEN HİNDU MİLLİYETÇİLİĞİNE
Hindistan milliyetçiliğinin en önemli kurumsal yapısı olan ‘Hindistan
Ulusal Kongresi’ 19. yüzyıl sonlarında kuruldu. Kongre o dönem, sömürge yönetimi
içerisinde yerli unsurların eğitim ve istihdam alanlarında daha çok yer
almaları ve böylece toplumsal mobilitenin gelişmesi hedefini güdüyordu.
Ardından, özellikle 1. Dünya Savaşı sırasında Gandhi önderliğinde işçi ve köylü
sınıflarının katılımıyla ulusal bir harekete dönüştü (Weiner 1964, 101). Bu
toplumsal hareketin en dikkat çeken özelliklerinden biri ise, İngiliz sömürge
yönetimiyle mücadelede, Hindistan milliyetçiliği çatısı altında Müslümanlarla
Hinduların bir araya gelmesi konusundaki çabasıdır (Guha 2014, 124; Brown 1989,
141).[9]
Öte yandan, Gandi düşüncesinin Hristiyanlıktan etkilendiği ve geleneksel
Hindu mücadeleci geleneğini yansıtmadığını ileri süren çevreler, Hindu
milliyetçiliği hedefiyle 1925 yılında Ulusal Gönüllü Organizasyonu (Rashtriya
Swayamsevak Sangh-RSS) çatısı altında biraraya geldiler. Hinduların önceliğine
dayanan ve militarist bir hareket özelliği gösteren bu yapının dikkat çeken
özelliğiyse, Müslüman azınlığı kendisine rakip görmesiydi. Günümüze kadar
varlığını sürdüren bu hareketin son dönemde ulusal siyasetteki karşılığıysa, Hindistan
Halk Partisi’nin (Bharatiya Janata Party-BJP) iktidara taşınması oldu
(Dobbs-Higginson 1993, 190).
Etnik dinî milliyetçilik veya komünalizm olarak da adlandırılan “Hindutva”
kavramı bağlamında çeşitli Hindu milliyetçilik hareketlerini içinde barındıran bu
Hindu hareketi, yeni bir tür Hindu toplumu oluşturmayı hedefler. Sangh Parivar,
Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS), Bharatiya Janata Party (BJP) -ki daha önce
Bharatiya Jana Singh (BJS) adıyla faaliyet gösteriyordu-, Bajrang Dal ve Vishwa
Hindu Parishad gibi siyasî ve toplumsal hareketleri bünyesinde barındırır. Bu
hareketin Müslümanlara yönelik çatışmacı yaklaşımı, 1992 yılında Hinduların Uttar
Pradeş’deki Ayodhya şehrindeki Babür Camii’ni yıkmalarında ortaya çıkar (Noorani
2004, 1; Graham 1992, 4; Guha 2014, 29; Choudhary 2010, 1, 93-95).
Hindu milliyetçiliği üzerinden siyaset yapan bu çevrelerin çatışmacı
yaklaşımlarının temelinde, bu topraklarda yüzyıllar boyunca Müslümanların
egemenliği altında yaşamış olmanın getirdiği bir aşağılık kompleksi ve
ezilmişliği vardır. Caminin yıkılması sürecinde olduğu gibi, RSS ve “Tanrı Şiva
ordusu” (Shiv Sena) gibi militarist Hindu
organizasyonları, süreçte BJP ile ortak hareket etmektedirler. Bu süreç, ülke
modern tarihinde Hindistan’ın bir “Hindu devleti” olduğu iddiasındaki bir
siyasi ideolojinin öne çıkmaya başladığına da işaret eder (Dobbs-Higginson
1993, 185, 186). Seküler bir siyasî hareket olan Kongre Partisi’nin uzun yıllar
ülkeyi yönetmesine bir tepki olarak, Hindu milliyetçisi BJP giderek siyasal
yaşamda söz sahibi oldu. Bugün hindutva hareketinin BJP bağlamında siyasî bir
güç haline gelmesi genelde ülke bütünlüğüne, özelde ise Müslümanların güvenliği
ve Keşmir gibi hassas bir bölgeler için tehdit niteliği taşımaktadır. Bunun en
son aşaması ise 2014 genel seçimlerinde Hindu milliyetçisi olarak bilinen
BJY’nin iktidara gelmesi olmuştur.
Ulusal birliği seküler bir temel üzerine oturtması ve dini ve etnik gruplar
arasında eşit mesafenin korunarak kalkınmanın gerçekleştirilmesini hedefleyen
Nehru’dan sonra bugün aşırı milliyetçi Hindu yapılaşmasının giderek güç
kazanmasının ne ülkenin iç politika ve toplumsal düzenine ne de bölgesel ve
dünya barışına katkısı söz konusudur. Hindu milliyetçiliği, ülkeyi içe kapatıcı
bir nitelik taşımakta ve kaosa sürükleme eğilimini bünyesinde barındırmaktadır.
ULUSLARARASI İLİŞKİLER
Hindistan’ın uluslararası ilişkilerini, geneli itibarıyla 1947-1980 ile
1980 ve sonrası olarak ikiye ayırmak gerekir. Bağlantısızlar grubuna mensup
olması dolayısıyla ilk dönemde uluslararası ilişkilerde Asya ve Afrika
kıtasındaki eski sömürge topraklarındaki ülkeler önceliği oluşturuyordu. Pakistan
ve Çin’le yaşanan sınır anlaşmazlıkları ve çatışmalarda dönem dönem ABD ve
Rusya ile yakınlaşmalar görülse de, bunun kapsamlı bir ilişki düzeyine ulaştığı
söylenemez.
1947 yılında Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlığı sürecinde sınırı oluşturan
Keşmir bölgesi nedeniyle iki ülke arasında başlayan anlaşmazlık bugüne kadar
devam etmektedir. Bu nedenle Hindistan, 1947-48, 1965 ve 1971’de Pakistan’la
sıcak çatışmaya girerken, Himalayalar sınır anlaşmazlığı nedeniyle de 1962’de
Çin’le çatıştı (Wolpert 1982, 115, 118; Raghavan 2014, 237). Hindistan, 1971
yılında Bangladeş’in bağımsızlığında rol oynarken, bugüne kadar bu ülkenin iç
siyasetinde de belirleyici rol oynamıştır (Shaikh 2014, 290).
Uzun bir dönem, içe kapalı ve kendine özgü demokrasisiyle üçüncü dünya
ülkesi özelliğini koruyan Hindistan, Soğuk Savaş döneminin sona erdiği 1980’li
yılların ikinci yarısından itibaren, ekonomi ve güvenlik stratejileri
noktasında çeşitli ülkelerle ilişkiler geliştirilmeye başladı. ABD ve Rusya’yla
ilişkilerin yanı sıra, ekonomide liberal politikalar güden ülke Batılı
ülkelerden ziyade Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) ve Japonya ile
ilişkilerin geliştirilmesini hedefleyen ‘Doğu Politikası’na öncelik verdi. Bu
süreç aynı zamanda bölgede giderek öne çıkmaya başlayan diğer gücü Çin’le
rekabet anlamı taşıyordu (Ram 2012, 63; Naidu 2012, 79, 82)[10].
Uluslararası ilişkilerde öne çıkan bir diğer alan, enerji, ticaret ve işçi
göçü gibi nedenlerle Körfez Ülkeleri arasında işbirliğinin gelişmesidir. Özellikle
2000’li yıllardan itibaren ticari ve ekonomik ilişkilerde Körfez ülkeleri öne
çıkmaktadır. Hindistan’ın kalkınma hamlesinde ihtiyaç duyduğu enerji kaynağına
karşılık, Körfez ülkelerinin gelişimine paralel olarak iş gücü açığını
kapatmaya yönelik talebi iki bölge arasında tarihsel olarak var olan göçmen
işçi akışına yeni bir boyut kazandırdı.[11] Son
yirmi yılda ise, küresel süreçlerde çoklu ilişkiler ilkesine uygun şekilde
Rusya, ABD, Fransa, Japonya ve Çin’le çeşitli düzeylerle işbirliği söz
konusudur.[12]
Günümüzde giderek önem kazanan Asya-Pasifik bölgesinde Çin’in yayılmacı
politikaları karşısında Hindistan, ABD ile yakınlaşma eğilimindedir. 1994
yılından itibaren ABD ile yapılan askerî işbirliği geçtiğimiz Temmuz ayında
Japonya’nın da katılmasıyla Asya-Pasifik bölgesinde yeni bir siyasî ve askerî
yapılaşmaya örnek teşkil eder. Bu sürece paralel olarak askeri harcamalar da
1994 yılından itibaren artış göstermektedir. Güvenlik politikalarında İsrail’le
işbirliği halindeki Hindistan, uluslararası birlikler noktasında kendi grubu
ülkelerle hareket etmektedir. Bu çerçevede bugün BRISC olarak bilinen yapının
oluşumunda 2003 yılında Brezilya ve Güney Afrika ile biraraya gelerek IBSA
kuruluşunda yer aldı (Jaffrelot 2008, 82, 83).
TÜRKİYE-HİNDİSTAN
İLİŞKİLERİ
İki ülke ilişkilerinde tarihî referansların bir çıkış noktası olabileceğine
kuşku yoktur. Bununla birlikte bugünün bölgesel ve uluslararası gelişmeleri
çerçevesinde ikili ilişkiler yeni açılımlara konu olmaya adaydır.
Türk kökenli hükümdarları tarihin değişik dönemlerinde Hint topraklarında
hüküm sürmeleri ve Türk toplulukları çeşitli dönemlerde bu topraklara
göçleriyle geniş Hint toplumuna katkı yapmışlardır. Yakın geçmişte ise, ‘hilafet
hareketi’ adıyla Hint müslümanlarının Osmanlı devletine bağlılıkları bugüne
kadar devam eden manevi etkileşimde bir diğer yapıcı unsurdur (The Indian
Khilafat Decleration 1920, 2). 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında,
milliyetçilik ve bağımsızlık hareketlerine konu olan iki ülkenin, modern
dönemde demokratik yönetim şekli ve ‘laik/seküler’ yaklaşımları bir başka ortak
paydayı teşkil eder.
Bağımsızlık sonrasında Türkiye Nato ve AB çerçevesinde batı bloğunda,
Hindistan ise bağlantısızlar hareketi içinde yer aldı. Soğuk Savaş yıllarının
bir ürünü olan bu yapılaşma kayda değer bir değişme eğilimindedir. Özellikle, son
yirmi yılda küresel ilişkilerdeki farklılaşmalar, her ülkenin aynı anda değişik
siyasi bloklar içerisinde yer almasına olanak tanımakta, hatta zorunlu
kılmaktadır.
Türkiye’nin Avrupa ve Asya, Hindistan’ın ise Batı Asya ve Uzak
Doğu-Güneydoğu Asya arasındaki jeo-stratejik konumu iki ülkeyi birbirine
yaklaştırmada önemli bir referans niteliğindedir. Türkiye ASEAN ve Uzak Doğu
ile ilişkilerini geliştirme, Hindistan ise Avrupa ile yakınlaşma arzusundadır.
Bu noktada, enerji yolları, deniz ve kara ticaret güzergâhları, yeni yatırım ve
ortaklıklar iki ülkenin hem birbirleriyle hem de üçüncü ülkelerle kurulacak bölgesel
işbirliklerinde önemli bir potansiyele sahiptir. Hindistan’ın BRICS oluşumu
içerisinde yer alması, Türkiye’nin giderek Rusya ve Çin’le yakınlaşması; Şangay
Beşlisi oluşumunda Hindistan’ın gözlemci, Türkiye’nin diyalog ortağı olması iki
ülkeyi bölgesel işbirlikleri noktasında aynı zeminde hareket etmelerine olanak
tanımaktadır.
Hindistan’la hemen her alanda ilişkileri geliştirme imkanına sahip olan
Türkiye, tıpkı 1956’da Pakistan-Afganistan sınır anlaşmazlığında olduğu gibi, son
dönemde küresel bir sorun haline gelen Hindistan-Pakistan arasındaki Keşmir
sorununun çözümüne de katkı yapabilir. Bu noktada, Hindistan–Pakistan çekişmesi
ve özellikle de Keşmir sorunu Türkiye-Hindistan ilişkileri önünde engel olmamalıdır.
Aksine mevcut sorunlar bölgesel ilişkiler çerçevesinde çok yönlü ve yapıcı bir
şekilde ele alınmalıdır. Keşmir bölgesinin jeo-politik ve jeo-stratejik
önemiyle çatışma kaynağı olması, sorunun çözümünde bölgedeki aktörler kadar,
küresel çevreleri de yakından ilgilendirmektedir.
Türkiye’nin alt kıta politikalarında Türkiye-Bangladeş ilişkileri de önemlidir.
1971 yılında bağımsızlık sürecinde yaşayanların son dönemde Cemaat-i İslamiye
yönelik hak ihlalleri ve baskılar şeklinde gündeme gelmesi üzerine Türkiye’nin
gösterdiği refleks Bangladeşle ilişkileri gerginleşmesine neden olmuştur. Bu
noktada, Türkiye’nin Arakanlı Müslümanlar konusundaki yaklaşımının da Bangladeş
hükümeti nezdinde olumlu yankı bulduğunu söylemek güç. Bangladeş’te geniş
yoksul kesimlere ilâve olarak yüzbinlerce Arakanlı mülteci ağır bir sosyal ve
ekonomik yüke neden olmaktadır. Türkiye bu noktada Bangladeş ve ilgili
ülkelerle yeni politikalar geliştirmelidir.
Türkiye’nin Bangladeşle ilişkilerini köklü ve yapıcı şekilde yeniden ele
almalıdır. Bangladeş’in bağımsızlığı sürecinde ve bugüne kadarki iç
politikasında Hindistan’ın etkin olduğu ortadadır. Bu nedenle Türkiye, her üç
ülkeyle yani Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’le ilişkilerinde tarafları ortak
paydada buluşturacak politikalara yönelmeli, bu tür politikalar oluşturulmasına
öncülük etmelidir.
Türkiye, Hindistan merkez olmak üzere bu üç ülkeyle ilişkilerinde işbirliği
yapabileceği diğer ülkeler ve uluslararası kurumları hareket geçirmelidir. Bu
noktada, Türkiye’nin İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), BRICS, D- 8, Şangay
Beşlisi, Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi ile Japonya, Endonezya, Malezya ve
bazı Arap ülkeleriyle alt kıtada bölgesel barışın tesisi ile eğitim, ticaret ve
ekonomik kalkınmasına desteği söz konusu olmalıdır. Bu noktada, aşağıda
değinileceği üzere Hindistan’ın özellikle Körfez Ülkeleri’yle kurduğu sağlıklı
ilişkinin bu süreçte daha yapıcı ilişkilerdeki rolü dikkate alınmalıdır.
Günümüzde küresel bir sorun
haline gelen terörizm konusunda ortak bir tanım ve mücadele sergilenmesi
ilişkilerde güven tesisinde önem taşımaktadır. Bu konuda görüş birliği ve ortak
mekanizmaların oluşturulması, bölgesel sorunların çözümüne katkı sağlayacaktır.
Hindistan başbakanı Narendra Modi’nin 2015 yılı Ağustos ayında Birleşik Arap
Emirliklerine ve 2016 yılı Nisan ayında Suudi Arabistan’a yaptığı resmi ziyaretlerde
işbirliğinde öne çıkan konular arasında terörle mücadelenin yer alması bu
konuda bölge ülkelerinin istekli olduğuna bir işarettir. Türkiye, bu noktada
Hindistan’ın yanı sıra, Pakistan ve Bangladeş’i dışlamayan yeni formülasyonları
gündeme getirmelidir.
Keşmir sorununun, başta Keşmir halkı olmak üzere Pakistan ve bölgede
ordusunun dörtte birini barındıran Hindistan için ekonomik bir kayıp olduğu
ortadadır. Keşmir sorununun barışçıl bir şekilde çözümü her üç tarafın
faydasına olacağı gibi bölgenin Orta Asya, Batı Asya, Rusya ve Çin ile
ilişkilerinde de sürdürülebilir bir nitelik kazanacaktır. Tarihi ticaret ve göç
yolları üzerinde bulunan, yer altı ve üstü zenginliklerine sahip Keşmir’e
gelecek barış bölgeye yeni bir dinamizm katacaktır.
Bu noktada şu hususlar önem arz etmektedir:
Hindistan’daki yüz milyonu aşkın Müslüman nüfusun temsil makamındaki çeşitli
alanlarda faaliyet gösteren sivil oluşumlarıyla temasları sürdürülebilir
şekilde gerçekleştirmelidir;
Çeşitli eyaletlerde faal olan Müslümanların yönetimindeki yerel idarelerle
eğitim, teknik, alt yapı ve yatırım alanlarda işbirliklerine ağırlık
verilmelidir;
Bangladeş ve Pakistan’la eğitim, dini-kültürel ve siyasi ilişkiler bölge
barışına hizmet edecek şekilde çok yönlü ve sürdürülebilir olarak
yapılandırılmalıdır;
Yarı resmî kurumlar ve stk’lar kalıcı ve stratejik faaliyetleriyle resmi
kurumların başlattıkları süreçleri desteklemelidir;
Hindistan’ın farklı etnik ve dil gruplarından giderek daha çok sayıda
öğrencinin Türkiye’de öğrenim görmesi sağlanmalıdır;
Türk akademi çevreleri, zengin Hindistan tarihi ve kültürü başta olmak
üzere son dönemde gelişme gösteren mühendislik, tıp ve uzay bilimleri
alanlarında çeşitli araştırma geliştirme projeleri çerçevesinde iki ülke
arasında yapıcı sürece katkıda bulunmalıdır;
Turizm ve kültürel değişim programlarıyla toplumların birbirlerini yakından
tanıması teşvik edilmelidir;
Tarihi, dini-sosyal, ekonomi, uluslararası ilişkiler gibi alanlarda
akademik araştırmalar geliştirilmeli ve çeşitli enstitüler vasıtasıyla ortak
çalışma grupları kurulmalıdır.
HİNDİSTAN’IN İSLAM
COĞRAFYASI AÇISINDAN ÖNEMİ
İslam öncesi dönemden başlayan ilişkiler İslamiyetin 8. yüzyıldan itibaren
Hindistan’da yayılmaya başlamasıyla Hint toplulukları ve İslam dünyası arasında
ilişkiler bugüne kadar çeşitli düzeylerde devam etmektedir. Arap, Fars ve
ardından Türkler karadan Hind topraklarına geçerken, bu bölge aynı zamanda Müslümanların
denizden Güneydoğu Asya ve Uzakdoğu seyahatlerinde de aktarma organı olmasıyla önem
kazandı. Bugün Hindistan haritasında ülkenin kuzeydoğu ve kuzey, güney batı ve
güneydoğu bölgesinde yoğunlaşan Müslüman nüfus bu yapılaşmanın bir sonucudur.
Bu süreç, aynı zamanda ülkenin kuzeybatı-kuzeydoğu bölgelerinde çeşitli İslam
sultanlıklarının doğmasına farklı dini-kültürel ve medeniyet gelişimine konu
olmuştur. Bu anlamda Hindistan, İslam kültür ve medeniyet mirası konusunda
kayda değer bir yere sahiptir.[13]
Hindistan, sadece Batı Asya ve Ortadoğu’daki Müslümanlar için değil,
Güneydoğu Asya’da geniş Malay toplumları için de tarihsel olarak önem
taşımaktadır. İslam öncesi dönemde, Hint dini-kültürel ve siyasi nüfuzu bölgede
kendini hissettirirken, iki coğrafya arasında kayda değer ticari süreçler
gerçekleşmiştir. Hindistan topraklarında yaşayan Arap, Fars gibi Müslüman
milletler kadar, Hint kökenli Müslümanların varlığı zamanla Takımadalar
bölgesinde işbirliğinin gelişmesinde rol oynadı. Hint Müslümanlarının İngiliz
sömürgeciliğiyle birlikte Doğu ve Güney Afrika topraklarında ticari
faaliyetleri zamanla bir diaspora oluşturdu (Reeve 2009, 58).
Sömürge dönemi, Müslüman ve Hindu kitlelerin benzer koşulları tecrübe
etmelerine yol açtı. Bu süreç, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında iki
tarafı da sömürgecilik karşısında ortak bağımsızlık duygusuyla hareket
etmelerini sağladı.
Günümüzde ise Hindistan ile bazı İslam ülkeleri arasındaki ilişkinin ticari
ve ekonomik ilişkiler düzeyinde olduğu görülür. Bir yanda petrol zengini Arap
ülkeleri öte yanda palmiye yağı, kauçuk ve baharat zengini Güneydoğu Asya Malay
dünyası ile Hindistan arasında kayda değer ilişkiler söz konusudur. Bu
ilişkinin birincil alanında petrol faktörü dikkat çekerken, Hindistan enerji
kaynaklarını elinde tutan bazı Arap ülkeleriyle yakın ilişki içerisindedir. Ayrıca,
küreselleşen ekonomi ve mobilizasyonun bir ifadesi olarak, Körfez ülkeleri
başta olmak üzere Ortadoğu’da işçi olarak önemli sayıda Hint Müslüman
diasporasından söz edilebilir (Reeves 2009, 57).[14]
Malezya-Endonezya ile gündeme gelen Güneydoğu Asya Malay dünyasıyla ilişkiler
ise tarihsel bir devamlılık arz etmektedir.
KEŞMİR SORUNU
Himalayalar ve Karakum arasında uzanan, Pakistan, Hindistan ve Çin’le
çevrili Keşmir bölgesi, İngiliz sömürgeciliğinin 2. Dünya Savaşı sonrasında
Hint alt kıtasından ayrılırken bıraktığı bir sorun olmaya devam ediyor. Bu
bağlamda, bu sorun, sömürgecilik döneminin siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel
sorunlarının bugüne kalan bir mirasıdır.
Sömürge döneminde İngilizlerin doğrudan yönetimi altına girmeyen Keşmir
bölgesi, Alt kıtanın 1947’de Hindistan ve Pakistan olarak ayrılmasının ardından
bir oldu bittiye getirilerek ikiye ayrıldı. Dönemin Hindistan başbakanı Nehru,
Keşmirlilerin geleceklerini kendilerinin belirleyeceği yönünde hem uluslararası
camia hem de Keşmirlilere söz vermesi büyük bir çelişkinin ifadesidir (Khan
2008, 52). Ancak, o günden bu yana, kadim Keşmir topraklarının üçte birini
oluşturan kuzeyde Azad Keşmir Pakistan’ın, üçte ikisini oluşturan güneydeki
Vadi, Ladakh ve Jammu ise Hindistan’ın kontrolündedir (Malik 1997, 161-2).
Bugün Keşmir’de olan biteni anlayabilmek için, geçmişte yaşananlara kısaca
bakmakta fayda var. Sömürge döneminde alt kıtanın diğer bölgelerinde olduğu
gibi özerk bir prenslik olan Keşmir’de halkın çoğunluğu müslüman olmakla
birlikte, Hindu siyasi elit tarafından yönetiliyordu. Bağımsızlık sürecinde
İngilizler, diğer prenslikler gibi Keşmir’i de Pakistan ve Hindistan’dan birini
seçme konusunda tercihe zorlaması Keşmir’de süreci çatışma yönüne çevirdi.
Keşmir halkına destek anlamında Pakistan ordusu Keşmir topraklarına girerken, dönemin
Hindu yöneticisi Delhi’ye sığınarak Keşmir’in Hindistan egemenliğine
bağlandığını ilân etti. Keşmir halkı ve yöneticisi arasındaki bu siyasi karar
farklılığı, bölgenin Pakistan ve Hindistan arasında bölünmesine yol açtı
(Chadha 1997, 447; Dijkink 1996, 132; Ray 2002, 37).[15]
Yaşanan çatışmalar üzerine Birleşmiş Milletler devreye girerek Keşmir
halkının kendi geleceğine karar vermesi için referandum yönünde görüş belirtti
(Malik 1997, 167). 1910’lu yıllarda Woodrow Wilson’un ortaya koyduğu ve
ardından 1948 yılında Hindistan’ın Birleşmiş Milletler’e başvurması üzerine alınan,
yani Keşmirlilerin Pakistan’a mı, yoksa Hindistan’a mı bağlanmak istediklerine
karar vermeleri yönündeki çözüme yönelik karara rağmen, Hindistan yönetimi BM
kararlarını tanımamaktadır. Hindistan, Keşmirlilerin kendi siyasi geleceklerini
belirlemesine olanak tanımaması ve BM’nin kararlarını dikkate almamasıyla Keşmir
sorununun birincil sorumlusu konumundadır (Khan 2008, 50; Doctor 1987, 153).
Temelde BM kararı, Pakistan yönetiminin de aldığı siyasî kararla benzerlik
göstermektedir. Bu süreçle, Keşmir sorununun uluslararası nitelik taşıdığı
kanıtlanırken, BM tarafından ilk barış gücü misyonu Keşmir için gündeme gelse
de, Hindistan’ın reddi üzerine bölgenin askerden arındırılması çabası sonuç
vermemiş, yaşanan çatışmalar sonrasında 1 Ocak 1949 tarihinde BM öncülüğünde
ateşkes sağlandı. Pakistan ve Hindistan’ın bağımsızlığından sonraki bu bir
yıllık süre zarfında tarihî olarak Keşmir olarak bilinen toprakların üçte ikisi
Jammu-Keşmir adıyla Hindistan ordusunca işgal altında tutulurken, kuzeydeki
bölge “Özgür” anlamına gelen “Azad Keşmir” adıyla anılmaya başlandı (Wolpert 1982,
115, 117; Malik 1997, 162).
Bu bağlamda, Keşmir sorunu Hindistan için ulusal birliğin tesisi, öte
yandan Keşmirliler içinse bağımsızlık talebi nedeniyle üst düzey çatışmanın
yaşandığı bir alan olarak ortaya çıkar. Hindistan, Keşmir’de çözüme taraf olmadığı
ve bölgede şiddet eğiliminin artmasındaki rolü nedeniyle, bölgede yaşanan etnik
ve dinî çatışmaların yükünü taşıyan ülke görünümündedir. Keşmir konusu, 1947
yılından bu yana Hindistan’da ulus-devlet yapılaşmasının da akamete uğramasının
altyapısını oluşturur.
Hindistan yönetimi Keşmir’deki varlığına meşruiyet kazandırmak amacıyla Keşmir
sorununu siyasî, tarihî ve dinî boyutlarıyla öne çıkarmaktadır. Buna ayrıca,
dönemin başbakanı Nehru’nun atalarının Keşmirli olması ve kendisinin Keşmir’e
bağlılığı nedeniyle duygusal bir yönde eklenmektedir (Nehru 2004, 10, 42). Nehru’yu
Keşmir konusunda farklı görüş ve bir anlamda iddialı olmaya zorlayan ise, tüm
dünyaya Hindu ve Müslümanların bir arada yaşayabileceğini kanıtlama çabasıdır.
Bu bir anlamda dönemin Hindistan resmî ideolojisi olan “sekülarizmin”in de teyit
edilmesi anlamına gelecektir (Chadha 1997, 447; Malik 1997, 173). Nehru’nun bu
ihtiraslı yaklaşımı, Keşmirliler adına karar verme eğilimi sergilemesi, o dönem
çözüme hazır bir bölgenin bugüne kadar dünyanın en sorunlu bölgesi olmasına
neden olmuştur.
Hindistan bu süreçte, çeşitli medya organlarıyla sivil toplum ve düşünce
kuruluşlarıyla yukarıda dile getirilen argümanlarını uluslararası kamuoyuna
kabul ettirme çabasındadır. Sorunun bugüne kadar devrinde, Hindistan ve
Pakistan’ın bağımsızlıkları sonrası ortaya çıkan jeo-politik ve stratejik
ilişkilerin de etkisi vardır. Tüm bunlar, bugüne kadar uzanan sorunlar yumağı
Keşmir sorununun olduğundan daha karmaşık bir hale gelmesine yol açmıştır.
Keşmir sorununun Pakistan ve Hindistan gibi iki önemli aktörlü vechesi
kadar, Keşmir’in kendi içindeki dinamiklerin de göz ardı edilemeyecek bir önem
arz etmektedir. Öyle ki, daha 1930’lu yıllarda adına Keşmir denilen bölgenin
yönetiminin belirlenmesi konusundaki görüş ayrılıkları ve ardından 1947 yılında
Hindu kökenli yönetici Maharaja Hari Singh’in siyasî karar mekanizmasında tek
yetki sahibi olması karşısında, ya bu yönetimden kurtulmak için Pakistan’la
birleşme veya tam bağımsız olma yönünde, yine Keşmir Müslüman halkı arasında
bir ayrım yaşandı. Burada dikkat çeken husus, Keşmir toplumunda yaşanan siyasî
gelecek konusundaki görüş ayrılığı ve bunun sivil savaşa dönüşmesinin Pakistan
ve Hindistan’ın bağımsızlıklarını elde etmeden önce gerçekleşmiş olmasıdır.
Nihayetinde, Hindu kökenli yöneticinin Hindistan’la birleşme konusundaki
kararının ardından, 29 Ekim 1947 tarihinde Hindistan’ın Sihlerden oluşan ordu
birlikleriyle Keşmir’in Srinagar şehrine girmesi Keşmirlilerce “Kara Gün”
olarak kabul edilir (Chadha 1997, 447; Malik 1997, 166).
Hindistan, Keşmir üzerinde siyasî egemenliği sivil ve demokratik yollardan
sağlamak yerine, bölge halkını askerî rejimle yönetme ve bu anlamda tüm hak
ihlallerine konu olacak yaptırımlarla varlığını sürdürmektedir. Hindistan
ordusunun neredeyse dörtte birine varan bölümünü Keşmir bölgesinde “güvenliği” sağlamakla
görevli oluşu, aynı zamanda ülke ekonomisi için de önemli bir açık anlamına
gelmektedir.
Keşmir sorununa çözüm konusunda Türkiye’nin atabileceği bazı somut adımlar
şunlardır:
·
Hindistan’ın, Pakistan’ı hedef göstererek ‘sınır ötesi terör’ olarak
adlandırdığı konu ile Keşmir halkının gündelik yaşamını yaşanmaz hale getiren
Hindistan ordusunun varlığının[16]
aynı anda durdurulması konusunda iki taraf arasında girişimde bulunulmalıdır;
·
Keşmir halkının Türkiye siyasi liderliğine saygı duyacağı belirtilmekle
birlikte, süreçte Yeni Delhi kontrolündeki Keşmir bölgesel yönetimi ile Keşmir
sivil toplum, âlimler çevresi, iş çevreleri ve diasporadaki liderlerle ayrı
ayrı görüşmeler yapılarak Keşmir halkını temsil edecek bir yapı
oluşturulmalıdır;
·
Keşmir bölgesinde her on Keşmirliye bir Hindistan askeri düştüğü dikkate
alındığında Keşmir’in askeri yapıdan acilen arındırılmalı, sayısı 400.000’e
varan (Abdullah 2017, 129) mülteci konumundaki Keşmirlinin vatanlarına dönmesi
sağlanmalıdır;
·
Bölgede güvenliğin tesisi konusunda çok işlevli uluslararası barış gücü
tesisi kurulmalıdır;
·
1980’lerden bu yana süren çatışma ortamı, Keşmir ekonomisine verdiği zararı
bertaraf edecek çözümler üzerinde çalışılmalıdır;
·
Keşmir sorunu, sadece Hindistan ve Pakistan arasında bir sorun olmayıp bu
iki ülkenin nükleer silah kapasitelerinden ötürü uluslararası bir nitelik
taşımaktadır. Bu anlamda, ABD, AB ve Çin’in bu konudaki yaklaşımları dikkate
alınmalıdır.
SONUÇ VE
DEĞERLENDİRME
Hindistan, iç siyasette yaşadığı değişimlerin yanı sıra, bölgesel ve
küresel gelişmelerine paralel olarak önemi giderek artmakta olan bir ülkedir. Dünyanın
en büyük demokrasisi unvanına sahip Hindistan’ın, yeni dönemde etnik ve dinî
farklılıklarıyla öne çıkan geniş halk kesimlerine yönelik hak ve özgürlüklerin
paylaşımı noktasında hangi politikaları uygulayacağı merak konusudur. Bu
noktada Hindu, Müslüman, Sih gibi dinî azınlıklarla, belli başlı etnik yapılar
arasında toplumsal barışın sağlanması azamî gayret gerektiren bir husustur. Bu süreçte,
özellikle İngiltere’nin bölgedeki sömürge döneminden kalan ve tarihsel arka
plânı olan önyargıların aşılması öncelikli bir gayret gerektirirken, toplumsal
gruplar ve eyaletler arasında ekonomik farklılaşmayı sona erdirecek ve böylece
toplumsal barışa katkı sağlayacak girişimlere ihtiyaç vardır. Bu yapılırken,
İngiltere’nin bölgede yüzyıllardır var olan kazanımlarından vazgeçmek
istemeyeceği ve bu sebeple söz konusu alanda atılacak adımları baltalamaya
yönelik girişimlerde bulunacağı hesaba katılmalıdır.
Bölgesel ve uluslararası ilişkilerde de Hindistan yapıcı politikalar
geliştirmelidir. Bu çerçevede, Çin’in ekonomik ve askerî gelişimi; Asya-Pasifik
bölgesinin kalkınmacı ekonomilere ev sahipliği yapması, ABD’nin 21. yüzyıl Asya
Çağı projesinde bölgede ağırlığını hissettirmeye başlaması, Kuzey Kore’nin
neden olduğu nükleer tehdit gibi dış faktörler Hindistan’ı sadece bölgesinde
değil, küresel anlamda da yeni ve aktif bir güç unsuru olarak gündeme taşımaktadır
(Jaffrelot 2008, 83).
Bu bölgesel ve küresel gelişmeler çerçevesinde Hindistan, belki de kendi iç
dinamiklerinden ziyade dış faktörlerce özellikle Çin’in yayılmacı politikaları
karşısında bir denge unsuru olarak görülmesine neden olmaktadır. Bu noktada,
Çin’in kara ve deniz ipek yolları projeleriyle çeşitli ekonomi blokları
oluşturma çabası; askeri işbirlikleriyle de bu süreci desteklemeye yönelik
açılımları; Güney Çin Denizi’nden Hint Okyanusu’na ve Doğu Afrika sahillerine
kadar ulaşan deniz yolu güzergâhındaki yapılaşması; enerji havzalarına ve
hammadde kaynaklarına doğru genişleme ve güvenlik altına almaya yönelik
politikaları Hindistan üzerinde bir baskı oluşturmaktadır. Bu gelişmeler
bağlamında, belki daha da somut bir gelişme olarak, tarihsel açıdan rakip iki
devletin Himalayalar’daki sınır anlaşmazlığı potansiyel bir tehlike unsurudur.
Bu noktada, Asya-Pasifik bölgesindeki ekonomik ve askerî yapılaşmalar,
Hindistan için tehdit içerdiği kadar cazibe merkezidir de. Bir yandan bu
bölgenin ihtiyaç duyduğu enerji kaynağı Ortadoğu, öte yandan Doğu ve Güneydoğu
Asya arasında uzanan geniş coğrafyasıyla Hindistan’ın önemi giderek
artmaktadır. Bu anlamda, Asya-Pasifik bölgesinde Japonya, Avustralya ve
Güneydoğu Asya ülkeleri birliği (ASEAN), Hindistan’ı Çin karşısında bir
stratejik partner olarak görmek istemektedir (Dobbs-Higginson 1993, 192). Öte
yandan, başta Körfez ülkeleri olmak üzere Ortadoğu İslam ülkeleriyle de
tarihsel ilişkileri günün getirdiği imkanlar ve zorunluluklarla gelişmeye matuf
bir yönelim sergilemektedir.
Bu süreçte Türkiye-Hindistan birbirlerini yeniden keşfetmekte olan iki ülke
konumundadır. Günümüz uluslararası ilişkilerinde tarihi ilişkilere sıklıkla
atıf yapılmasından hareketle, Türklerin Hint medeniyetinin çeşitli unsurlarına
katkısı bir çıkış noktası oluşturmaktadır. Geçmişte ortaya konan bu değerlere
yeni anlamlar yüklenerek iki ülke ilişkilerine güçlü bir zemin sağlanmalıdır.
Hindistan topraklarındaki Müslüman kitlelerin yakın geçmişte hilafet
merkezine yönelik politikalarıyla ortaya konan derin hissiyat bugün İslamiyetin
bölge ve dünya barışına katkısının ortaya konmasında işbirliğine zemin
hazırlayacak bir araç konumundadır. Hindistan’ın farklı bölgelerinde, değişik
etnik grupların Hint toplumu başta olmak üzere bölge toplumlarına olumlu
mesajlarının önünü açacak sosyo-kültürel ve dini birliktelikler hayatiyet arz
etmektedir.
Küresel anlamda yeni güç merkezleri oluşumu süreci yaşanırken, Türkiye ve
Hindistan’ın kendi tarihsel hinterlandında değer kazandıkları
gözlemlenmektedir. Bu süreçte, iki ülkenin Batı ülkeleriyle ilişkilerini gözden
geçirme ve yeni alternatif arayışları iki gücün bir sinerji yaratabileceğini
ortaya koymaktadır. Bu ilişkinin siyasi, ticari, ekonomik ve yatırım
alanlarında hem karşılıklı hem de geniş bölgesel katılımlarla
genişletilebilecek alanları ihtiva etmektedir. Yukarıda zikredilen bu zengin
potansiyel alanlar üzerinde orta ve uzun vadede sonuç alınacak bir kurumsal
yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bu noktada, Türkiye’de resmi, yarı resmi kurumlar,
ünivresiteler ve araştırma kurumlarının Hindistan özelinden başlayarak bölgeye
doğru yayılan geniş bir coğrafyayı gündeme almalarında fayda bulunmaktadır.
KAYNAKLAR
Abdullah, Muhammad Faisal. (2017). “The Plight of Kashmir”, Displaced&Forgotten: Memoirs of Refugees,
(ed.), Raudah Mohd. Yunus; Md. Mahmudul Hasan, Selangor: Iman Publication.
(syf.: 127-136).
An Historical Account
of the Settlement and Possession of Bombay, by the English East Inia Company,
And of the Rise and Progress of War With the Mahratta Nation, (2010). La Vergne: Anon.
Austin, Dennis. (1994). Democracy and
Violence in India and Sri Lanka, London: Pinter Publishers.
Azad,
Maulana Abul Kalam. (1959). India Wins
Freedom: An Autobiographical Narrative, Reprinted, Bombay: Orient Longmans.
Banerji,
Radhika. (2010). “Preface”, Religion in
Modern India, New Delhi: MD Publications Pvt Ltd. (syf.: v-vi).
Bayur,
Y. Hikmet. (1987). Hindistan Tarihi,
I. Cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Bose,
Sugata. (2006). A Hundred Horizons: The
Indian Ocean in the Age of Global Empire, Cambridge: Harvard University
Press.
Bose,
Sugata; Jalal, Ayesha. (2011). Modern
South Asia: History, Culture, Political Economy, Third Edition, London:
Routledge.
Brown,
Judith M., (1989). Gandhi: Prisoner of
Hope, New Haven: Yale University Press.
Chadha,
Yogesh. (1997). Rediscovering Gandhi,
London: Century.
Chanda, Asok. (1965). Federalism in
India: A Study of Union-State Relations, London: George Allen.
Choudhary, R. R. (2010). Danger of
Hindutva to Secular India, New Delhi: MD Publications Pvt. Ltd.
Coedès, G. (1968). The Indianized
States of Southeast Asia, (ed.). Walter F.Wella, (Tr.: Sue Brown Cowing,
Honolulu: University of Hawaii Press.
Copland, Ian; Mabbett, Ian; Roy, Asim; Brittlebank, Kate; Bowles, Adam.
(2012). A History of State and Religion
in India, London: Roudledge.
Crawley, W. F. (1972). “Political Directions in Indepentent India”, Reform and Revolution in Asia, (ed.), G.
F. Hudson, London: George Allen&Unwin Ltd. (syf.: 163-190).
Deol, Harnik. (2000). Religion and
Nationalism in India: The Case of Punjab, London: Roudledge.
Dijkink, Gertjan. (1996). National
Identity and Geopolitical Visions: Maps of Pride and Pain, London:
Roudledge.
Dobbs-Higginson, Michael S. (1993). “India: Counterbalancing the Greater
China Threat”, Asia-Pacific: A View on
its Role in the New World Order, Hong Kong: Longman. (syf.: 168-197).
Doctor, Adi H. (1987). “Nehru’s Foreign Policy: A Revie”, Studies on Nehru, V. T. Patil, New
Delhi: Sterling Publishers Private Lmt. (syf.: 147-159).
Embree, Ainslie T. (1988). “India”, Encyclopedia
of Asian History, (ed.). Ainslie T. Embree, Vol. 2, New York: Charles
Scribner’s Sons. (syf.: 111-125).
Firth, J. R. (1964). “Personality and Language in Society”, Papers in Linguistics: 1934-1951,
Reprinted, London: Oxford University Press. (syf.: 177-189).
Graham,
B. D. (1992). Hindu Nationalism and
Indian Politics: The Origins and Development of the Bharatiya Jana Sangh,
New York: Cambridge University Press.
Guha, Ramachandra. (2014). “Jawaharlal Nehru: A Romantic in Politics”, Makers of Modern Asia, (ed.),
Ramachandra Guha, Cambridge: The Belknap Press of Harvard University Press.
(syf.: 117-146).
Habib, Irfan. (2002). Essays in
Indian History: Towards a Marxist Perception with the Economic History of
Medieval India: A Survey, London: Anthem Press.
Hodson, H. V. (1985). The Great
Divide: Briatin-India-Pakistan, Karachi: Oxford University Press.
Jaffrelot, Christophe. (2008). “India, An Emerging Power, But How Far?”, Emerging States: The Wellbeing of a New
World Order, (ed.). Christophe Jaffrelot, (Tr.: Cynthia Schoch), London:
Hurst&Company. (syf.: 76-89).
Khan, Muhammad. (2008). “Kashmir Dispute and the Prospects of
India-Pakistan Peace Process”, NDU
Journal, Volume II, (syf.: 49-89).
Kochanek, Stanley A. (2001). “Political Governance in India: The Challenge
of Stabilitiy and Diversity”, The
Post-Colonial States of South Asia: Democracy, Identity, Development and
Security, (ed.). Amita Shastri; A. Jeyaratnam Wilson, Surrey: Curzon.
(syf.: 17-40).
Kochanek, Stanley A. (1975). “The Indian Political System”, Politics and Modernization In South and
Southeast Asia, (ed.). Robert N. Kearney, New York: John Wiley and Sons.
(syf.: 39-107).
Lefever,
Ernest W. (1976). “Nehru, Nasser and Nkrumah on Neutralism”, (ed.). Laurance W.
Martin, Neutralism and Nonalignment: The
New States in World Affairs, (Reprinted), Westport: Greedwood Press.
Mackie,
Jamie. (2005). Bandung 1955:
Non-Alignment and Afro-Asian Solidarity, Singapore: Editions Didied Millet.
Malik,
Iftikhar H. (1997). “The Continuing Conflict in Kashmir Regional Détente in
Jeopary”, Rivalry and Revolution in South
and East Asia, (ed.), Partha S. Ghosh, Aldershot: Ashgate. (syf.: 161-186).
Malik,
Preet. (2012). “Indias Look East Policy: Genesis”, Two Decades of Indias’s Look East Policy: Partnership for Heace,
Progress and Prosperity, (ed.), Amar Nath Ram, Singapore: ISEAS. (syf.: 23-38).
Marong Mahawangsa: The Kedah Annals,
(2012), Kuala Lumpur: Silverfish Malaysian Classics,
Mill,
James. (1997). The History of British
India, Vol. II., Routledge/Thoemmes Press.
Mishra, Patit Paban. (2002). “India”,
Encyclopedia of Modern Asia, (ed.). David Levinson; Karen Christensen, Vol.
3, New York: Thomson&Gale. (syf.: 9-13).
Morris-Jones, W. M. (1963). “Stability and Change in Indian Politics”, Politics in Southern Asia, (ed.). Saul
Rose, London: Macmillan&Co. Ltd. (syf.: 9-32).
Nanda, B. R. (1996). Jawaharlal
Nehru: Rebel and Statesman, Second Impression, Delhi: Oxford University
Press.
Nathan, Dev. (1996). “India: From Civilization to Nations”, Internal Conflicts in South Asia, (ed.).
Kumar Rupesinghe; Khawar Mumtaz, London: Sage Publications. (syf.: 18-38).
Naidu, G.V.C. (2012). “India’s Strategic and Defence Interaction with
Southeast Asia”, India and Southeast
Asia: Strategic Convergence in the Twenty-First Century, (ed.), T. Nirmala
Devi; Adluri Subramanyam Raju, Singapore. ISEAS. (syf.: 79-92).
Nehru, Jawaharlal. (2004). An
Autobiography, Haryana: Penguin Books.
Noer, Deliar. (2012). Mohammad Hatta:
Hati Nurani Bangsa, Jakarta: Kompas Media Nusantara.
Noorani, A. G. (2004). (ed.), The
Babri Masjid Question, 1528-2003: A Matter of National Honour, Volume II,
Second Edition, New Delhi: Tulika Books.
Pye, Lucian W.; Pye Mary W. (1985). Asian
Power and Politics: The Cultural Dimensions of Authority, Cambridge: The
Belknap Press of Harvard University Press.
Raghavan, Srinath. (2014). “Indira Gandhi: India and the World in
Transition”, Makers of Modern Asia,
(ed.), Ramachandra Guha, Cambridge: The Belknap Press of Harvard University
Press. (syf.: 213-243).
Ram, Amar Nath, (2012). “The First Decade of India’s Look East Poliyc: An
Insider’s Account”, Two
Decades of Indias’s Look East Policy: Partnership for Heace, Progress and
Prosperity,
(ed.), Amar Nath Ram, Singapore: ISEAS. (syf.: 63-81).
Rawlinson, H. G., (1965). India: A
Short Cultural History, London: The Cresset Press.
Ray,
Aswini K. (2002). “Globalization and Democratic Governance”, Globalization and Democratization in Asia:
The Construction of Identity, (ed.). Catarina Kinnvall; Kristina Jönsson, London:
Routledge. (syf.: 37-50).
Reeves,
Peter. (2009). “An Entrepreneurial diaspora? Transnational space and India’s
international economic expansion”, The
South Asian Diaspora: Transnational Networks and Changing Identities,
(ed.), Rajesh Rai; Peter Reeves, London: Roudledge. (syf.: 57-68).
Saxena, Anil. (2006). Encyclopaedia
of Indian History: Land, People, Culture, Civilization, Vol. 7, Post-Gupta
Period, New Delhi: Anmol Publications Pvt. Ltd.
Shaik, Farzana. (2014). “Zulfikar Ali Bhutto: In Puruit of an Asian
Pakistan”, Makers of Modern Asia,
(ed.), Ramachandra Guha, Cambridge: The Belknap Press of Harvard University
Press. (syf.: 267-300).
Sutton, Deborah. (2009). Other Landscapes:
Colonialism and the Predicament of Authority in Nineteenth Century South India,
Copenhagen: Nias Press.
The Indian Khilafat Declaration Publications, “The Turkish Settlement and
the Muslim and Indian Attitude”, No. 1, 8 Albert Hall Mansion, Kensington Gore,
London, Arkip Negara Malaysia, SP18/IB, 673/123.
Tinker,
Hugh. (1966). South Asia: A Short History,
London: Pall Mall Press.
Watson, Francis (1999). India: A
Concise History, Reprinted, New York: Thames and Hudson.
Wolpert, Stanley. (ed). (2006). Encyclopedia
of India, Vol. 1, A-D, Detroit: Thomson Gale.
Wolpert, Stanley. (1982). Roots of
Confrontation in South Asia: Afghanistan, Pakistan, India and the Superpowers,
New York: Oxford University Press.
Wood, Glynn L. (1987). “Nehru: Authority, intimacy and vocation in the life
of a revolutionary”, Studies on Nehru,
V. T. Patil, New Delhi: Sterling Publishers Private Lmt.
https://guneydoguasyacalismalari.com/hindistan-raporu/
[1]Peter Popham. (1998). “Why can't Hindus and
Muslims get along together? It's a long story” http://www.independent.co.uk/voices/why-cant-hindus-and-muslims-get-along-together-its-a-long-story-1162319.html. (Not:
Hindu kelimesi bazı yazarlar tarafından siyasî ve dinî değil, kültür ve
medeniyet bağlamı içerisinde ele alınmakta. Bu anlamda, Hindu kelimesinin ülkedeki Sih,
Budist, Jain, Müslüman, Hristiyan gibi farklı inanca mensup kişileri de içinde
barındırdığı belirtilir. Bkz.: Choudhary. (2010), s. 1.
[2]Son
yapılan bir araştırmaya göre, 2050 yılında Hindistan Müslümanlarının 300
milyonu aşacağı böylece Hindistan’ın dünyanın en yoğun Müslüman nüfusuna sahip
ülkesi olacağı belirtilmektedir. Bkz.: http://www.pewresearch.org/fact-tank/2017/01/31/worlds-muslim-population-more-widespread-than-you-might-think/.
[3]20. yüzyılın
ilk çeyreğinde o dönem Hindistan topraklarında yaşayan Müslümanların toplam
nüfusun dörtte birini teşkil ettiği belirtilir. Bkz.: “Bagaimanakah Halnya
Perhimpoenan ‘Ahmadijah’ di Lahore di Dakwa Perkakas Keradjaan Kafir
(Inggris)?”, Medan Moeslimin, No. 9,
5 Mei 1925 (11 Shawal Pal 1343) Tahoen
XI, s. 129.
[4]Hindistan’ın
tarihi boyunca İslam devletlerince yönetilmesi, Hindu kitlelerin siyasî gücü
ele geçirmelerinin ardından bu tarihî gerçeklik karşısında besledikleri önyargı
ve kompleksin bir ifadesi olarak da yorumlanabilir. İslam devletleri gerek
siyasal gerek toplumsal yapılaşmada İslamiyet’in değerlerini önceleyen bir
yaklaşım sunmaları kadar, geniş Hindu kitlelerinin İslamlaşmasında da çeşitli
vasıtalarla şu veya bu derece rol oynamışlardır. Askerî bir güç tesisi
olmamakla birlikte, siyasî gücün ve yaptırımların bu nedenle öne çıktığı
söylenebilir. Bkz.: Copland vd. 2012, s. 89.
[5]Türkler, özellikle Alaaddin Guri komutasında, İslam
sancağını Hindistan’ın kuzeyine taşıyan millet olarak bilinir. Bkz.: Copland
vd. 2012, s. 84.
[6]“Pechabaran:
Kaoem Moeslimin dan Hindoe Berkoempoel Mendjadi Satoe Akan Melawan
Imperialisme”, Medan Moeslimin, No.
7, 5 April 1925 (11 Pasa Dal 1343) Tahoen XI, s. 109.
[7]Hindistan’ın
bu bağlamda Endonezya ile yakın temas içerisinde olduğu biliniyor. Daha 1955
yılında Bandung Konferansı düzenlenmeden önce, 1950 yılında dönemin Hindistan
başbakanı Jawaharlal Nehru 1950 yılı Nisan ayında Jakarta’yı ziyaret etti.
Bkz.: Noer. (2012), s. 132).
[8]Hindistan-Çin
çatışmasına konu olan Himalayalar sınırı 1914 yılında İngiliz sömürge yönetimi
temsilcisi McMahon tarafından belirlenmesiyle, ‘McMahon hattı’ olarak anılır. Bkz.:
Dijkink. (1996), s. 133.
[9]Kongre
Partisi’nin bayrağı belirlenirken, o dönem etkin bir siyasi hareket olan
Hilafet Hareketi’nden etkilenmiş ve Müslümanları temsilen yeşil renk kabul
edilmiştir. Bkz.: Nanda. (1996), s. 131.
[10]Hindista-Çin
arasında 1962 yılındaki savaşın ardından ABD’nin Hindistan’a askeri yardımı söz
konusudur. Bkz.:
Wolpert. 1982, s. 145-6.
[11]Ranjit Gupta, “India and the
Gulf: Looking Beyond Energy, Islam and the Diaspora”. http://www.ipcs.org/article/india/special-commentary-india-and-the-gulf-looking-beyond-energy-islam-4193.html
[12]“How India's strategic partnership with UAE will hit Pakistan where it hurts” http://www.firstpost.com/politics/where-does-india-uae-strategic-partnership-leave-pakistan-2396814.html
[13]Ranjit
Gupta. (2013). “India and the
Gulf: Looking Beyond Energy, Islam and the Diaspora”. http://www.ipcs.org/article/india/special-commentary-india-and-the-gulf-looking-beyond-energy-islam-4193.html.
[14]Örneğin,
sadece Suudi Arabistan’da çeşitli sektörlerde çalışan 3 milyona yakın Hindistan
vatandaşı bulunmaktadır. Bkz:
http://www.huffingtonpost.com/aparna-pande/saudi--india-pakistan-tri_b_9606740.html.
[15]Keşmir’de tarihsel olarak halkın büyük bir bölümünü Müslümanlar oluşturmaktadır.
Örneğin ilk nüfus sayımının yapıldığı 1871 yılında Bengal’le birlikte Keşmir
bölgesi halkının büyük bölümünü Müslümanlar oluşturmuştur. Keşmir, aynı zamanda
bu topraklarda İslamiyet’in siyasî ve askerî anlamda ulaştığı son nokta olarak
da bilinmektedir. Bkz: Copland vd. 2012, s. 83.
[16]Wajahat Habibullah. ‘The Kashmir Problem and Its Resolution’. https://www.usip.org/events/kashmir-problem-and-its-resolution.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder