6 Aralık 2024 Cuma

Hindistan Raporu: Tarihi ve Siyasi Değişim Süreçleri ve Hindistan Müslümanları / India Report: Historical and Political Change Processes and Muslims of India

 Mehmet Özay                                                                                                             06.12.2024

      GİRİŞ

Hindistan, geçmişten getirdiği çok dinli ve etnik yapısıyla bir kültürler abidesi olarak yükselirken, çağdaş küresel medyada tezatlar ülkesi olarak çıkar karşımıza. Bir yanda yoksulluk, sel ve açlık gibi doğal afetler, siyasî cinayetler öte yanda kutsallık atfedilen Ganj Nehri’nde ‘arınan’ kitleler, yılan oynatıcıları ile meydanlarda kimsenin rahatsız etmeye yanaşamayacağı kutsal kabul edilen inek görüntüleri vardır. Bu ve benzeri renkli dünya kadar, Batılı eğitim almış enformasyon teknolojisinde ve tıbda uzman gençleri, nükleer silaha sahip ordusu ve uzay çalışmaları ile son dönemde bölgesel ve küresel aktör olmaya aday bir Hindistan gündemdir (Jaffrelot 2008, 79; Wolpert 2006, xi).

Bir kıta büyüklüğündeki topraklarda farklı etnik ve dini yapılara ev sahipliği yapması ve zengin doğal kaynakları sebebiyle tarih boyunca Batı ve Doğu arasında ticarî, sosyo-kültürel ve dinî etkileşimlere sahne oldu. Bu özelliklerine hiç kuşku yok ki, sahip olduğu mistik doğaüstücü inanç yapılarıyla son yüzyılda modern Batı’nın materyalist yaşamı içerisinde sıkışıp kalmış bireylerine alternatif dini yaklaşımlar için ilham kaynağı olması eklenmelidir (Dijkink 1996, 129; Dobbs-Higginson 1993, 169).

İngilizler, 1750’lerden itibaren bölgede irili ufaklı pek çok prensliklerle yaptığı siyasi anlaşmalarla ticari ve siyasi çıkarlarını inşa etti. Adına “dolaylı yönetim” denilen bu sistemde, prensliklerin üçüncü taraflarla anlaşma yapması yasaklanırken, dış ilişkiler ve savunma konularında İngilizlere bağımlılıkları emperyal yönetim yapısını ortaya çıkardı (Bose; Jalal 2011, 47-56).

Bu süreçte, İngiliz emperyalizminin ürettiği Müslüman-Hindu çatışması, yerli toplumların kendi kendilerini yönetemeyecekleri düşüncesinin yerleştirilmesi için bir neden sayıldı. Bu noktada, Mahatma Gandhi’nin batı medeniyetini yıkıcı bir medeniyet olarak kabul etmesi, sömürge dönemi yapılaşmasının Hint topraklarında ayrıştırıcı bir unsur olduğuna işaret eder. Siyaset bilimine ‘böl/yönet’ kavramını hediye eden sömürge yönetiminin uzantıları bağımsızlık sonrası dönemde de bu politikasını örneğin, birbirleriyle ortak yönlere sahip Hindistan ve Çin arasında da uyguladı  (Dijkink 1996, 130, 132).

İngiliz sömürge yönetimi, toprak reformları sayesinde geniş tarım arazilerini dönüştürürken, tarım sektöründe zorunlu üretim ve belli ürünlerde tekel oluşturulması yerli halkın kalkınması yerine, küresel kapitalizme hizmet etti (Habib 2002, 296; Malik 2012, 23; Sutton 2009, 4; Bose; Jalal 2011, 56-57). İngilizlerin tarım politikaları, bugün dahi bir sorun olmaya devam eden Keşmir bölgesini de etkiledi. Keşmir topraklarının Amritsar Anlaşması (1846) çerçevesinde bir Hinduya satılması, Keşmir sorununda önemli bir yeri vardır (Malik 1997, 163). Bu süreçte, İngilizler 1947 yılındaki ayrışmada Pakistan ve Hindistan sınırını bir anlaşmayla belirlememesi kadar, iki ülke orduları karşı karşıya geldiğinde başlarında İngiliz komutanların varlığı, Keşmir sorunun kaynağında İngiliz varlığının tescilidir (Crawley 1972, 167; Hodson 1985, 473).

Bağımsızlıkla birlikte Hindistan’da demokrasi, siyasi bir tercih olarak öne çıksa da, devasa nüfus, temel altyapı hizmetleri ve ekonomik yapılaşmadaki zaafiyetler, katılımcı demokrasi uygulamasının önündeki engelleri oluşturuyordu (Morris-Jones 1963, 11). Ayrıca, ekonomide, içe kapalı ve rekabetten yoksun ekonomi modeli, bürokrat-siyasetçi-iş çevreleri arasındaki yakın işbirliği yolsuzlukları gündeme getirdi. (Ray 2002, 40; Dobbs-Higginson 1993, 179).

Siyasal yaşamda uzun yıllar Kongre Partisi’nin hakimiyeti söz konusu olurken, eyalet merkezli yerel partilerin kısa aralıklarla oluşturduğu koalisyon hükümetleriyse istikrarlı bir yönetim sergileyemedi. 1980’li yılların sonundan itibaren siyasi yaşamda öne çıkmaya başlayan Hindu milliyetçiliği (Hindutva) 2014 seçimlerinde önemli bir başarı kazanarak federal ve eyalet yönetimlerinde söz sahibi oldu. Hinduizm dinine dayanan bu milliyetçilik anlayışı, Hindistan’ı kutsal bir Hindu ülkesi kabul ederken, diğer ırk ve din mensuplarına, özellikle de Müslümanlara karşı çatışmacı bir yaklaşım sergiler (Dijkink 1996, 130).

Bölgenin geçmişte uzun dönem Müslümanlar tarafından tarafından yönetilmiş olmasının Hindu milliyetçiler üzerinde oluşturduğu tarihi ve psikolojik etki, çatışmacı politikaların kaynağını teşkil eder. Öyle ki, daha milliyetçilik akımının yeşermeye başladığı 19 yüzyıl sonlarında sömürge yönetimini hedef alan Hindu kökenli siyasî hareketler, Müslümanları İngiliz sömürge yönetimi yanlısı olarak suçladılar (Mill 1997, 165; Azad 1959, 4).[1]

Çok etnikli ve dinli yapısına rağmen, merkez siyasî elit, ülkenin “tek bir ulus” olduğu iddiasındadır. Bu bağlamda 1984 yılında kabul edilen “Puncab Agitation” adıyla da bilinen Beyaz Rapor’da, Hindistan çok etnikli bir toplum olarak kabul edilir. Ülkenin din ve dil farklılıkları yadsınmazken, bu farklılığın ülkenin birliğini oluşturduğuna dikkat çekilerek, “farklılıkta birlik” ilkesi gündeme getirilir (Nathan 1996, 18). Bunda tarihsel olarak bölgenin kültür ve medeniyet gelişiminde Aryan ve Dravidian geçmişiyle Hinduizm, Budizm ve İslam gibi üç büyük dinî yapının yanı sıra, yerel özellikler taşıyan Sihizm ve Janizm’in oluşturduğu geniş kültür ve medeniyet çerçevesinin rolü vardır. Birlik olgusu kadim dönemlerden bu yana Sankritçe’deki Bharata, yani ‘teritoryal bütünlük’ anlamına gelen kavramıyla da merşulaştırılır (Mishra 2002, xiii, 9).

Bu çalışmada uluslararası gündemde adı sıklıkla zikredilmeye başlanan Hindistan ele alınmaktadır. Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Mayıs ayında Hindistan’a yaptığı resmi ziyaret de, iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinin ötesinde bölgesel ve küresel bağlamda seyredebilecek bir dizi ilişkiler ağına gönderme yapmaktadır. Bu bağlamda, Hindistan’ın modern siyasi tarihi, Pakistan’la yaşanan sorunlar ve Keşmir konusu üzerinde durulacaktır. Türkiye’nin bu alanlarda çözüm noktasında Hindistan’la işbirliği konusu irdelenecektir. 

 

GENEL BİLGİLER

Asya kıtasının kadim kültür ve medeniyetlerinden olan Hindistan, 18. yüzyıl ortalarından itibaren İngiliz sömürgeciliğine maruz kalırken, bağımsızlığını 15 Ağustos 1947 tarihinde kazandı. Bağımsızlık öncesi ve sonrasında, sömürgeleştirilmiş diğer Asya ve Afrika milletleriyle kurulan ilişkilerde öncü rol oynadı. Demokratik bir yönetim tarzını benimseyen ülkede farklı dinî-etnik yapıların varlığına rağmen, “farklılıkta birlik” olgusu öne çıkartılır.

Kadim sanskritçe metinlerde ‘Bharata’ olarak adlandırılan Hint bölgesi, Çinliler tarafından “Intu milleti” olarak zikediliyordu. Bölge halkı ve dinine verilen “Hindu” kelimesi, Farsiler tarafından günümüzde Pakistan sınırları içerisinde bulunan “Indus” nehri için kullanılıyordu. Yunanlıların Farsça’dan ödünç aldıkları Hindistan (India) kelimesi zamanla yaygın bir kullanım haline geldi. (Rawlinson 1965, 3; Dobbs-Higginson 1993, 171).

Ülkenin yüzölçümü 3.287.590 km2 olup, Güney Asya coğrafyasının üçte biri üzerinde yükselirken, bir milyarı aşkın nüfus barındırır. Bu rakamlar Hindistan’ı dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi, yüzölçümü bakımındansa dünyanın en büyük yedinci ülkesi yapar. Ülke, kapladığı alan itibarıyla üç farklı coğrafî bölgeye ayrılır: a) Ganj Ovası’nı içeren kuzey bölgesi; b) Deccan bölgesi ve c) Kerala ve Tamil Nadu eyaletlerinin oluşturduğu güney bölgesidir (Kochanek 1975, 44).

Başkent Yeni Delhi’nin yanı sıra Bombay, Kalküta, Madras ülkenin önemli şehirleridir. Nüfusun %85’ini aşkın bölümünü Hindular oluştururken, Müslümanların oranı yaklaşık %13 olup yaklaşık 120 milyona tekabül eder (Dijkink 1996, 130).[2] Nüfusun %2.3’ünü oluşturan Hristiyanlar ise, 25 milyon civarındadır. Nüfusa oranı bakımından dördüncü sırada bulunan Sihizm nüfusu yaklaşık %1.9’dur. Ayrıca, az sayıda da olsa Yahudi bulunmaktadır. Buna ilâve olarak, Budizm, Janizm, Zoroastrianism bölgesel dinlerdir. Hinduizm bu anlamda, Budizm, Janizm ve Sihizm gibi dinî yapılarla bazı ortak yönler içerir. Dini çeşitliliğe karşılık ülke anayasası seküler bir yapı sergiler.

Geniş Hint coğrafyası çöller, kuzeyde Afganistan sınırından başlayarak 1600 mil boyunca uzanan dünyanın en yüksek dağ silsilesi Hindikuş Dağları ve Himalayalar, Hint Okyanusu’nun güneyindeki tropik iklimlerden yağmur ormanlarına kadar geniş bir alanı barındırır. Himalayalar’ın yanı sıra Aravalli, Ghats dağ silsileleri; kuzeyde Indus, Ganj ve Brahmaputra ilâve olarak doğuda Godavari, Krishna ve Kaveri nehirleri geniş ve verimli tarım alanlarını sular (Mishra 2002, xiii, 10).

Ülke sınırları doğuda Bengal Körfezi’nden batıda Arap Denizi’ne kadar uzanırken, kuzeyde Himalayalar’ın Orta Asya ile doğal sınırı oluşturduğu bölge Pakistan, Nepal ve Çin’le sınırı oluşturur. Bu bölgedeki Indus, Ganj ve Brahmaputra nehirleri, aynı zamanda kadim dönemlerden bu yana, kültür ve medeniyetlerin doğup geliştiği bir bölgedir. Güneyde Hint Okyanusu’na kadar uzanan geniş toprakları, Mannar ve Palk boğazları Sri Lanka’yla sınırı teşkil eder. Hindistan, aralarında Bhutan, Nepal, Bangladeş, Sri Lanka, Maldiv Adaları ve Mauritius’un bulunduğu ülkelerle Güney Asya’yı oluşturur. Hindistan, bölgenin en büyük ülkesi olup, “Altkıta” adıyla anılır (Embree 1988, 111, 113; Mishra 2002, xiii, 10, 11; Kochanek 1975, 42; Banerji 2010, vi, 39; Wolpert 2006, xi; Dobbs-Higginson 1993, 182, 184).[3]

Farklı dönemlerde gerçekleşen göç dalgaları ülkenin çokkültürlü ve etnikli yapısında belirleyici unsur olurken, bu gelişme “kültür emperyalizmi”ne değil, aksine katmanlı veya eklemli olarak adlandırılan kültür yapısına yol açmıştır. Göçmen kitlelerinin birbirleriyle etkileşimlerinin yanı sıra, bugüne kadar toplumsal ve siyasal etkisini sürdüren ve yapılaşması Hindu din adamları yani, Brahmanlarca ortaya konan kast sistemi de bu sürecin bir yansımasıdır (Tinker 1966, 9, 13; Firth 1964, 178).

Uzun bir döneme yayılan göç hadisesinde, güneye yerleşen koyu tenli Dravidyenlere karşılık kuzey Hint topraklarına açık tenli Aryanlar yerleşmiştir. Dravidyenlerin kullandığı Sanskritçe, aynı zamanda Hinduizmin kutsal metinleri Vedalar’ın da dilidir. Indus, Ganj ve Dekkan nehirleri ile güneydeki yarımada çevresi göçlerin gerçekleştiği bölge olarak çeşitli kültür ve medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. (Rawlinson 1965, 5, 7; Tinker 1966, 6, 12; Chanda 1965, 11).

Çoğul etnik ve dinî yapılanmanın bir ürünü olarak ülkede çok farklı diller yer alır. Hintçe Anayasa’da ulusal ve resmî dil kabul edilirken, daha önce on üç olan resmî dil sayısı günümüzde 18’dir. Bunlar Assam, Bengali, Gücerati, Kannada, Keşmiri, Konkani, Malalayam, Manipuri, Mahathi, Nepali, Oriya, Pencabi, Sankrit, Sindhi, Tamil, Telugu ve Urduca’dır. Ayrıca yüzlerce alt etnik dilden bahsetmek mümkün. İngiliz sömürgeciliğinin bir etkisi olarak günümüzde İngilizce resmî dil statüsünde olup metropolitan şehirlerde de birinci dildir (Deol, 2000, 93; Tinker 1966, 5; Mishra 2002, 11). Dil farklılaşmaları karşısında siyasî liderler dil birliği sayesinde konsensüs oluşturma arayışında olsalar da, bunun süreklilik arz ettiğini düşünmek zor. Bunun örneklerinden birini Moğollar oluşturur. 16. yüzyıl ilk yarısında bölgede hakimiyet kuran Moğollar süreçte tek dil yani, Farsça ile bölge topluluklarını tek bir aidiyet altında toplama gayreti içinde oldular (Rawlinson 1965, 3).

Kadim dönemlerde Orta Asya’dan bölgeye yapılan göçlerle gelen Aryan ırkı süreçte altkıtadaki yerli unsurlarla eklemlendi (Dobbs-Higginson 1993, 185; Watson 1999, 11, 30). Bu çerçevede, farklı etnik ve kültürel yapılar, komplike sosyo-kültürel yapılar ortaya çıktı. Hindistan bu zengin dinî ve kültürel unsurları, tarih boyunca Güneydoğu Asya topraklarına taşıyarak bu anlamda Çin’le rekabet içinde oldu. Söz konusu coğrafyalardaki arkeolojik buluntular ve Sanskritçe dil ögesine ait unsurlar, Hint kültürünün bu etkisinin birer kanıtı niteliğindedir. Örneğin, Hint kültürünün etkisi Sumatra Adası’na 4. yüzyıl Borneo ve Cava Adaları’na 5. yüzyıl ve Bali Adası’na 6. yüzyılda ulaşmıştır (Mill 1997, 165; Saxena 2006, 96-99).

Hindistan’ın tarihin erken evrelerinden itibaren doğu-batı ticaret güzergâhında yer alması çeşitli kültür ve medeniyetlere mensup tüccar, seyyah, din ve bilim adamı, savaşçı gibi farklı meslek ve ilgiden gruplar için bir göç merkezi oldu. Bu çerçevede, Hindistan’ın batıyla ilişkileri Fenikeliler dönemiyle başlarken, Siddhardtha’nın (Buddha) ölümünün ardından din haline getirilen öğretilerinin Çin’e ulaşması iki coğrafya arasında etkileşimi artırdı. Çin gibi kadim bir medeniyet ile Avrupa kıtası arasındaki ticaret güzergâhının üzerinde yer alması; İslamiyet’in yaygınlaşmasıyla sürece başta Arap milletleri olmak üzere aralarında Türklerin de yer aldığı farklı milletlerden Müslümanların katılımını gündeme getirdi. Bu sürecin bir ifadesi olarak Sanskritçe, bir yandan Avrupa dillerinin anası kabul edilen Latince’ye diğer tarafta Malay Yarımadası, Cava ve Bali Adaları’ndaki topluluklarca konuşulan diller üzerinde etkisi oldu (Firth 1964, 177; Marong Mahawangsa 2012, 189).

Bugün bile komşu ülkelerde ağırlıklı olarak dinî-kültürel yapılanmalara bakıldığında, doğuda ve kuzeyde Myanmar, Çin, Nepal ve Bhutan’ın Budist; batıda İran ve Pakistan’ın güneydoğuda ise, Endonezya ve Malezya’nın İslam dininin genel kabul gördüğü coğrafyalar olduğu dikkat çeker. Bu dinî yapıların her birine değişik ölçülerde ev sahipliği yapan Hindistan’ın, tarih boyunca neredeyse Asya kıtasındaki tüm dinî ve kültürel yapılara kucak açmıştır (Coedès 1968, 5, 18). Buna ayrıca, bölgenin kadim inanç unsuru olarak animizm ve sömürgecilik dönemindeki misyonerlik faaliyetleriyle Hristiyanlığın farklı mezheplerinin varlığı da eklenmelidir.

Ülke ekonomi, eğitim, ticaret, din gibi neredeyse tüm sosyal kurumlar noktasında, geçmişten getirdiği farklılaşmaları ve tezatları bünyesinde taşır. Örneğin, bölgesel ve küresel ticaret ağı içerisinde yer alan sahil şeridindeki liman şehirleri ve bunlara eklemlenen geniş bir hinterlanda karşılık, iç bölgelerde daha “inek kuşağı” (cow-belt) adıyla da anılan tarım ve ilintili alanlarda kır toplumu özelliği arasında ayrılır. Bu bağlamda, ülke nüfusunun yaklaşık dörtte üçü kırsalda yaşar ve bu alanda istihdam edilirken, genel anlamıyla geçim kaynaklarını da tarım ve hayvancılık oluşturur. Ülkenin temel besin kaynağının çeltik olması tarımsal faaliyetlerde bu alanın öne çıkmasına neden olur.

Sömürge döneminden itibaren özellikle liman şehirleri ve çevresinde gelişme gösteren sosyo-ekonomik yapılaşmalar, küresel toplumla ilişkilerde öncü rol oynar. Başkent Yeni Delhi, Bombay, Kalküta, Madras gibi şehirler metropolit nitelik arz eder ve modern dünyanın ülkedeki görünen yüzüdür (An Historical Account 2010, 2).

Ulusal ve uluslararası ekonomi faaliyetlerinin yoğunlaştığı bu şehirler, aynı zamanda giderek başarı grafiği yükselen uluslararası işletme, tıp, uzay bilimleri, enformasyon teknolojileri, genetik gibi bilim dallarında ulusal ve uluslararası kuruluşlara ev sahipliği yapar. Bu noktada, metropolitan şehirlerdeki toplumsal hareketlilik önemli bir yer tutarken, geniş kır toplumunda ise geleneksel ve durağan yaşam şekilleri hakimdir. Bunda, hiç kuşku yok ki, bu toprakların kadim sosyo-dinî yapılaşması olan kast sisteminin kayda değer bir yeri vardır. Kast sisteminin toplumsal olarak “dokunulmazlar” olarak adlandırılan alt unsurları, yani “Dalits”; toprakların kadim sakinleri, yani yerli topluluklar “Adivasis”, ormanda göçebe ve toplayıcı yaşam süren “Vanavasis”ler bu anlamda her anlamda bölünmüş toplumun ögeleridirler (Ray 2002, 39; Ahmed 2011, 46-7).

Toplumsal tabakalaşma sistemi olan kast, aynı zamanda üretim ilişkilerini, şehirleşme, eğitim ve istihdam gibi toplumsal alanlarda da belirleyicidir. Bununla birlikte, bağımsızlık sonrası modernleşme süreçlerine paralel olarak kast sisteminde de çözülmeler görülür. Günümüzde nüfusun %16.5’ini kaplayan kast sisteminde, merkezî politikalarla eğitim, istihdam vb. gibi alanlardaki kontenjanlarla toplumsal mobilitenin önü açılmaya çalışılmaktadır (Mishra 2002, 11).

Dünyanın beşinci büyük ekonomisi konumundaki Hindistan’da tarımsal üretim gayri safi milli hasılanın yaklaşık %25’ini oluşturur. Çeltik, çay, buğday, yağlı tohumlar, hint keneviri, darı, kauçuk, kahve, şeker kamışı ve baharatlar önemli ürünleridir. Ayrıca endüstri sektörü %30 ve servis sektörüyse %45 düzeyinde katkı yapar. Nüfusun %30’a yakını yaşamını yoksulluk sınırının altındadır. İhraç ürünleri arasında çay, kahve, baharatlar, demir özü, tekstil, deri ve bilgisayar donanımları önemli yer tutar. İthalat ürünleri arasında ise petrol ve benzeri ürünler, gübre, tahıl, yemeklik yağ, ilaç, kıymetli ve yarı kıymetli taşlar bulunur. Ülkenin en önemli ticaret ortağı ABD’dir (Mishra 2002, 12-3).

 

SİYASÎ TARİH

Siyasî tarihini, dinî-kültürel etkileşimler kadar dönemler bağlamında, örneğin klasik dönem, Ortaçağ ve modern dönem olarak ele almak mümkündür (Tinker 1966, 6). Bu dönemler aşağıda kısaca ele alınmaktadır.

İslam öncesi dönemde Kuzey Hindistan topraklarında siyasî birliğin sağlanması, M.Ö. 300 yıllarında Mauryas döneminde gerçekleşti. Moğolların hakimiyetinin görüldüğü 11. yüzyıla kadar ise bölge farklı site devletlerinin hakimiyetine girdi (Chanda 1965, 11). Sömürge dönemi öncesi dönemde de, daha çok kuzeybatı ve kuzeydoğu istikametinde kurulan devletlerin hakimiyeti söz konusu oldu. Chandra Gupta (375-415), Samudra Gupta (330-380) hanedanlıkları, Gücerat Krallığı (1407-1573), Pallava Hanedanlığı (4-9. yüzyıl) ve Rajputlar (6. yüzyıl-19. yüzyıl) bu kapsamda sayılabilir (Tinker 1966, 17, 20).

Müslümanların Hint Altkıtası’na nüfuzu ise, İran’ın fethinin ardından gerçekleşti. Arapların İslam öncesi dönemde, geleneksel ticaret yolları üzerindeki etkinlikleri İslamlaşmayla birlikte dinî ve kültürel yapılaşmayı da içine alır. Bu çerçevede İslamiyet, Hindistan’ın batı kıyılarına 8. yüzyıl başlarında ulaştı. İslamlaşma süreci, özellikle ülkenin batı ve kuzey bölgelerinde yoğunlaştı. 17. yüzyılda her on kişiden birinin Müslüman olduğu tahmin edilen Hindistan, bugün dünyada en çok Müslüman nüfusu barındıran ülke konumundadır (Copland vd. 2012, 83).[4]

Hindistan’da İslamlaşma sürecinde sufilerin de rolü vardır. Bu noktada, “Yaratıcı sevgisi” veya “Allah aşkı” kavramıyla dinî yaşamı şekillendirmeleri, Hind toplumlarının tarihin erken dönemlerinden itibaren yakın durduğu mistik bir dinî algının kolaylıkla benimsenmesine yol açtı. Sufizmin değerlerinin Hindu ve Budizm’in Bakthi anlayışına yakınlığının İslamlaşmayı kolaylaştıran bir yönü olduğu belirtilir (Copland vd. 2012, 86).

Türkler İslamlaşırken, bir yandan da Afganistan üzerinden Hindistan’a göçleri söz konusudur. Bu süreçte, farklı Türk kavimlerinin, 12. yüzyıl sonlarından itibaren Afgan ve Tatarlarla, ardından Moğollarla sürdürdükleri uzun dönemli siyasî hakimiyetleri bölgede Türk siyasî ve kültür özelliklerinin yerleşmesinde rol oynadı (Dobbs-Higginson 1993, 172).[5] Bu noktada, Türklerin Gaznelilerle başlayan hakimiyetleri Delhi (1206-1526) ve Dekkan sultanlıklarıyla devam etti (Mill 1997; 173; Wolpert 1982, 31, Bayur 1987, 127; Tinker 1966, 13-17). Söz konusu bu siyasî yapılar arasında, Türk-Afgan hanedanlığı Tuğluk Sultanlığı (14. yüzyıl), Moğol hanedanlığı (1526-1857) vardır. Bu devletler, orta ve güneye nüfuz edemeseler de, bölgede etkisini bugüne kadar süren bir iz bıraktı (Watson 1999, 17).

Sömürge dönemiyse, 1498 yılında Portekizli denizci Vasco da Gama’nın Hindistan’ın Kalküta limanına çıkmasıyla başlamıştır. 1500’lü yılların başlarında özellikle Batı Hindistan sahillerindeki önemli liman şehirlerinde hakimiyet kuran Portekizliler, 1511 yılında Malaka Boğazı’nda Malaka Sultanlığı’nı da ele geçirmek suretiyle bölgede hakimiyetlerini pekiştirmiş, sömürgecilik döneminde Hindistan’da en önemli tesiri bırakan ise İngilizler olmuştur.

İngilizler, 17. yüzyıl başlarında, 1608 yılında ilk ticaret filosunun Surat liman şehrine gelmesiyle bu topraklara ayak bastılar. Bu süreç sadece Hindistan tarihi açısından değil, bölge ve dünya tarihi açısından da büyük önem taşır. İngilizler, bu yüzyıl boyunca dönemin Moğol devletinden batı ve doğu sahillerindeki Surat, Goa, Madras, Bombay, Kalküta gibi limanlarda ticarî imtiyazlar elde etti. 18. yüzyılda ise Bengal’de başlayan siyasî hakimiyet, Marathaların mağlup edilmesiyle Sind, Pencab gibi bölgelere ulaştı. 19. yüzyıl ortalarına gelindiğindeyse, İngilizlerin bölgede kurdukları imparatorluk, Peşaver’den Burma’nın (Myanmar) liman şehri Yangon’a, Keşmir’den Ceylon’a (Sri Lanka) kadar uzanan geniş bir coğrafyayı içine alacak şekilde genişlemiştir (An Historical Account 2010 1, 2, 5).

Bağımsızlık sonrası dönemde idare, İngiliz yönetim sisteminin benzeri olup, Westminster adıyla anılan iki meclisle yönetilmekte ve hükümeti temsil eden başbakanın yanı sıra, devlet başkanı bulunmaktadır. Devlet başkanı ülkede birliğin sembolüdür (Austin 1994, x;  Kochanek 2001, 18). Merkezi hükümetin yanı sıra, ülke 29 eyalete bölünmüştür. Bu çerçevede ülke, demokrasiyle idare edilen en kabalık nüfusa sahip ülke konumundadır. Bağımsızlık sonrasında ulus-devlet inşasında “farklılıkta birlik” olarak adlandırılan siyasî yaklaşım, İngiliz sömürge dönemi, merkezî idare ve eğitimi sayesinde elitler vasıtasıyla sağlanan birliğin bir devamıdır (Watson 1999, 17).

Bununla birlikte, dönem dönem çatışma potansiyelinin ortaya çıkmasında, ülkedeki siyasî partilerin etnik yapı, din ve hatta dil farklılaşmaları üzerine kurulu olmasının etkisi vardır. Bu durum, toplumsal şiddet kaynağı olmakla birlikte, bu şiddetten güç devşiren bir nitelik de taşır (Austin 1994, 2). Farklı nedenlerle ortaya çıkan çatışmacı atmosfere, Pencab’da Sih, en kalabalık nüfuslu eyalet olan Uttar Pradeş’de Hindu, Tamil Nadu’da dravidyen hareketi, Bihar’da kast gruplarının vazgeçilmezliği, Assam’da bağımsızlık hareketi gibi bölgesel farklılaşmalar örnek gösterilebilir (Dijkink 1996; 130; Austin 1994, 3, 6; Kochanek 1975, 40, 41; Pye-Pye 1985, 134, 135).

Toplum yapısı ve sömürge tecrübeleri noktasında üçüncü dünya ülkeleri arasında yer alan Hindistan, benzer ülkelerle karşılaştırıldığında askerî darbelere konu olmaması, görece istikrarlı siyasal yaşamı ve temelde bağlantısızlar bloğunda yer almasıyla dikkat çeker (Jaffrelot 2008, 77).

 

BAĞIMSIZLIK SÜRECİ ve SONRASI

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarındaki bağımsızlık sürecinde, Müslümanlarla Hindular arasında İngiliz sömürge yönetimine karşı siyasî işbirliği gündeme geldi, bu iki grup arasında ortak mücadele yürütülmesi ve bu konuda bir komite oluşturulmasına karar verildi. Hilafet Komitesi ve diğer bazı alimler de bu amaçla birlik çağrısıyla hareket etti.[6] Bu dönemde din farkı gözetilmeksizin Hint milliyetçiliğinin bağımsızlığı getireceği ve ülkedeki tüm toplulukları, sınıfları ve geleneksel kastları bir arada tutabileceği düşüncesi hakimdi (Bose 2006, 67; Morris-Jones 1963, 10).

Hindistan, 2. Dünya Savaşı öncesinde bazı milletlere mensup temsilcilerin çeşitli toplantılarda biraraya gelmesiyle gündeme gelen ve savaş sonrasında “bağlantısızlar” hareketi içerisinde yer aldı (Morris-Jones 1963, 9; Lefever 1976, 94-95). Bu bağlamda, 10-15 Şubat 1927 tarihlerinde Brüksel’de düzenlenen “Emperyalizme ve Sömürgeci Baskıya Karşı Başkanlık Heyeti Kongresi” adlı toplantıya Jawaharlal Nehru da katıldı (Guha 2014, 120-1; Noer 2012, 21, Mackie 2005, 10). Bağımsızlık sonrasında ise, Yeni Delhi’de 27 ülkenin katılımıyla Asya Konferansı’na ev sahipliği yaptı (Guha 2014, 134; Noer 2012, 105). Bağlantısızlar Hareketi’nin kurumsallaşmasında önemli bir adım telâkki edilen Bandung Konferansı’nda (1955) Hindistan’ın kayda değer rolü vardır.[7]

2. Dünya Savaşı sonrasında, Hint altkıtası 15 Ağustos 1947 yılında Hindistan ve Pakistan adıyla iki ayrı ülkeye bölündü. Müslümanların büyük bir bölümünün içinde yer aldığı topraklar, Doğu Bengal’i de içine alacak şekilde Pakistan adıyla bağımsızlığını ilân etti. Bu süreç etnik ve dinî çatışmalara konu olurken, yarım ilâ bir milyon kişi hayatını kaybederken, on milyon kişi mülteci konumuna düştü (Dijkink 1996, 129; Dobbs-Higginson 1993, 172, 186; Wood 1987, 17).

Kurucu başbakan Jawaharlal Nehru, Kongre Partisi başkanı olarak 1951-1964 yılları arasında görev yaptı. Nehru döneminde, ulus-devlet oluşumunu sağlamaya yönelik çabalara karşılık, Soğuk Savaş döneminde tarafsız dış politika izleyen Hindistan’ın, sınır anlaşmazlığı nedeniyle Çin’le 1962 yılında Ekim-Kasım ayında girdiği kısa süreli savaşı kaybetmesi ve iki süper güç arasında oynamak istediği aracılık rolünde başarılı olamaması uluslararası arenada imaj kaybına neden oldu (Pye-Pye 1985, 134-5; Kochanek 2001, 18, 19).[8]

Ülkede geniş kesimlerin yoksulluk ve düşük gelir sınıflamasından kurtulamamasının, merkezî yönetimdeki istikrarsızlık ve çelişkilerle bağlantısı vardır. 1991-1992’deki reformlara kadar içe kapalı ve dış yatırımları reddeden ekonomi politikaları, bürokrasideki yolsuzluk, siyasîlerin gelecek kaygısıyla siyasî kararlar almada gecikmeleri gibi faktörler bu süreçte dikkat çeken unsurlardır (Dobbs-Higginson 1993, 171).

Ardından kızı Indira Gandhi, önemli sosyo-ekonomik sorunlar devr alan Indra Gandhi döneminde Kongre Partisi’nde yaşanan krizler de ulusal siyasette etkili oldu. Uygulanan merkezîyetçi yönetim Pencab, Keşmir, Assam gibi eyaletlerde toplumsal huzursuzlukların, ülke yönetiminde ise genel anlamda yolsuzluklara neden oldu. Bu süreçte muhalefet partisi Janata Partisi (JP), muhalefet hareketlerinin bir koalisyon gücü olarak 1977 yılı seçimlerini kazansa da, reformlar konusunda somut adımlar atılmamıştır. 1980’li yılların başında yeniden iktidara gelen Indira Gandhi ikinci dönemini yaşamıştır. Partiyi ve hükümeti tek başına kontrol etme çabaları siyasî krizi ve toplumsal bölünmeyi körükledi. Bunun bir sonucu olarak 1984 yılında uğradığı suikastte hayatını kaybederken yerine oğlu Rajiv Gandhi, partinin başına geçmiş, bir süre sonra da başbakanlık koltuğuna oturdu (Raghavan 2014, 228, 229, 241, 242; Kochanek 2001, 19, 20). Rajiv Gandhi’nin iktidarda olduğu 1980’li yıllar yeni ekonomi modelinin hayata geçirilmeye başlandığı yıllar oldu. Bu dönemde, endüstri sektöründeki kısıtlamaların kaldırılması, vergilerde kesinti yapılması gibi politikalar sayesinde yıllık büyüme %8’lere ulaştı (Jaffrelot 2008, 77; Dobbs-Higginson 1993, 180).

Rajiv’in 1991 yılında suikaste kurban gitmesinin ardından başbakan olan Narasimha Rao (1991-1996) ekonomik reformları hayata geçirmesi dolayısıyla bugün dahi reformcu bir başbakan olarak anılmaktadır (Kochanek 2001, 23; Dobbs-Higginson 1993, 181).

Bu süreçte partinin ülkeyi benzer ülkelerdeki kalkınma süreçlerine taşıyamaması, yönetime güveni zedelerken, etnik unsurlar çeşitli vesilelerle kendilerini şiddetle tanımladıkları süreçlere yöneldi. Merkezi yönetimin, özellikle Keşmir, Penjab gibi farklı dinî ve etnik yapıların olduğu bölgelerde uyguladığı politikalar, buradaki kitleleri Hindularla çatışmacı bir sürece taşıdı. Merkezî yönetimin kayıtsızlığı ve idare boşluğu, eyalet yönetimlerinde gelecek vaadi ve çıkar ilişkileriyle yolsuzluk geniş toplum kesimlerinin kültürel, dinî ve ekonomik taleplerinin yerine getirilmesine olanak tanımadı. 

 

HİNDİSTAN MİLLİYETÇİLİĞİNDEN HİNDU MİLLİYETÇİLİĞİNE

Hindistan milliyetçiliğinin en önemli kurumsal yapısı olan ‘Hindistan Ulusal Kongresi’ 19. yüzyıl sonlarında kuruldu. Kongre o dönem, sömürge yönetimi içerisinde yerli unsurların eğitim ve istihdam alanlarında daha çok yer almaları ve böylece toplumsal mobilitenin gelişmesi hedefini güdüyordu. Ardından, özellikle 1. Dünya Savaşı sırasında Gandhi önderliğinde işçi ve köylü sınıflarının katılımıyla ulusal bir harekete dönüştü (Weiner 1964, 101). Bu toplumsal hareketin en dikkat çeken özelliklerinden biri ise, İngiliz sömürge yönetimiyle mücadelede, Hindistan milliyetçiliği çatısı altında Müslümanlarla Hinduların bir araya gelmesi konusundaki çabasıdır (Guha 2014, 124; Brown 1989, 141).[9]

Öte yandan, Gandi düşüncesinin Hristiyanlıktan etkilendiği ve geleneksel Hindu mücadeleci geleneğini yansıtmadığını ileri süren çevreler, Hindu milliyetçiliği hedefiyle 1925 yılında Ulusal Gönüllü Organizasyonu (Rashtriya Swayamsevak Sangh-RSS) çatısı altında biraraya geldiler. Hinduların önceliğine dayanan ve militarist bir hareket özelliği gösteren bu yapının dikkat çeken özelliğiyse, Müslüman azınlığı kendisine rakip görmesiydi. Günümüze kadar varlığını sürdüren bu hareketin son dönemde ulusal siyasetteki karşılığıysa, Hindistan Halk Partisi’nin (Bharatiya Janata Party-BJP) iktidara taşınması oldu (Dobbs-Higginson 1993, 190).

Etnik dinî milliyetçilik veya komünalizm olarak da adlandırılan “Hindutva” kavramı bağlamında çeşitli Hindu milliyetçilik hareketlerini içinde barındıran bu Hindu hareketi, yeni bir tür Hindu toplumu oluşturmayı hedefler. Sangh Parivar, Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS), Bharatiya Janata Party (BJP) -ki daha önce Bharatiya Jana Singh (BJS) adıyla faaliyet gösteriyordu-, Bajrang Dal ve Vishwa Hindu Parishad gibi siyasî ve toplumsal hareketleri bünyesinde barındırır. Bu hareketin Müslümanlara yönelik çatışmacı yaklaşımı, 1992 yılında Hinduların Uttar Pradeş’deki Ayodhya şehrindeki Babür Camii’ni yıkmalarında ortaya çıkar (Noorani 2004, 1; Graham 1992, 4; Guha 2014, 29; Choudhary 2010, 1, 93-95).

Hindu milliyetçiliği üzerinden siyaset yapan bu çevrelerin çatışmacı yaklaşımlarının temelinde, bu topraklarda yüzyıllar boyunca Müslümanların egemenliği altında yaşamış olmanın getirdiği bir aşağılık kompleksi ve ezilmişliği vardır. Caminin yıkılması sürecinde olduğu gibi, RSS ve “Tanrı Şiva ordusu” (Shiv Sena) gibi militarist Hindu organizasyonları, süreçte BJP ile ortak hareket etmektedirler. Bu süreç, ülke modern tarihinde Hindistan’ın bir “Hindu devleti” olduğu iddiasındaki bir siyasi ideolojinin öne çıkmaya başladığına da işaret eder (Dobbs-Higginson 1993, 185, 186). Seküler bir siyasî hareket olan Kongre Partisi’nin uzun yıllar ülkeyi yönetmesine bir tepki olarak, Hindu milliyetçisi BJP giderek siyasal yaşamda söz sahibi oldu. Bugün hindutva hareketinin BJP bağlamında siyasî bir güç haline gelmesi genelde ülke bütünlüğüne, özelde ise Müslümanların güvenliği ve Keşmir gibi hassas bir bölgeler için tehdit niteliği taşımaktadır. Bunun en son aşaması ise 2014 genel seçimlerinde Hindu milliyetçisi olarak bilinen BJY’nin iktidara gelmesi olmuştur.  

Ulusal birliği seküler bir temel üzerine oturtması ve dini ve etnik gruplar arasında eşit mesafenin korunarak kalkınmanın gerçekleştirilmesini hedefleyen Nehru’dan sonra bugün aşırı milliyetçi Hindu yapılaşmasının giderek güç kazanmasının ne ülkenin iç politika ve toplumsal düzenine ne de bölgesel ve dünya barışına katkısı söz konusudur. Hindu milliyetçiliği, ülkeyi içe kapatıcı bir nitelik taşımakta ve kaosa sürükleme eğilimini bünyesinde barındırmaktadır.

 

ULUSLARARASI İLİŞKİLER

Hindistan’ın uluslararası ilişkilerini, geneli itibarıyla 1947-1980 ile 1980 ve sonrası olarak ikiye ayırmak gerekir. Bağlantısızlar grubuna mensup olması dolayısıyla ilk dönemde uluslararası ilişkilerde Asya ve Afrika kıtasındaki eski sömürge topraklarındaki ülkeler önceliği oluşturuyordu. Pakistan ve Çin’le yaşanan sınır anlaşmazlıkları ve çatışmalarda dönem dönem ABD ve Rusya ile yakınlaşmalar görülse de, bunun kapsamlı bir ilişki düzeyine ulaştığı söylenemez.

1947 yılında Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlığı sürecinde sınırı oluşturan Keşmir bölgesi nedeniyle iki ülke arasında başlayan anlaşmazlık bugüne kadar devam etmektedir. Bu nedenle Hindistan, 1947-48, 1965 ve 1971’de Pakistan’la sıcak çatışmaya girerken, Himalayalar sınır anlaşmazlığı nedeniyle de 1962’de Çin’le çatıştı (Wolpert 1982, 115, 118; Raghavan 2014, 237). Hindistan, 1971 yılında Bangladeş’in bağımsızlığında rol oynarken, bugüne kadar bu ülkenin iç siyasetinde de belirleyici rol oynamıştır (Shaikh 2014, 290).

Uzun bir dönem, içe kapalı ve kendine özgü demokrasisiyle üçüncü dünya ülkesi özelliğini koruyan Hindistan, Soğuk Savaş döneminin sona erdiği 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren, ekonomi ve güvenlik stratejileri noktasında çeşitli ülkelerle ilişkiler geliştirilmeye başladı. ABD ve Rusya’yla ilişkilerin yanı sıra, ekonomide liberal politikalar güden ülke Batılı ülkelerden ziyade Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) ve Japonya ile ilişkilerin geliştirilmesini hedefleyen ‘Doğu Politikası’na öncelik verdi. Bu süreç aynı zamanda bölgede giderek öne çıkmaya başlayan diğer gücü Çin’le rekabet anlamı taşıyordu (Ram 2012, 63; Naidu 2012, 79, 82)[10].

Uluslararası ilişkilerde öne çıkan bir diğer alan, enerji, ticaret ve işçi göçü gibi nedenlerle Körfez Ülkeleri arasında işbirliğinin gelişmesidir. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren ticari ve ekonomik ilişkilerde Körfez ülkeleri öne çıkmaktadır. Hindistan’ın kalkınma hamlesinde ihtiyaç duyduğu enerji kaynağına karşılık, Körfez ülkelerinin gelişimine paralel olarak iş gücü açığını kapatmaya yönelik talebi iki bölge arasında tarihsel olarak var olan göçmen işçi akışına yeni bir boyut kazandırdı.[11] Son yirmi yılda ise, küresel süreçlerde çoklu ilişkiler ilkesine uygun şekilde Rusya, ABD, Fransa, Japonya ve Çin’le çeşitli düzeylerle işbirliği söz konusudur.[12]

Günümüzde giderek önem kazanan Asya-Pasifik bölgesinde Çin’in yayılmacı politikaları karşısında Hindistan, ABD ile yakınlaşma eğilimindedir. 1994 yılından itibaren ABD ile yapılan askerî işbirliği geçtiğimiz Temmuz ayında Japonya’nın da katılmasıyla Asya-Pasifik bölgesinde yeni bir siyasî ve askerî yapılaşmaya örnek teşkil eder. Bu sürece paralel olarak askeri harcamalar da 1994 yılından itibaren artış göstermektedir. Güvenlik politikalarında İsrail’le işbirliği halindeki Hindistan, uluslararası birlikler noktasında kendi grubu ülkelerle hareket etmektedir. Bu çerçevede bugün BRISC olarak bilinen yapının oluşumunda 2003 yılında Brezilya ve Güney Afrika ile biraraya gelerek IBSA kuruluşunda yer aldı (Jaffrelot 2008, 82, 83).

 

TÜRKİYE-HİNDİSTAN İLİŞKİLERİ

İki ülke ilişkilerinde tarihî referansların bir çıkış noktası olabileceğine kuşku yoktur. Bununla birlikte bugünün bölgesel ve uluslararası gelişmeleri çerçevesinde ikili ilişkiler yeni açılımlara konu olmaya adaydır.

Türk kökenli hükümdarları tarihin değişik dönemlerinde Hint topraklarında hüküm sürmeleri ve Türk toplulukları çeşitli dönemlerde bu topraklara göçleriyle geniş Hint toplumuna katkı yapmışlardır. Yakın geçmişte ise, ‘hilafet hareketi’ adıyla Hint müslümanlarının Osmanlı devletine bağlılıkları bugüne kadar devam eden manevi etkileşimde bir diğer yapıcı unsurdur (The Indian Khilafat Decleration 1920, 2). 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında, milliyetçilik ve bağımsızlık hareketlerine konu olan iki ülkenin, modern dönemde demokratik yönetim şekli ve ‘laik/seküler’ yaklaşımları bir başka ortak paydayı teşkil eder.

Bağımsızlık sonrasında Türkiye Nato ve AB çerçevesinde batı bloğunda, Hindistan ise bağlantısızlar hareketi içinde yer aldı. Soğuk Savaş yıllarının bir ürünü olan bu yapılaşma kayda değer bir değişme eğilimindedir. Özellikle, son yirmi yılda küresel ilişkilerdeki farklılaşmalar, her ülkenin aynı anda değişik siyasi bloklar içerisinde yer almasına olanak tanımakta, hatta zorunlu kılmaktadır.

Türkiye’nin Avrupa ve Asya, Hindistan’ın ise Batı Asya ve Uzak Doğu-Güneydoğu Asya arasındaki jeo-stratejik konumu iki ülkeyi birbirine yaklaştırmada önemli bir referans niteliğindedir. Türkiye ASEAN ve Uzak Doğu ile ilişkilerini geliştirme, Hindistan ise Avrupa ile yakınlaşma arzusundadır. Bu noktada, enerji yolları, deniz ve kara ticaret güzergâhları, yeni yatırım ve ortaklıklar iki ülkenin hem birbirleriyle hem de üçüncü ülkelerle kurulacak bölgesel işbirliklerinde önemli bir potansiyele sahiptir. Hindistan’ın BRICS oluşumu içerisinde yer alması, Türkiye’nin giderek Rusya ve Çin’le yakınlaşması; Şangay Beşlisi oluşumunda Hindistan’ın gözlemci, Türkiye’nin diyalog ortağı olması iki ülkeyi bölgesel işbirlikleri noktasında aynı zeminde hareket etmelerine olanak tanımaktadır.

Hindistan’la hemen her alanda ilişkileri geliştirme imkanına sahip olan Türkiye, tıpkı 1956’da Pakistan-Afganistan sınır anlaşmazlığında olduğu gibi, son dönemde küresel bir sorun haline gelen Hindistan-Pakistan arasındaki Keşmir sorununun çözümüne de katkı yapabilir. Bu noktada, Hindistan–Pakistan çekişmesi ve özellikle de Keşmir sorunu Türkiye-Hindistan ilişkileri önünde engel olmamalıdır. Aksine mevcut sorunlar bölgesel ilişkiler çerçevesinde çok yönlü ve yapıcı bir şekilde ele alınmalıdır. Keşmir bölgesinin jeo-politik ve jeo-stratejik önemiyle çatışma kaynağı olması, sorunun çözümünde bölgedeki aktörler kadar, küresel çevreleri de yakından ilgilendirmektedir.

Türkiye’nin alt kıta politikalarında Türkiye-Bangladeş ilişkileri de önemlidir. 1971 yılında bağımsızlık sürecinde yaşayanların son dönemde Cemaat-i İslamiye yönelik hak ihlalleri ve baskılar şeklinde gündeme gelmesi üzerine Türkiye’nin gösterdiği refleks Bangladeşle ilişkileri gerginleşmesine neden olmuştur. Bu noktada, Türkiye’nin Arakanlı Müslümanlar konusundaki yaklaşımının da Bangladeş hükümeti nezdinde olumlu yankı bulduğunu söylemek güç. Bangladeş’te geniş yoksul kesimlere ilâve olarak yüzbinlerce Arakanlı mülteci ağır bir sosyal ve ekonomik yüke neden olmaktadır. Türkiye bu noktada Bangladeş ve ilgili ülkelerle yeni politikalar geliştirmelidir.

Türkiye’nin Bangladeşle ilişkilerini köklü ve yapıcı şekilde yeniden ele almalıdır. Bangladeş’in bağımsızlığı sürecinde ve bugüne kadarki iç politikasında Hindistan’ın etkin olduğu ortadadır. Bu nedenle Türkiye, her üç ülkeyle yani Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’le ilişkilerinde tarafları ortak paydada buluşturacak politikalara yönelmeli, bu tür politikalar oluşturulmasına öncülük etmelidir.

Türkiye, Hindistan merkez olmak üzere bu üç ülkeyle ilişkilerinde işbirliği yapabileceği diğer ülkeler ve uluslararası kurumları hareket geçirmelidir. Bu noktada, Türkiye’nin İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), BRICS, D- 8, Şangay Beşlisi, Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi ile Japonya, Endonezya, Malezya ve bazı Arap ülkeleriyle alt kıtada bölgesel barışın tesisi ile eğitim, ticaret ve ekonomik kalkınmasına desteği söz konusu olmalıdır. Bu noktada, aşağıda değinileceği üzere Hindistan’ın özellikle Körfez Ülkeleri’yle kurduğu sağlıklı ilişkinin bu süreçte daha yapıcı ilişkilerdeki rolü dikkate alınmalıdır.

     Günümüzde küresel bir sorun haline gelen terörizm konusunda ortak bir tanım ve mücadele sergilenmesi ilişkilerde güven tesisinde önem taşımaktadır. Bu konuda görüş birliği ve ortak mekanizmaların oluşturulması, bölgesel sorunların çözümüne katkı sağlayacaktır. Hindistan başbakanı Narendra Modi’nin 2015 yılı Ağustos ayında Birleşik Arap Emirliklerine ve 2016 yılı Nisan ayında Suudi Arabistan’a yaptığı resmi ziyaretlerde işbirliğinde öne çıkan konular arasında terörle mücadelenin yer alması bu konuda bölge ülkelerinin istekli olduğuna bir işarettir. Türkiye, bu noktada Hindistan’ın yanı sıra, Pakistan ve Bangladeş’i dışlamayan yeni formülasyonları gündeme getirmelidir.

Keşmir sorununun, başta Keşmir halkı olmak üzere Pakistan ve bölgede ordusunun dörtte birini barındıran Hindistan için ekonomik bir kayıp olduğu ortadadır. Keşmir sorununun barışçıl bir şekilde çözümü her üç tarafın faydasına olacağı gibi bölgenin Orta Asya, Batı Asya, Rusya ve Çin ile ilişkilerinde de sürdürülebilir bir nitelik kazanacaktır. Tarihi ticaret ve göç yolları üzerinde bulunan, yer altı ve üstü zenginliklerine sahip Keşmir’e gelecek barış bölgeye yeni bir dinamizm katacaktır.

Bu noktada şu hususlar önem arz etmektedir:

Hindistan’daki yüz milyonu aşkın Müslüman nüfusun temsil makamındaki çeşitli alanlarda faaliyet gösteren sivil oluşumlarıyla temasları sürdürülebilir şekilde gerçekleştirmelidir;

Çeşitli eyaletlerde faal olan Müslümanların yönetimindeki yerel idarelerle eğitim, teknik, alt yapı ve yatırım alanlarda işbirliklerine ağırlık verilmelidir;

Bangladeş ve Pakistan’la eğitim, dini-kültürel ve siyasi ilişkiler bölge barışına hizmet edecek şekilde çok yönlü ve sürdürülebilir olarak yapılandırılmalıdır;

Yarı resmî kurumlar ve stk’lar kalıcı ve stratejik faaliyetleriyle resmi kurumların başlattıkları süreçleri desteklemelidir;

Hindistan’ın farklı etnik ve dil gruplarından giderek daha çok sayıda öğrencinin Türkiye’de öğrenim görmesi sağlanmalıdır;

Türk akademi çevreleri, zengin Hindistan tarihi ve kültürü başta olmak üzere son dönemde gelişme gösteren mühendislik, tıp ve uzay bilimleri alanlarında çeşitli araştırma geliştirme projeleri çerçevesinde iki ülke arasında yapıcı sürece katkıda bulunmalıdır;

Turizm ve kültürel değişim programlarıyla toplumların birbirlerini yakından tanıması teşvik edilmelidir;

Tarihi, dini-sosyal, ekonomi, uluslararası ilişkiler gibi alanlarda akademik araştırmalar geliştirilmeli ve çeşitli enstitüler vasıtasıyla ortak çalışma grupları kurulmalıdır.

 

 

HİNDİSTAN’IN İSLAM COĞRAFYASI AÇISINDAN ÖNEMİ

İslam öncesi dönemden başlayan ilişkiler İslamiyetin 8. yüzyıldan itibaren Hindistan’da yayılmaya başlamasıyla Hint toplulukları ve İslam dünyası arasında ilişkiler bugüne kadar çeşitli düzeylerde devam etmektedir. Arap, Fars ve ardından Türkler karadan Hind topraklarına geçerken, bu bölge aynı zamanda Müslümanların denizden Güneydoğu Asya ve Uzakdoğu seyahatlerinde de aktarma organı olmasıyla önem kazandı. Bugün Hindistan haritasında ülkenin kuzeydoğu ve kuzey, güney batı ve güneydoğu bölgesinde yoğunlaşan Müslüman nüfus bu yapılaşmanın bir sonucudur. Bu süreç, aynı zamanda ülkenin kuzeybatı-kuzeydoğu bölgelerinde çeşitli İslam sultanlıklarının doğmasına farklı dini-kültürel ve medeniyet gelişimine konu olmuştur. Bu anlamda Hindistan, İslam kültür ve medeniyet mirası konusunda kayda değer bir yere sahiptir.[13]       

Hindistan, sadece Batı Asya ve Ortadoğu’daki Müslümanlar için değil, Güneydoğu Asya’da geniş Malay toplumları için de tarihsel olarak önem taşımaktadır. İslam öncesi dönemde, Hint dini-kültürel ve siyasi nüfuzu bölgede kendini hissettirirken, iki coğrafya arasında kayda değer ticari süreçler gerçekleşmiştir. Hindistan topraklarında yaşayan Arap, Fars gibi Müslüman milletler kadar, Hint kökenli Müslümanların varlığı zamanla Takımadalar bölgesinde işbirliğinin gelişmesinde rol oynadı. Hint Müslümanlarının İngiliz sömürgeciliğiyle birlikte Doğu ve Güney Afrika topraklarında ticari faaliyetleri zamanla bir diaspora oluşturdu (Reeve 2009, 58).

Sömürge dönemi, Müslüman ve Hindu kitlelerin benzer koşulları tecrübe etmelerine yol açtı. Bu süreç, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında iki tarafı da sömürgecilik karşısında ortak bağımsızlık duygusuyla hareket etmelerini sağladı.

Günümüzde ise Hindistan ile bazı İslam ülkeleri arasındaki ilişkinin ticari ve ekonomik ilişkiler düzeyinde olduğu görülür. Bir yanda petrol zengini Arap ülkeleri öte yanda palmiye yağı, kauçuk ve baharat zengini Güneydoğu Asya Malay dünyası ile Hindistan arasında kayda değer ilişkiler söz konusudur. Bu ilişkinin birincil alanında petrol faktörü dikkat çekerken, Hindistan enerji kaynaklarını elinde tutan bazı Arap ülkeleriyle yakın ilişki içerisindedir. Ayrıca, küreselleşen ekonomi ve mobilizasyonun bir ifadesi olarak, Körfez ülkeleri başta olmak üzere Ortadoğu’da işçi olarak önemli sayıda Hint Müslüman diasporasından söz edilebilir (Reeves 2009, 57).[14] Malezya-Endonezya ile gündeme gelen Güneydoğu Asya Malay dünyasıyla ilişkiler ise tarihsel bir devamlılık arz etmektedir.

 

KEŞMİR SORUNU

Himalayalar ve Karakum arasında uzanan, Pakistan, Hindistan ve Çin’le çevrili Keşmir bölgesi, İngiliz sömürgeciliğinin 2. Dünya Savaşı sonrasında Hint alt kıtasından ayrılırken bıraktığı bir sorun olmaya devam ediyor. Bu bağlamda, bu sorun, sömürgecilik döneminin siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarının bugüne kalan bir mirasıdır.

Sömürge döneminde İngilizlerin doğrudan yönetimi altına girmeyen Keşmir bölgesi, Alt kıtanın 1947’de Hindistan ve Pakistan olarak ayrılmasının ardından bir oldu bittiye getirilerek ikiye ayrıldı. Dönemin Hindistan başbakanı Nehru, Keşmirlilerin geleceklerini kendilerinin belirleyeceği yönünde hem uluslararası camia hem de Keşmirlilere söz vermesi büyük bir çelişkinin ifadesidir (Khan 2008, 52). Ancak, o günden bu yana, kadim Keşmir topraklarının üçte birini oluşturan kuzeyde Azad Keşmir Pakistan’ın, üçte ikisini oluşturan güneydeki Vadi, Ladakh ve Jammu ise Hindistan’ın kontrolündedir (Malik 1997, 161-2).

Bugün Keşmir’de olan biteni anlayabilmek için, geçmişte yaşananlara kısaca bakmakta fayda var. Sömürge döneminde alt kıtanın diğer bölgelerinde olduğu gibi özerk bir prenslik olan Keşmir’de halkın çoğunluğu müslüman olmakla birlikte, Hindu siyasi elit tarafından yönetiliyordu. Bağımsızlık sürecinde İngilizler, diğer prenslikler gibi Keşmir’i de Pakistan ve Hindistan’dan birini seçme konusunda tercihe zorlaması Keşmir’de süreci çatışma yönüne çevirdi. Keşmir halkına destek anlamında Pakistan ordusu Keşmir topraklarına girerken, dönemin Hindu yöneticisi Delhi’ye sığınarak Keşmir’in Hindistan egemenliğine bağlandığını ilân etti. Keşmir halkı ve yöneticisi arasındaki bu siyasi karar farklılığı, bölgenin Pakistan ve Hindistan arasında bölünmesine yol açtı (Chadha 1997, 447; Dijkink 1996, 132; Ray 2002, 37).[15]

Yaşanan çatışmalar üzerine Birleşmiş Milletler devreye girerek Keşmir halkının kendi geleceğine karar vermesi için referandum yönünde görüş belirtti (Malik 1997, 167). 1910’lu yıllarda Woodrow Wilson’un ortaya koyduğu ve ardından 1948 yılında Hindistan’ın Birleşmiş Milletler’e başvurması üzerine alınan, yani Keşmirlilerin Pakistan’a mı, yoksa Hindistan’a mı bağlanmak istediklerine karar vermeleri yönündeki çözüme yönelik karara rağmen, Hindistan yönetimi BM kararlarını tanımamaktadır. Hindistan, Keşmirlilerin kendi siyasi geleceklerini belirlemesine olanak tanımaması ve BM’nin kararlarını dikkate almamasıyla Keşmir sorununun birincil sorumlusu konumundadır (Khan 2008, 50; Doctor 1987, 153).

Temelde BM kararı, Pakistan yönetiminin de aldığı siyasî kararla benzerlik göstermektedir. Bu süreçle, Keşmir sorununun uluslararası nitelik taşıdığı kanıtlanırken, BM tarafından ilk barış gücü misyonu Keşmir için gündeme gelse de, Hindistan’ın reddi üzerine bölgenin askerden arındırılması çabası sonuç vermemiş, yaşanan çatışmalar sonrasında 1 Ocak 1949 tarihinde BM öncülüğünde ateşkes sağlandı. Pakistan ve Hindistan’ın bağımsızlığından sonraki bu bir yıllık süre zarfında tarihî olarak Keşmir olarak bilinen toprakların üçte ikisi Jammu-Keşmir adıyla Hindistan ordusunca işgal altında tutulurken, kuzeydeki bölge “Özgür” anlamına gelen “Azad Keşmir” adıyla anılmaya başlandı (Wolpert 1982, 115, 117; Malik 1997, 162).

Bu bağlamda, Keşmir sorunu Hindistan için ulusal birliğin tesisi, öte yandan Keşmirliler içinse bağımsızlık talebi nedeniyle üst düzey çatışmanın yaşandığı bir alan olarak ortaya çıkar. Hindistan, Keşmir’de çözüme taraf olmadığı ve bölgede şiddet eğiliminin artmasındaki rolü nedeniyle, bölgede yaşanan etnik ve dinî çatışmaların yükünü taşıyan ülke görünümündedir. Keşmir konusu, 1947 yılından bu yana Hindistan’da ulus-devlet yapılaşmasının da akamete uğramasının altyapısını oluşturur.

Hindistan yönetimi Keşmir’deki varlığına meşruiyet kazandırmak amacıyla Keşmir sorununu siyasî, tarihî ve dinî boyutlarıyla öne çıkarmaktadır. Buna ayrıca, dönemin başbakanı Nehru’nun atalarının Keşmirli olması ve kendisinin Keşmir’e bağlılığı nedeniyle duygusal bir yönde eklenmektedir (Nehru 2004, 10, 42). Nehru’yu Keşmir konusunda farklı görüş ve bir anlamda iddialı olmaya zorlayan ise, tüm dünyaya Hindu ve Müslümanların bir arada yaşayabileceğini kanıtlama çabasıdır. Bu bir anlamda dönemin Hindistan resmî ideolojisi olan “sekülarizmin”in de teyit edilmesi anlamına gelecektir (Chadha 1997, 447; Malik 1997, 173). Nehru’nun bu ihtiraslı yaklaşımı, Keşmirliler adına karar verme eğilimi sergilemesi, o dönem çözüme hazır bir bölgenin bugüne kadar dünyanın en sorunlu bölgesi olmasına neden olmuştur.

Hindistan bu süreçte, çeşitli medya organlarıyla sivil toplum ve düşünce kuruluşlarıyla yukarıda dile getirilen argümanlarını uluslararası kamuoyuna kabul ettirme çabasındadır. Sorunun bugüne kadar devrinde, Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlıkları sonrası ortaya çıkan jeo-politik ve stratejik ilişkilerin de etkisi vardır. Tüm bunlar, bugüne kadar uzanan sorunlar yumağı Keşmir sorununun olduğundan daha karmaşık bir hale gelmesine yol açmıştır.

Keşmir sorununun Pakistan ve Hindistan gibi iki önemli aktörlü vechesi kadar, Keşmir’in kendi içindeki dinamiklerin de göz ardı edilemeyecek bir önem arz etmektedir. Öyle ki, daha 1930’lu yıllarda adına Keşmir denilen bölgenin yönetiminin belirlenmesi konusundaki görüş ayrılıkları ve ardından 1947 yılında Hindu kökenli yönetici Maharaja Hari Singh’in siyasî karar mekanizmasında tek yetki sahibi olması karşısında, ya bu yönetimden kurtulmak için Pakistan’la birleşme veya tam bağımsız olma yönünde, yine Keşmir Müslüman halkı arasında bir ayrım yaşandı. Burada dikkat çeken husus, Keşmir toplumunda yaşanan siyasî gelecek konusundaki görüş ayrılığı ve bunun sivil savaşa dönüşmesinin Pakistan ve Hindistan’ın bağımsızlıklarını elde etmeden önce gerçekleşmiş olmasıdır. Nihayetinde, Hindu kökenli yöneticinin Hindistan’la birleşme konusundaki kararının ardından, 29 Ekim 1947 tarihinde Hindistan’ın Sihlerden oluşan ordu birlikleriyle Keşmir’in Srinagar şehrine girmesi Keşmirlilerce “Kara Gün” olarak kabul edilir (Chadha 1997, 447; Malik 1997, 166).

Hindistan, Keşmir üzerinde siyasî egemenliği sivil ve demokratik yollardan sağlamak yerine, bölge halkını askerî rejimle yönetme ve bu anlamda tüm hak ihlallerine konu olacak yaptırımlarla varlığını sürdürmektedir. Hindistan ordusunun neredeyse dörtte birine varan bölümünü Keşmir bölgesinde “güvenliği” sağlamakla görevli oluşu, aynı zamanda ülke ekonomisi için de önemli bir açık anlamına gelmektedir.

Keşmir sorununa çözüm konusunda Türkiye’nin atabileceği bazı somut adımlar şunlardır:

·         Hindistan’ın, Pakistan’ı hedef göstererek ‘sınır ötesi terör’ olarak adlandırdığı konu ile Keşmir halkının gündelik yaşamını yaşanmaz hale getiren Hindistan ordusunun varlığının[16] aynı anda durdurulması konusunda iki taraf arasında girişimde bulunulmalıdır;

·         Keşmir halkının Türkiye siyasi liderliğine saygı duyacağı belirtilmekle birlikte, süreçte Yeni Delhi kontrolündeki Keşmir bölgesel yönetimi ile Keşmir sivil toplum, âlimler çevresi, iş çevreleri ve diasporadaki liderlerle ayrı ayrı görüşmeler yapılarak Keşmir halkını temsil edecek bir yapı oluşturulmalıdır;

·         Keşmir bölgesinde her on Keşmirliye bir Hindistan askeri düştüğü dikkate alındığında Keşmir’in askeri yapıdan acilen arındırılmalı, sayısı 400.000’e varan (Abdullah 2017, 129) mülteci konumundaki Keşmirlinin vatanlarına dönmesi sağlanmalıdır;

·         Bölgede güvenliğin tesisi konusunda çok işlevli uluslararası barış gücü tesisi kurulmalıdır;

·         1980’lerden bu yana süren çatışma ortamı, Keşmir ekonomisine verdiği zararı bertaraf edecek çözümler üzerinde çalışılmalıdır;

·         Keşmir sorunu, sadece Hindistan ve Pakistan arasında bir sorun olmayıp bu iki ülkenin nükleer silah kapasitelerinden ötürü uluslararası bir nitelik taşımaktadır. Bu anlamda, ABD, AB ve Çin’in bu konudaki yaklaşımları dikkate alınmalıdır.

 

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Hindistan, iç siyasette yaşadığı değişimlerin yanı sıra, bölgesel ve küresel gelişmelerine paralel olarak önemi giderek artmakta olan bir ülkedir. Dünyanın en büyük demokrasisi unvanına sahip Hindistan’ın, yeni dönemde etnik ve dinî farklılıklarıyla öne çıkan geniş halk kesimlerine yönelik hak ve özgürlüklerin paylaşımı noktasında hangi politikaları uygulayacağı merak konusudur. Bu noktada Hindu, Müslüman, Sih gibi dinî azınlıklarla, belli başlı etnik yapılar arasında toplumsal barışın sağlanması azamî gayret gerektiren bir husustur. Bu süreçte, özellikle İngiltere’nin bölgedeki sömürge döneminden kalan ve tarihsel arka plânı olan önyargıların aşılması öncelikli bir gayret gerektirirken, toplumsal gruplar ve eyaletler arasında ekonomik farklılaşmayı sona erdirecek ve böylece toplumsal barışa katkı sağlayacak girişimlere ihtiyaç vardır. Bu yapılırken, İngiltere’nin bölgede yüzyıllardır var olan kazanımlarından vazgeçmek istemeyeceği ve bu sebeple söz konusu alanda atılacak adımları baltalamaya yönelik girişimlerde bulunacağı hesaba katılmalıdır.

Bölgesel ve uluslararası ilişkilerde de Hindistan yapıcı politikalar geliştirmelidir. Bu çerçevede, Çin’in ekonomik ve askerî gelişimi; Asya-Pasifik bölgesinin kalkınmacı ekonomilere ev sahipliği yapması, ABD’nin 21. yüzyıl Asya Çağı projesinde bölgede ağırlığını hissettirmeye başlaması, Kuzey Kore’nin neden olduğu nükleer tehdit gibi dış faktörler Hindistan’ı sadece bölgesinde değil, küresel anlamda da yeni ve aktif bir güç unsuru olarak gündeme taşımaktadır (Jaffrelot 2008, 83).

Bu bölgesel ve küresel gelişmeler çerçevesinde Hindistan, belki de kendi iç dinamiklerinden ziyade dış faktörlerce özellikle Çin’in yayılmacı politikaları karşısında bir denge unsuru olarak görülmesine neden olmaktadır. Bu noktada, Çin’in kara ve deniz ipek yolları projeleriyle çeşitli ekonomi blokları oluşturma çabası; askeri işbirlikleriyle de bu süreci desteklemeye yönelik açılımları; Güney Çin Denizi’nden Hint Okyanusu’na ve Doğu Afrika sahillerine kadar ulaşan deniz yolu güzergâhındaki yapılaşması; enerji havzalarına ve hammadde kaynaklarına doğru genişleme ve güvenlik altına almaya yönelik politikaları Hindistan üzerinde bir baskı oluşturmaktadır. Bu gelişmeler bağlamında, belki daha da somut bir gelişme olarak, tarihsel açıdan rakip iki devletin Himalayalar’daki sınır anlaşmazlığı potansiyel bir tehlike unsurudur.

Bu noktada, Asya-Pasifik bölgesindeki ekonomik ve askerî yapılaşmalar, Hindistan için tehdit içerdiği kadar cazibe merkezidir de. Bir yandan bu bölgenin ihtiyaç duyduğu enerji kaynağı Ortadoğu, öte yandan Doğu ve Güneydoğu Asya arasında uzanan geniş coğrafyasıyla Hindistan’ın önemi giderek artmaktadır. Bu anlamda, Asya-Pasifik bölgesinde Japonya, Avustralya ve Güneydoğu Asya ülkeleri birliği (ASEAN), Hindistan’ı Çin karşısında bir stratejik partner olarak görmek istemektedir (Dobbs-Higginson 1993, 192). Öte yandan, başta Körfez ülkeleri olmak üzere Ortadoğu İslam ülkeleriyle de tarihsel ilişkileri günün getirdiği imkanlar ve zorunluluklarla gelişmeye matuf bir yönelim sergilemektedir.

Bu süreçte Türkiye-Hindistan birbirlerini yeniden keşfetmekte olan iki ülke konumundadır. Günümüz uluslararası ilişkilerinde tarihi ilişkilere sıklıkla atıf yapılmasından hareketle, Türklerin Hint medeniyetinin çeşitli unsurlarına katkısı bir çıkış noktası oluşturmaktadır. Geçmişte ortaya konan bu değerlere yeni anlamlar yüklenerek iki ülke ilişkilerine güçlü bir zemin sağlanmalıdır.

Hindistan topraklarındaki Müslüman kitlelerin yakın geçmişte hilafet merkezine yönelik politikalarıyla ortaya konan derin hissiyat bugün İslamiyetin bölge ve dünya barışına katkısının ortaya konmasında işbirliğine zemin hazırlayacak bir araç konumundadır. Hindistan’ın farklı bölgelerinde, değişik etnik grupların Hint toplumu başta olmak üzere bölge toplumlarına olumlu mesajlarının önünü açacak sosyo-kültürel ve dini birliktelikler hayatiyet arz etmektedir. 

Küresel anlamda yeni güç merkezleri oluşumu süreci yaşanırken, Türkiye ve Hindistan’ın kendi tarihsel hinterlandında değer kazandıkları gözlemlenmektedir. Bu süreçte, iki ülkenin Batı ülkeleriyle ilişkilerini gözden geçirme ve yeni alternatif arayışları iki gücün bir sinerji yaratabileceğini ortaya koymaktadır. Bu ilişkinin siyasi, ticari, ekonomik ve yatırım alanlarında hem karşılıklı hem de geniş bölgesel katılımlarla genişletilebilecek alanları ihtiva etmektedir. Yukarıda zikredilen bu zengin potansiyel alanlar üzerinde orta ve uzun vadede sonuç alınacak bir kurumsal yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bu noktada, Türkiye’de resmi, yarı resmi kurumlar, ünivresiteler ve araştırma kurumlarının Hindistan özelinden başlayarak bölgeye doğru yayılan geniş bir coğrafyayı gündeme almalarında fayda bulunmaktadır.

 

KAYNAKLAR

Abdullah, Muhammad Faisal. (2017). “The Plight of Kashmir”, Displaced&Forgotten: Memoirs of Refugees, (ed.), Raudah Mohd. Yunus; Md. Mahmudul Hasan, Selangor: Iman Publication. (syf.: 127-136).

An Historical Account of the Settlement and Possession of Bombay, by the English East Inia Company, And of the Rise and Progress of War With the Mahratta Nation, (2010). La Vergne: Anon.

Austin, Dennis. (1994). Democracy and Violence in India and Sri Lanka, London: Pinter Publishers.

Azad, Maulana Abul Kalam. (1959). India Wins Freedom: An Autobiographical Narrative, Reprinted, Bombay: Orient Longmans.

Banerji, Radhika. (2010). “Preface”, Religion in Modern India, New Delhi: MD Publications Pvt Ltd. (syf.: v-vi).

Bayur, Y. Hikmet. (1987). Hindistan Tarihi, I. Cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.

Bose, Sugata. (2006). A Hundred Horizons: The Indian Ocean in the Age of Global Empire, Cambridge: Harvard University Press.

Bose, Sugata; Jalal, Ayesha. (2011). Modern South Asia: History, Culture, Political Economy, Third Edition, London: Routledge.

Brown, Judith M., (1989). Gandhi: Prisoner of Hope, New Haven: Yale University Press.

Chadha, Yogesh. (1997). Rediscovering Gandhi, London: Century.

Chanda, Asok. (1965). Federalism in India: A Study of Union-State Relations, London: George Allen.

Choudhary, R. R. (2010). Danger of Hindutva to Secular India, New Delhi: MD Publications Pvt. Ltd.

Coedès, G. (1968). The Indianized States of Southeast Asia, (ed.). Walter F.Wella, (Tr.: Sue Brown Cowing, Honolulu: University of Hawaii Press.

Copland, Ian; Mabbett, Ian; Roy, Asim; Brittlebank, Kate; Bowles, Adam. (2012). A History of State and Religion in India, London: Roudledge.

Crawley, W. F. (1972). “Political Directions in Indepentent India”, Reform and Revolution in Asia, (ed.), G. F. Hudson, London: George Allen&Unwin Ltd. (syf.: 163-190).

Deol, Harnik. (2000). Religion and Nationalism in India: The Case of Punjab, London: Roudledge.

Dijkink, Gertjan. (1996). National Identity and Geopolitical Visions: Maps of Pride and Pain, London: Roudledge.

Dobbs-Higginson, Michael S. (1993). “India: Counterbalancing the Greater China Threat”, Asia-Pacific: A View on its Role in the New World Order, Hong Kong: Longman. (syf.: 168-197).

Doctor, Adi H. (1987). “Nehru’s Foreign Policy: A Revie”, Studies on Nehru, V. T. Patil, New Delhi: Sterling Publishers Private Lmt. (syf.: 147-159).

Embree, Ainslie T. (1988). “India”, Encyclopedia of Asian History, (ed.). Ainslie T. Embree, Vol. 2, New York: Charles Scribner’s Sons. (syf.: 111-125).

Firth, J. R. (1964). “Personality and Language in Society”, Papers in Linguistics: 1934-1951, Reprinted, London: Oxford University Press. (syf.: 177-189).

Graham, B. D. (1992). Hindu Nationalism and Indian Politics: The Origins and Development of the Bharatiya Jana Sangh, New York: Cambridge University Press.

Guha, Ramachandra. (2014). “Jawaharlal Nehru: A Romantic in Politics”, Makers of Modern Asia, (ed.), Ramachandra Guha, Cambridge: The Belknap Press of Harvard University Press. (syf.: 117-146).

Habib, Irfan. (2002). Essays in Indian History: Towards a Marxist Perception with the Economic History of Medieval India: A Survey, London: Anthem Press.

Hodson, H. V. (1985). The Great Divide: Briatin-India-Pakistan, Karachi: Oxford University Press.

Jaffrelot, Christophe. (2008). “India, An Emerging Power, But How Far?”, Emerging States: The Wellbeing of a New World Order, (ed.). Christophe Jaffrelot, (Tr.: Cynthia Schoch), London: Hurst&Company. (syf.: 76-89).

Khan, Muhammad. (2008). “Kashmir Dispute and the Prospects of India-Pakistan Peace Process”, NDU Journal, Volume II, (syf.: 49-89).

Kochanek, Stanley A. (2001). “Political Governance in India: The Challenge of Stabilitiy and Diversity”, The Post-Colonial States of South Asia: Democracy, Identity, Development and Security, (ed.). Amita Shastri; A. Jeyaratnam Wilson, Surrey: Curzon. (syf.: 17-40).

Kochanek, Stanley A. (1975). “The Indian Political System”, Politics and Modernization In South and Southeast Asia, (ed.). Robert N. Kearney, New York: John Wiley and Sons. (syf.: 39-107).

Lefever, Ernest W. (1976). “Nehru, Nasser and Nkrumah on Neutralism”, (ed.). Laurance W. Martin, Neutralism and Nonalignment: The New States in World Affairs, (Reprinted), Westport: Greedwood Press.

Mackie, Jamie. (2005). Bandung 1955: Non-Alignment and Afro-Asian Solidarity, Singapore: Editions Didied Millet.

Malik, Iftikhar H. (1997). “The Continuing Conflict in Kashmir Regional Détente in Jeopary”, Rivalry and Revolution in South and East Asia, (ed.), Partha S. Ghosh, Aldershot: Ashgate. (syf.: 161-186).

Malik, Preet. (2012). “Indias Look East Policy: Genesis”, Two Decades of Indias’s Look East Policy: Partnership for Heace, Progress and Prosperity, (ed.), Amar Nath Ram, Singapore: ISEAS. (syf.: 23-38).

Marong Mahawangsa: The Kedah Annals, (2012), Kuala Lumpur: Silverfish Malaysian Classics,

Mill, James. (1997). The History of British India, Vol. II., Routledge/Thoemmes Press.

Mishra, Patit Paban. (2002). “India”, Encyclopedia of Modern Asia, (ed.). David Levinson; Karen Christensen, Vol. 3, New York: Thomson&Gale. (syf.: 9-13).

Morris-Jones, W. M. (1963). “Stability and Change in Indian Politics”, Politics in Southern Asia, (ed.). Saul Rose, London: Macmillan&Co. Ltd. (syf.: 9-32).

Nanda, B. R. (1996). Jawaharlal Nehru: Rebel and Statesman, Second Impression, Delhi: Oxford University Press.

Nathan, Dev. (1996). “India: From Civilization to Nations”, Internal Conflicts in South Asia, (ed.). Kumar Rupesinghe; Khawar Mumtaz, London: Sage Publications. (syf.: 18-38).

Naidu, G.V.C. (2012). “India’s Strategic and Defence Interaction with Southeast Asia”, India and Southeast Asia: Strategic Convergence in the Twenty-First Century, (ed.), T. Nirmala Devi; Adluri Subramanyam Raju, Singapore. ISEAS. (syf.: 79-92).

Nehru, Jawaharlal. (2004). An Autobiography, Haryana: Penguin Books.

Noer, Deliar. (2012). Mohammad Hatta: Hati Nurani Bangsa, Jakarta: Kompas Media Nusantara.

Noorani, A. G. (2004). (ed.), The Babri Masjid Question, 1528-2003: A Matter of National Honour, Volume II, Second Edition, New Delhi: Tulika Books.

Pye, Lucian W.; Pye Mary W. (1985). Asian Power and Politics: The Cultural Dimensions of Authority, Cambridge: The Belknap Press of Harvard University Press.

Raghavan, Srinath. (2014). “Indira Gandhi: India and the World in Transition”, Makers of Modern Asia, (ed.), Ramachandra Guha, Cambridge: The Belknap Press of Harvard University Press. (syf.: 213-243).

Ram, Amar Nath, (2012). “The First Decade of India’s Look East Poliyc: An Insider’s Account”, Two Decades of Indias’s Look East Policy: Partnership for Heace, Progress and Prosperity, (ed.), Amar Nath Ram, Singapore: ISEAS. (syf.: 63-81).

Rawlinson, H. G., (1965). India: A Short Cultural History, London: The Cresset Press.

Ray, Aswini K. (2002). “Globalization and Democratic Governance”, Globalization and Democratization in Asia: The Construction of Identity, (ed.). Catarina Kinnvall; Kristina Jönsson, London: Routledge. (syf.: 37-50).

Reeves, Peter. (2009). “An Entrepreneurial diaspora? Transnational space and India’s international economic expansion”, The South Asian Diaspora: Transnational Networks and Changing Identities, (ed.), Rajesh Rai; Peter Reeves, London: Roudledge. (syf.: 57-68).

Saxena, Anil. (2006). Encyclopaedia of Indian History: Land, People, Culture, Civilization, Vol. 7, Post-Gupta Period, New Delhi: Anmol Publications Pvt. Ltd.

Shaik, Farzana. (2014). “Zulfikar Ali Bhutto: In Puruit of an Asian Pakistan”, Makers of Modern Asia, (ed.), Ramachandra Guha, Cambridge: The Belknap Press of Harvard University Press. (syf.: 267-300).

Sutton, Deborah. (2009). Other Landscapes: Colonialism and the Predicament of Authority in Nineteenth Century South India, Copenhagen: Nias Press.

The Indian Khilafat Declaration Publications, “The Turkish Settlement and the Muslim and Indian Attitude”, No. 1, 8 Albert Hall Mansion, Kensington Gore, London, Arkip Negara Malaysia, SP18/IB, 673/123.

Tinker, Hugh. (1966). South Asia: A Short History, London: Pall Mall Press.

Watson, Francis (1999). India: A Concise History, Reprinted, New York: Thames and Hudson.

Wolpert, Stanley. (ed). (2006). Encyclopedia of India, Vol. 1, A-D, Detroit: Thomson Gale.

Wolpert, Stanley. (1982). Roots of Confrontation in South Asia: Afghanistan, Pakistan, India and the Superpowers, New York: Oxford University Press.

Wood, Glynn L. (1987). “Nehru: Authority, intimacy and vocation in the life of a revolutionary”, Studies on Nehru, V. T. Patil, New Delhi: Sterling Publishers Private Lmt.

https://guneydoguasyacalismalari.com/hindistan-raporu/



[1]Peter Popham. (1998). “Why can't Hindus and Muslims get along together? It's a long story” http://www.independent.co.uk/voices/why-cant-hindus-and-muslims-get-along-together-its-a-long-story-1162319.html. (Not: Hindu kelimesi bazı yazarlar tarafından siyasî ve dinî değil, kültür ve medeniyet bağlamı içerisinde ele alınmakta. Bu anlamda, Hindu kelimesinin ülkedeki Sih, Budist, Jain, Müslüman, Hristiyan gibi farklı inanca mensup kişileri de içinde barındırdığı belirtilir. Bkz.: Choudhary. (2010), s. 1.

[2]Son yapılan bir araştırmaya göre, 2050 yılında Hindistan Müslümanlarının 300 milyonu aşacağı böylece Hindistan’ın dünyanın en yoğun Müslüman nüfusuna sahip ülkesi olacağı belirtilmektedir. Bkz.: http://www.pewresearch.org/fact-tank/2017/01/31/worlds-muslim-population-more-widespread-than-you-might-think/.

[3]20. yüzyılın ilk çeyreğinde o dönem Hindistan topraklarında yaşayan Müslümanların toplam nüfusun dörtte birini teşkil ettiği belirtilir. Bkz.: “Bagaimanakah Halnya Perhimpoenan ‘Ahmadijah’ di Lahore di Dakwa Perkakas Keradjaan Kafir (Inggris)?”, Medan Moeslimin, No. 9, 5 Mei 1925  (11 Shawal Pal 1343) Tahoen XI, s. 129.

[4]Hindistan’ın tarihi boyunca İslam devletlerince yönetilmesi, Hindu kitlelerin siyasî gücü ele geçirmelerinin ardından bu tarihî gerçeklik karşısında besledikleri önyargı ve kompleksin bir ifadesi olarak da yorumlanabilir. İslam devletleri gerek siyasal gerek toplumsal yapılaşmada İslamiyet’in değerlerini önceleyen bir yaklaşım sunmaları kadar, geniş Hindu kitlelerinin İslamlaşmasında da çeşitli vasıtalarla şu veya bu derece rol oynamışlardır. Askerî bir güç tesisi olmamakla birlikte, siyasî gücün ve yaptırımların bu nedenle öne çıktığı söylenebilir. Bkz.: Copland vd. 2012, s. 89.

[5]Türkler, özellikle Alaaddin Guri komutasında, İslam sancağını Hindistan’ın kuzeyine taşıyan millet olarak bilinir. Bkz.: Copland vd. 2012, s. 84.

[6]“Pechabaran: Kaoem Moeslimin dan Hindoe Berkoempoel Mendjadi Satoe Akan Melawan Imperialisme”, Medan Moeslimin, No. 7, 5 April 1925 (11 Pasa Dal 1343) Tahoen XI, s. 109.

[7]Hindistan’ın bu bağlamda Endonezya ile yakın temas içerisinde olduğu biliniyor. Daha 1955 yılında Bandung Konferansı düzenlenmeden önce, 1950 yılında dönemin Hindistan başbakanı Jawaharlal Nehru 1950 yılı Nisan ayında Jakarta’yı ziyaret etti. Bkz.: Noer.  (2012), s. 132).

[8]Hindistan-Çin çatışmasına konu olan Himalayalar sınırı 1914 yılında İngiliz sömürge yönetimi temsilcisi McMahon tarafından belirlenmesiyle, ‘McMahon hattı’ olarak anılır. Bkz.: Dijkink. (1996), s. 133.

[9]Kongre Partisi’nin bayrağı belirlenirken, o dönem etkin bir siyasi hareket olan Hilafet Hareketi’nden etkilenmiş ve Müslümanları temsilen yeşil renk kabul edilmiştir. Bkz.: Nanda. (1996), s. 131.

[10]Hindista-Çin arasında 1962 yılındaki savaşın ardından ABD’nin Hindistan’a askeri yardımı söz konusudur. Bkz.: Wolpert. 1982, s. 145-6.

[11]Ranjit Gupta, “India and the Gulf: Looking Beyond Energy, Islam and the Diaspora”. http://www.ipcs.org/article/india/special-commentary-india-and-the-gulf-looking-beyond-energy-islam-4193.html

[12]“How India's strategic partnership with UAE will hit Pakistan where it hurts” http://www.firstpost.com/politics/where-does-india-uae-strategic-partnership-leave-pakistan-2396814.html

[13]Ranjit Gupta. (2013).India and the Gulf: Looking Beyond Energy, Islam and the Diaspora”. http://www.ipcs.org/article/india/special-commentary-india-and-the-gulf-looking-beyond-energy-islam-4193.html.

[14]Örneğin, sadece Suudi Arabistan’da çeşitli sektörlerde çalışan 3 milyona yakın Hindistan vatandaşı bulunmaktadır. Bkz: http://www.huffingtonpost.com/aparna-pande/saudi--india-pakistan-tri_b_9606740.html.

[15]Keşmir’de tarihsel olarak halkın büyük bir bölümünü Müslümanlar oluşturmaktadır. Örneğin ilk nüfus sayımının yapıldığı 1871 yılında Bengal’le birlikte Keşmir bölgesi halkının büyük bölümünü Müslümanlar oluşturmuştur. Keşmir, aynı zamanda bu topraklarda İslamiyet’in siyasî ve askerî anlamda ulaştığı son nokta olarak da bilinmektedir. Bkz: Copland vd. 2012, s. 83.

[16]Wajahat Habibullah. ‘The Kashmir Problem and Its Resolution’. https://www.usip.org/events/kashmir-problem-and-its-resolution.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder