21 Aralık 2024 Cumartesi

Endonezya’da Megawati’den beklenen siyasi hamle / An expected political move from Megawati in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                            21.12.2024

Megawati’nin partisinde temizlik harekâtı...

Endonezya Mücadeleci Milliyetçi Partisi (Partai Demokrasi Indonesia-Perjuangan, PDI-P), genel yönetim kurulu’nda, 16 Aralık günü alınan kararla, eski başkan Joko Widodo ve iki oğlunu partiden ihraç edildi

Alınan kararın gerekçesi ise gayet açık...

4 Şubat 2024 tarihinde yapılan başkanlık seçimlerinde sabık başkan Joko Widodo’nun, PDI-P yönetiminin açıkladığı başkan adayını yani, Ganjar Pranowo’yu desteklemek yerine, Gerindra başkanı Prabowo Subianto’yu önce sahne arkasından, sonra da açıkça desteklemesi bulunuyor.

Aile temizliği

PDI-P’den yapılana resmi açıklamada, Jokowi ve iki oğlunun parti siyasi etiğine aykırı hareket etmeleri dolayısıyla ihraçlarına karar verildiği belirtiliyor.

PDI-P yönetimi, Jokowi’nin yanı sıra, 4 Şubat başkanlık seçimlerine Prabowo’nun yardımcısı olarak giren ve seçimi kazanan ve şu an devlet başkan yardımcısı görevini yürüten Gibran Rakabuming Raka ile Medan belediye başkan yardımcılığı görevini sürdüren damadı Boby Nasution’u da partiden ihraç etti.

Bir ‘aile temizliği’ gibi gözüken bu durum, son dönemde Endoneya ulusal siyasetinde yaşanan önemli gelişmelerden biri olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

Bu önem hem, 2012’den bu yana yaşanan süreç ile hem de, Suharto’lu yıllara kadar uzanan orta vadeli bir süreci içinde barındırıyor.  

PDI-P’de zamanlama

PDI-P içinde bir parti içi temizlik olarak görülen bu gelişme, Prabowo’nun 20 Ekim’de başkanlık koltuğuna oturmasından ve 27 Kasım’da yapılan yerel seçimlerin ardından yaşanan, en önemli iç siyasi gelişme olarak dikkat çekiyor.

PDI-P başkanı Megawati ile sabık devlet başkanı Jokowi’nin arasının yaklaşık 2022’den bu yana yani, 4 Şubat seçimlerine kadar siyasi gerginliğe konu olduğu biliniyor.

Söz konusu bu gerginlik, bugün Jokowi’nin partiden ihracıyla şimdilik tamamlanmış gözüküyor.

Parti yönetimince yapılan açıklamada, “... İhraç edilen kişilerin yaptıklarından, partinin sorumlu olmadığı” vurgusu gözden kaçırılmaması gereken bir detay gibi duruyor.

Bu noktada, Jokowi’nin başkanlık sürecinin yaklaşık son iyi yılı boyunca önce gizli, ardından açıkça, PDI-P adayı yerine “Büyük Endonezya Koalisyonu”nun başkan adayı olarak gündeme gelen Prabowo Subianto’yu desteklemesinin, pek çok çevre tarafından eleştirildiğini hatırlamak gerekiyor.

Görevi kötüye kullanmak

Bunun yanı sıra, daha dikkat çekici olan, Jokowi’nin seçim kampanyası sürecinde, -başkanlık ve başkan adaylığı seçilme yaşıyla ilgili olarak-, aile fertlerini kayırmaya matuf olacak şekilde, başkanlık statüsünü ve gücünü, “Anayasa Mahkemesi’ne müdahaleye varacak denli gücünü kötüye kullandığı” yönündeki iddiların önümüzdeki dönemde yeniden gündeme geleceğini söyleyebiliriz.

Bu gelişmelerin tuzu biberi olarak, Jokowi’nin kayınbiraderi Anwar Usman, Anayasa Mahkemesi’nde yapılan seçimin ardından, 16 Mart 2023’de başkan Jokowi tarafından , Anayasa Mahkemesi baş yargıcı olarak ataması ve sürecin onun üzerinden yürütülmüş olması da, Jokowi’nin iki yıl öncesine kadar ülke genelinde sahip olduğu ‘temiz, güvenilir siyasetçi’ tanımlamasına kara bir leke olarak görülüyor.

Bu çerçevede, PDI-P’nin 16 Aralık’ta aldığı kararı, bunun resmi bir açıklaması ve kanıtı olarak okunması mümkün.

Anwar Usman’ın yaklaşık bir yıl önce yüksek mahkeme etik komitesi tarafından, aldığı kararlarda görevini kötüye kullanması dolayısıyla açığa alındığını söyleyelim...

Bu anlamda, yukarıda dikkat çektiğim detay yani, “... ihraç edilen kişilerin yanı Jokowi ve iki oğlunun yapıp ettiklerinden PDI-P’nin sorumlu olmaması” önümüzdeki günlerde olası bir mahkeme sürecinin başlamasının ipucunu içinde taşıyor diyebiliriz.

Megawati’nin rolü

Söz konusu ihraç kararlarının alınmasında, PDI-P başkanı Megawati’nin alınan karardaki rolü tartışılmaz...

On yıllardır partinin başında olan Megawati’nin, sabık başkan Jokowi’nin önce 2005 yılında Solo (Surakarta) belediye başkanı ve ardından, 2012’de Cakarta Valiliği ve nihayet, 2014-2024 yıllarını kapsayan, iki dönem devlet başkanlığı koltuğunda oturmasını sağlayan en önemli siyasi olduğunu unutmamak gerekir.

Bu anlamda, Jokowi’yi keşfeden ve önce yerel ve sonrasında ulusal siyasete kazandıran kişinin Megawati olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bunu söylerken, Jokowi’nin -bugüne kadar yazdığım yazılarda dikkat çektiğim üzere- bir poitikacı olarak Endonezya siyasetine getirdiği yeni bir yaklaşımı yadsıyor değilim.

Ancak, Endonezya gibi siyaseti -içinde ‘kaos’da dahil olmak üzere, pek çok dinamiği ve mekanizmayı içinde barındıran bir ülkede başkent valiliği ve devlet başkanlığı süreçlerinde sadece kişisel meziyetlerin yeterli olmadığı da bilinen bir husus.

Tam da bu noktada, yılların siyasetçisi Megawati’nin, Jokowi’ye ulusal siyasette sağladığı yerin hakkını teslim etmek gerekir.

Cakarta valiliği

PDI-P’nin Jokowi ve iki oğlunun partiden ihracı için niçin bugüne kadar beklediği sorulabilir.

Kanımca, Megawati liderliğindeki PDI-P, elini güçlendirecek bir neden olarak yerel seçim sonuçlarını, özellikle de, Cakarta Valilik seçimlerinin tamamlanmasını bekliyordu.

Cakarta Seçim Komisyonu 9 Aralık’ta yaptığı resmi açıklama ile 27 Kasım yerel seçimini yüzde 50,7 oyla Pramono ve yardımcı adayı Rano Karno’nun kazandığını ilan etti.

Devlet başkanı ve de ‘Büyük Endonezya Hareketi’nin adayı Rıdwan Kamil ve yardımcısı Susono ise yüzde 39.4 oy aldı.

Açıkçası, PDI-P’nin adayının açık ara Cakarta valiliğin ikazanmış olması Megawati’nin eline büyük bir koz vermiş gözüküyor.

Ve, yukarıda dikkat çekilen ihraç kararının alınmasında kanımca, 27 Kasım’da yapılan yerel seçimlerde özellikle, başkent Jakarta Valiliği sonucunun etkisi bulunuyor.

Pramono Anung’un, Megawati’nin 2001-2004 başkanlık döneminde kabinede bakan olarak yer almış bir siyasetçi olması ve Cakarta valilik seçimini kazanması hiç kuşku yok ki, Megawati liderliğindeki PDI-P’nin ulusal siyasetteki öncü rolünü pekiştiren bir faktördür.

Tıpkı 2012’de olduğu gibi...

Önceki yazılarımızdan hatırlanacağı üzere, 2012 yılından bu yana, Cakarta Valiliği, sadece bir yerel seçim ve yerel yönetim alanı olarak anlaşılmıyor.

Bunun ötesinde, valilik kurumu ile devlet başkanlığı arasında önemli bir siyasal bağın kurulmuş olduğu, bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Cakarta valiliğinin devlet başkanlığı için bir geçiş organı işlevi bulunduğu gözlemleniyor.

Bunun en önemli göstergesi, 2012 yılında, PDI-I’nin adayı olarak Cakarta valisi olarak seçilen Jokowi’nin iki yıl sonra yapılan devlet başkanlığı seçimlerine yine, PDI-P’nin adayı olarak girip kazanması ve bunu, 2019 başkanlık seçimlerinde de tekrar etmesinin rolünü unutmamak gerekir.

Bu süreci yani, valilik ve devlet başkanlığı sürecinin ilişkilendirilmesi eğilimine, 2017-2022 yıllarında Cakarta valiliği yapmış olan Anies Baswedan’ın 4 Şubat seçimlerine devlet başkanı adayı olarak katılmasında da görmek mümkün.

PDI-P’nin Jokowi ve iki oğlunu partiden ihracı ile Megawati ve Jokowi arasındaki siyasi husumetin bittiği anlamına geldiğini söylemek güç.

Önümüzdeki günlerin, hem Jokowi ve iki oğlu kadar ve belki de iktidar için bazı yeni sürpriz gelişmelere açık olduğunu söylemek kehanet sayılmamalıdır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/endonezyada-megawatiden-beklenen-siyasi-hamle-an-expected-political-move-from-megawati-in-indonesia/

18 Aralık 2024 Çarşamba

Trump ve ABD’nin Suriye politikası / Trump and the Syria Policy of the U.S.

Mehmet Özay                                                                                                                            18.12.2024

ABD’de, 5 Kasım seçimleri öncesi ve hemen sonrasında, Donald Trump eksenli yazılarımda dile getirdiğim bir husus vardı.

O da, dünya liderlerinin, “Trumpla mı Trumpsız mı?” iş yapacakları konusuydu. Hatta, bu yazılardan birinin başlığını da, bu oluşturuyordu.

Dünya lideri olmasa da, Ortadoğu ekseninde önemine kuşku olmayan bir liderdi Beşer Esad...

Ya da, ülkesinin jeo-politik öneminin öne çıkarttığı bir liderdi de diyebiliriz onun için.

Bu durum, hem, Suriye’yi hem de, lideri Beşer Esad’ı, ABD nezdinde dikkate alınır bir aktör haline getiriyordu.

Beşer Esad artık yok... Bunda ABD’nin dahli olmadığı yönündeki güçlü gözlemlere ve ifadelere rağmen, olan biteni ABD politikalarından bağımsız görmek pek mümkün değil.

ABD’ye Suriye sürprizi mi?

Kanımca, Trump’ın, daha Beyaz Saray’da başkanlık koltuğuna oturmasına az bir süre kala, dünyanın sorunlu alanların başında gelen Ortadoğu’da Suriye üzerinde gelişen bu önemli hamleye tanık olması önemli.

Trump, Suriye’deki gelişme karşısında, “Bu bizim savaşımız değil. Bırakın ne olursa olsun, karışmayalım” yönünde açıklamasa bulunsa da, Ortadoğu sınırlarını ve de jeo-politiğini değiştireceğine kuşku olmayan Suriye gelişmesi karşısında, önümüzdeki süreçte sessiz kalması mümkün değil.

Bugün olmasa da, yaklaşık bir ay sonra aktif başkanlığı ile birlikte Trump’ın bölgeye ve Suriye’ye dair daha aktif açıklamalarıyla gündeme geleceğini söylemek mümkün.

Bunun ip uçlarını da, Trump’a yakınlığıyla tanınan Cumhuriyetçi senatör Markwayne Mullin’in ABD ulusal güvenliği gibi varlık nedeni bir olguya temasla ifade ettiği, “Ulusal güvenliğimizle ilgili veya ABD’i tehdit eden bir gelişme halinde, müdahalede bulunuruz”, açıklamasında görmek mümkün.

Trump sürpriz yapar (mı?)

Çoğunluk, bugün Trump’ın yaklaşımını dikkate alarak, yukarıda dile getirdiğim yaklaşımla hem fikir olmayabilir...

Ancak, karşımızda Trump gibi küresel gelişmeleri ve bu gelişmelerin, ABD genel politikasıyla ilişkisini okuma eğilimi yüksek bir siyasetçi olduğunu hatırlatmakta yarar var.

Aynı zamanda, Trump’ın deli dolu bir siyasetçi kimliğine sahip olduğuna, 2016-2020 yıllarında tanık olan bizlerin bir iki ay sonra, Trump’ın, ABD’nin Ortadoğu politikaları konusunda neler yapabileceğini tahmin edemeyeceğimizi de hesaba katmak gerekir.

Bunun yanı sıra, Trump, benzerlerinin aksine agresif, ben-merkezci politikalarıyla küresel yapıya yeni bir nizam vereceğinin sinyallerini çoktan vermiş olduğunu da unutmayalım.

Yukarıda dikkat çektiğim yazıma referansla söyleyecek olursam, Beşer Esad’ın Trump’a, “evet veya hayır” diyecek bir şansı dahi olmadı. Yazık...

Doğru, şu an için, Trump’ın gözünün Suriye topraklarında olmadığı kesin. Nihayetinde, Trump’ın büyük hedefi Çin...

Ancak, ara mekanizmalar olarak adlandırılabilecek bölgelerde ve de ülkelerde süreçte, dikkate alınması gereken bir politika yapılaşmasına konu olacaktır.

Suriye, tam da bu alana denk geliyor.

İsrail-İran

Bir diğer husus, Suriye’nin İsrail’e havale edilmiş olmasıdır.

Bu havale, dünyanın herhangi bir yerinde, sıcak çatışmalara girerek, beyhude yere ABD askerlerini ve de parasını kaybetmek istemediğini belirten Trump’ın düşüncesine de gayet uygun.

İsrail’in önünü açacak politikalarla yetinmek öyle gözüküyor ki, şimdilik ABD için ehven bir durum.

Kimi yazarlar, İran’ın hedefe alındığını söylüyor ki, kanımca bu yaklaşımda önemli ölçüde doğruluk payı var.

ABD bu politikasında herhangi bir ciddi değişikliğe gitmez ise, İsrail’in Filistin üzerinde hamilik rolü oynayan İran’a yönelik, geçtiğimiz aylardaki icraatlarının Suriye üzerinde gerçekleşen hamle ile tamamlanma sürecine doğru ilerlediğini söylemek kehanet olmasa gerek.

İran’ın kritik bir konumda olması kadar, ne tür bir politika geliştiriceği hususuda, ABD’nin bölgeye dair politikalarında belirleyici olacaktır.

Evet, buraya kadar, Trump merkezli ABD dış politikasının Ortadoğu’ya ve de özellikle, Suriye’ye bakan tarafında hep ‘pasif’ konumda gördük.

Bu, ABD’nin Ortadoğu politikası için yenilikçi bir duruma tekabül ediyor.

Bu pasifliğin ardında, Trump’ın daha kampanya sürecinden başlayarak, ‘büyük hedefin Çin olduğu’ yönündeki açıklamalarının olduğunu unutmamak gerekir.

İsrail’in, Filistin’e, tabiri caizse nihai bir darbe arzusunda olduğu, son bir yılı aşkın yaşanan gelişmelerle gayet açık ve net ortada.

Bu sürecin en açık destekçileri ise, bir genelleme ile ifade edecek olursak, Arap rejimleri...

Arap Dünyası/Birliği ve/ya İslam gibi faktörler dikkate alındığında, bunun büyük bir çelişki olduğu ortada...

Bu bağlamda, İsrail-Filistin süreçlerden birini, hiç kuşku yok ki,  İran’a yönelik askeri açılım oluşturacaktır...

Bir alternatif görüş olarak...

İran’ı siyasi olarak ikna söz konusu olabilir mi?

Seçenekler arasında yer alabilecek bir görüş olduğu söylenebilir.

Ancak, bu ihtimal, İran’ın varlık nedeni ile doğrudan çelişmesi nedeniyle hayata geçirilebilirliği şimdilik mümkün gözükmüyor.

Suriye’deki gelişmenin ABD’de Trump’ı rahatsız etmediği gözlemleniyor.

Bu rahatlık, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde -kaldığı yerden- “Önce Amerika” politikasına vereceğiyle bağlantılı bir yanı bulunuyor.

Bu durum, ABD’nin Ortadoğu ve de Suriye jeo-politiğinden uzaklaştığı anlamına gelmiyor. Böyle bir düşünceye kapılmak, bölgedeki tüm aktörler için sürprizlerle dolu gelişmeler anlamına gelebilir.

Trump, 20 Ocak’ta başlayacak başkanlık süreciyle birlikte, önce küresel güç merkezlerini oluşturan rakiplerinin, ortaya koyacağı taleplere nasıl cevap vereceklerini bekleyecektir.

Ardından, “Önce Amerika” politikasına uygun adımları ya barışcıl veya barışı paranteze alan politikalarla küresel nizami tesise başlayacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/trump-ve-abdnin-suriye-politikasi-trump-and-the-syria-policy-of-the-u-s/

16 Aralık 2024 Pazartesi

Osmanlı reform sürecinde Suriye / Syria during the reform era in the Ottomans

Mehmet Özay                                                                                                                            16.12.2024

Suriye’de, bugün yaşanmakta olan gelişmeler, bize tarihin önemli dönüm noktalarından biri olan, 19. yüzyıl ikinci yarısında, aynı coğrafyada, ne tür gelişmelerin olduğuna bakmamızı gerekli kılıyor.

Nihayetinde, karşımızda istikrarsızlığıyla dikkat çeken bir coğrafya, siyasal bilincini oluşturmada zorlanan bir toplum, farklı etnik ve dini yapıların biraradalığını kabul ve birlikte yaşama konusunda zaafları olan bir sosyal ve siyasal gerçeklik bulunuyor.

Bu noktada, bir önceki yazıda dile getirdiği, kısa dönemli gözlem ve tecrübeleri göz önüne almak kadar, aynı bölgeyi ve toplumu uzun dönemli olarak ele almanın da kaçınılmaz olarak önem arz ediyor.

Osmanlı Devleti’nin merkezinde başlatılan ve ardından, Batı Avrupa güçlerinin siyasal, toplumsal ve dini gerekçelerle Osmanlı’yı, Avrupa sistemine tabi olmaya veya ‘davete’ yönelik talepleri olduğu gerçeği karşısında, söz konusu reform sürecinin nereye evrildiği veya evrilmediği kadar, bu uzun dönemli reform sürecinin 20. yüzyıl ikinci yarısından bugüne kadar geçen süreçte Suriye örneği gibi ülkelerde nasıl bir sonuç doğurduğu da önemle ele alınması gerekir.

1839 ve 1856

19. yüzyılda, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde, görece dış/uzak bir eyalet olarak yer aldığı söylenebilecek olan Suriye’ye yönelik merkezin yani, Pay-i Taht’ın siyasi ilgisi, 1839 yılında başlayan, 1856’da güçlendirilme iddiasıyla devam ettirilmeye çalışılan Osmanlı Tanzimat/Reform sürecinin doğrudan bir etkisidir.

Temelde, bu iki reform sürecinin, Osmanlı siyasi ve bürokratik elitinin ‘değişim’ yönündeki istek ve arzuları olsa da, bu değişim belirli kurumsal alanlarla sınırlılık taşır.

Bu nedenledir ki, süreçte ortaya konulmak istenen ve içerden yönetilmek istenen değişim veya böylesi bir değişimin ortaya konulması hususunda, dış aktörlerin ve faktörlerin söz konusu bu değişimi yönlendirme, hatta yönetme işinin, Batı Avrupalı devletlerin güdümüne girmesine yol açtığı Cevdet’in “Tevarih’in de açık bir şekilde ortaya konur.

1839 ve 1856 reform süreçlerinde, Batı Avrupa güçlerinin siyasal, toplumsal ve dini gerekçelerle Osmanlı’yı Avrupa sistemine tabi olmaya yönelik talepleri -veya ısrarları, hatta zorlamaları-, kayda değer ölçüde, adına azınlıklar denilen ve ‘seküler Avrupa’nın dini ve humanist söylemleriyle şekillenen bir kamuoyu bilincinin de talepleriyle şekillendiğini söylemek gerekir.

Bununla birlikte, söz konusu reform sürecinin sesi güçlü çıkan iç yani, Osmanlı bürokrasi elitinin ve de yeni yeni ortaya çıkmakta olan entellektüelleşme yolundaki sivil okur-yazar çevrelerin ve bunların Suriye coğrafyasında var olan benzerlerinin rolünü yadsımadığımızı belirtelim.

Değişim: iç kaynaklı mı dış kaynaklı mı?

Osmanlı merkezinde yani, başkentte ortaya çıkan, resmi ve sivil değişim taleplerinin bir benzerinin, içinde Suriye’nin de olduğu Arap topraklarında da gündeme gelmesini yukarıda dikkat çekilen iç ve dış bağlamlarıyla birlikte ela almakta fayda var.

Söz konusu reform sürecinin yönetilmesinin ve yönlendirilmesinin araçlarından biri, ilgili bölgelere atanan valiler başta olmak üzere, bürokratik erkan olurken, diğer bir bölümünü, başta yerel eşraf olmak üzere, bölgedeki okur-yazar, sivil, dini ve seküler çevrelerin katkısı oluşturuyordu.

Suriye’de reform sürecinin, kısmen 1839 ancak, daha çok 1856 sonrasına tekabül eden yönelimleri olduğunu söyleyebiliriz. En azından, elimizdeki veriler bize bunu söylemeyi olanaklı kılıyor.

Bu çerçevede, 1864 yılında yapılan Eyalet Reform Yasası, merkez dışında Eyaletler’deki idari sistemin işlerliğine yönelikti ve bu süreç, Suriye’de 1866 yılında başladı.[1]

Benzeri dış/öteki eyaletler içerisinde diyelim ki, Libya Hicaz, Arap Yarımadası, Yemen gibi bölgelerden ziyade, reform çalışmalarında önceliğin Suriye’ye verilmiş olmasının anlaşılır maddi nedenleri bulunuyor.

Bu durum, Anadolu sınırları dışındaki ilk eyaletin Suriye olması kadar, Suriye’nin Mısır ve Arap Yarımadası’na geçişi sağlayan önemli bir coğrafi ve toplumsal aktarma organı olma rolünü göz ardı etmemek gerekir.

İslam hukuku, Avrupa hukuku

Osmanlı’da reform çabalarının doğası dikkate alındığında, İslam Hukuku (Şeriat) temelli yaklaşım yerine, Batı Avrupa siyasal sisteminin -ki, bunu Avrupa medeniyet süreçlerine eklemlenen ve bu bütünden bir parça olarak kabul etmek gerekir-, unsurlarını güçlü bir şekilde içinde barındırıyordu.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse,  Eyalet kamu idaresini yeniden şekillendirecek unsurlar, temeller itibarıyla, “modern devlet aparatının normlarını” benimsiyordu.[2]

Bu siyasal girişimde, ne kadar başarılı olunup olunmadığı konusu bir yana, Suriye’de uygulamaya konulmak istenen değişimde, hiyerarşik bir yaklaşımın benimsenmiş olmasının getirdiği zorluklar kendini ortaya koyuyor.

Hiyerarşik diyoruz, nihayetinde, ‘merkez eksenli’ bir değişim süreci kendini ortaya koyması, aslında Osmanlı siyasi ve bürokrasi elitinin ‘reform’dan kastının ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Nedir bu zorluklar?

Bu ‘zorlukların’, iki temel noktada neşet ettiği görülüyor. İlki, merkez-çevre ilişkisindeki kopukluk, zayıflık, sürdürülemezliktir.

İkincisi, Batı’dan alınan kamu idaresi yönetim şekillerinin yerel toplumun siyasal, toplumsal ve dini nitelikleriyle uyuşmamasıdır.

Toplumsal kesimleri yakından ilgilendiren ve onların günledik yaşamlarını çekip çevirecek böylesine önemli bir idari reform sürecine yönelik tepkilerin ve ardından gelen belli ölçülerdeki başarısızlıkların, aslında değişim taleplerinin toplumun/toplumların kendilerinden gelmek yerine, dışarıdan dikte ettirilmesi gibi gayet normal ve insani bir yönü bulunuyor.

Burada durup düşünüldüğünde, Osmanlı reform sürecini ortaya koyan başkent İstanbul’daki siyasi ve bürokratin elitin, sivil unsurları, bilinci, mekanizmaları ne ölçüde mobilize ettiği konusu gündeme geliyor.

Eyalet İdare Reformu’nun belirleyici özelliklerinden ilki, idari mekanizmanın işlerliğinin yerel parlamenter uygulamayla pekiştirilmesidir.

Salt ve mutlak bir vali kontrolü yerine danışma süreçlerini yürürlüğe koyacak bir sisteme işlerlik kazandırılmasının hedeflenmesi görünürde, makul ve rasyonel bir tutum olarak gözüküyor.

Nihayetinde, o döneme kadar Eyalet İdaresi’nden maksadın sivil vali, askeri komutan veya sivil ve askeri sorumluluğu üstlenen bir tek valinin görev ve sorumluluğunun temelde ‘vergi toplama’ ve ‘güvenliği’ tesis merkezinde gerçekleşmiş olmasını aşan bir boyutun eyalet sistemine bir dış müdahale olarak getirildiğini ortaya koyuyor.

Ancak, Suriye ve benzeri bölgelerde toplumsal yapının aşiret, etnik gruplar, dini gruplar vb. yapılanmalarla şekillenmiş olması, arzu edilen reform sürecinin ne yönde sürdürüleceği konusunda kafa karışıklığının temellerini oluşturduğu da ortadadır.

Nihayetinde, bir din olarak İslam’ın öngördüğü yönetim biçimini, Müslüman olsun veya olmasın tüm toplum kesimlerini içerecek şekilde ortaya koyamamış olmanın doğurduğu sorun büyüktü(r).

Bunun ötesinde, böylesi bir dini/siyasal kaynağın dışından yani, Avrupa’dan gelen siyasal talepler ve hatta baskılar ile gerçekleştirilmek istenen değişimin ise -tüm çabalara rağmen- ne, merkez’de ne de, -Suriye örneğinde olduğu gibi- çevrede kabul edilebilirliği gayet kuşkuluydu.

Hem iç ve hem de dış bağalmlarıyla bugün Suriye’de toplumsal ve siyasal göstergeler dikkate alındığında 19. yüzyıl son on yıllarında yaşanmış olanlardan ne tür farklılıkları veya benzerlikleri içerdiğini yeniden düşünmek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/osmanli-reform-surecinde-suriye-syria-during-the-reform-era-in-the-ottomans/



[1] Rogan, Eugene L. (1999). Frontiers of the State in the Late Ottoman Empire, Cambridge: Cambridge University Press, s. 12.

[2]  A.g.e., s. 12.

14 Aralık 2024 Cumartesi

Suriye’de rejim değişimi bize ne söylüyor? / What does regime change in Syria tell us?

Mehmet Özay                                                                                                                            14.12.2024

İslam dünyası kavramı içersinde değerlendirilen ülkelerde veya Müslüman toplumlarda, devrim özleminin bitmediğine Suriye örneğiyle, bir kez daha tanık oluyoruz.

Söz konusu bu devrim sürecinin bitmemiş olması, tanıklığımızın devam ettiğini ve de edeceğini gösteriyor...

Suriye’de yaşanan gelişme, Müslüman toplumlarda sosyal, siyasal ve dini bilincin, ne denli kaygan olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.

Bu kayganlık istikrarsızlık, belirsizlik, güvensizlik gibi ilintili süreçlerle beraber ortaya çıkarken, sorunun temelinde, tüm bunların üzerinden gelinebilecek bir toplumsal, siyasal ve dini zeminin veya bunları da içine alacak şekilde bir entellektüel duruşun ortaya konulamamış olması bulunuyor.

Bu noktada birileri çıkıp, “Suriye toplumu devrim’e hazırdı” diyebilir. 

Ancak, bu devrimin niçin ortaya konulacağı/konulduğu ile devrim sonrasında nasıl bir sistemin önerileceğine dair sorulara kapsamlı, inandırıcı, sürdürülebilir cevaplar verilebilmiş olduğununu söylemek güç.

Suriye toplumu

Suriye özelinde karşımızda ne tür bir Arap milli düşüncesi, ne tür bir Suriye düşüncesi, ne tür bir dini düşünce olup olmadığı sorularına cevap verilmedikçe, Suriye ve de benzeri ülkelerdeki benzeri gelişmeleri, popüler olarak ‘devrim yaptık’, ‘devrimci olduk’ sloganlarının dışında anlamlandırmak mümkün değildir ve de olmayacaktır.

Bu çerçevede, Suriye toplumunun yeksenâk bir şekilde, bir dini grubun çoğunluğunda olmadığını da hatırda tutmakta yarar var.

Bu durum, Suriye’de sözde devrim denilen süreci yöneten, liderlik yapan gruplar ile bu sürecin bir yerlerine zorunlu veya gönüllü olarak eklemlenmiş olanlar ve böylesi bir sürecin gerçekleşmesini beklemekle birlikte, sürecin dışında kalanlar arasında gayet önemli ideolojik ayrışmaların olması, bu sürecin en önemli arızalarından birini teşkil ediyor.

Bu çerçevede, Suriye gibi toplumsal bünyesinde, Müslüman olmayan, etnik ve dini azınlıkları bünyesinde barındıran bir ülkede, toplumsal ve siyasal ilişkilerin nasıl yerli yerine konulacağı konusunda akılların daha da karmaşık olması kaçınılmazdır.

İki temel husus

Kısaca tarif edilmeye çalışılan Suriye’deki bu toplumsal ve siyasal çoğulcu yapının, -kimileri bunu karmaşa olarak da adlandırabilir-, rejim değişimine konu olmasını, sözde erişilen bir ‘askeri’ çözüm olduğunu sananların, öncelikle iki temel hususa dikkatle eğilmesi gerekiyor.

İlki, son yarım yüzyılda, Suriye’de siyasal ve toplumsal olarak neler olup bittiğinin anlaşılmasıdır...

İkincisi, en azından, son yarım yüzyılda dünyada, özellikle de, Müslüman coğrafyasında benzeri olarak gelişme gösteren, siyasal ve toplumsal değişimlerin nasıl oluştuğu ve ne tür sonuçlara yol açtığıyla ilgilidir.

Bu iki temel hususun anlaşılması hem, Suriye özelinde tekil hem de, Müslüman dünya özelinde genel olarak Müslüman toplumlarda toplumsallaşma ve siyasallaşma eğilimleri ve bunları nelerin belirlediği ve sözde, adına ‘devrim’ denilen süreçlerin, ilgili toplumları nereden nereye getirdiğine dair bir fikir verecektir.

Buna ilâve olarak, bu kısa dönemli tarihsel-sosyolojik yaklaşım, kronolojik olarak sondan başlanarak ve tedrici olarak geriye doğru gidilerek, Suriye ve benzeri toplumlarda ne tür toplumsal, siyasal ve dini sistemlerin olduğunu ve bunların birbirleriyle etkileşimine dair bir düşünce geliştirmemize olanak tanıyacaktır.

Devrim özlemi

Suriye’de, merkezi siyasi otoritenin ve gücün ortadan kaldırılışının devrimci olma özelliğiyle, bu devrimin Suriye toplumuna getireceği varsayılan çözümlerin belli başlı siyasal ve toplumsal olgular, kriterler, yapılar üzerinden gerçekleştirildiğini sanmak güç.

Akıllarda, bir Fransız Devrimi özlemi olduğuna kuşku yok...

Bunun, diğer güçlerin yanı sıra, Suriye’nin tarihsel olarak Fransa’nın etkisi ve nüfuzu altında kalmış olmasıyla bir bağı olabileceği gibi, bundan bağımsız bir yönü de bulunuyor.

Bu bağımsız yön, Fransız Devrimi’nin içkin olan ilkelerin, Suriye’de devrimi yaptığı varsayılan çevrelerin, -en azından işi düşünme, düşünce geliştirme ve üretme olan çevrelerin yani, entellektüellerin- bir bölümünün zihinlerinde veya en azından söylemlerinde ortaya konulma arzusunda karşılık buluyor.

Ancak, böylesi bir arzunun pratiğe geçirilebilmesi için ortada bir düşünce sistematiğinin, bir siyasal ve toplumsal mekanizmanın olmadığının fark edilemememiş olması, yapıldığı varsayılan devrimin popülerlik kazanmasının ötesinde bir anlamı bulunmuyor.

Bu durum, bize sözde devrimin ardında kayda değer bir entellektüel bakış açısının olmadığını aksine, sürecin belirli iç ve dış siyasal liderler, aktörler, gruplar ile bazı ülkeler güdümünde yürütüldüğü intibaını uyandırıyor.

Benzerlikler

Müslüman toplumlarda, siyasal değişim ve bunun en uç uzantısı olarak değerlendirilebilecek ‘devrimci’ yaklaşımlara dair, yaşadığımız dönemin en yakın örneğini, geçtiğimiz Haziran-Ağustos ayları arasında Bangladeş’teki gelişmeler oluşturuyor.

Birkaç ay önce gerçekleşen Bangladeş örneğinden hareketle, benzeri tecrübeleri geriye doğru giderek on yıllar içerisinde, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Afrika’nın ilgili ülkeleri ile, Güneydoğu Asya’daki bazı gelişmeleri karşılaştırmalı olarak ele almak gerekiyor.

Bu noktada, toplumsal ve siyasal değişim olgusu olarak karşımıza, ne tür bir genel görüntünün çıktığına bakmak gerekiyor...

Suriye ve benzeri ülkelerde gerçekleştirildiği söylenen, sözde devrimlerin hemen başında karşımıza çıkan tablo, dağınık eli silahlı grupların kahramanvari bir edayla şehir merkezlerinde gelişigüzel dolaşmaları, onların etrafını saran düzensiz, istikrarsız çocuklar ve yaşlılar dahil toplumun farklı kesimlerinin bir karmaşa ve kaos atmosferini şenlendirme yönündeki eğilimleri oluyor.

Bu görüntüler, geniş kitleler nezdinde gelişmelerden bir tür habersizlik ve bilgisizlik olgusunu gayet açık bir şekilde ortaya koyarken, sanki sıfırdan yeni bir güne başlanmışcasına bir heyecanın ortaya konulmasına yol açıyor.

Bu noktada, bu tür görüntülerin sadece küresel medyaya malzeme olmaktan öte bir anlamı olduğunu düşüncek güç. 

Kendine devrim

Yukarıda, Fransa bağlantısına ve Fransız Devrimi olgusuna değinmiştim...

Müslüman toplumlarda ortaya konulan ve/ya konulmak istenen devrim özlemlerinin, gizli/açık kendini Batı Avrupa toplumlarında, 18. ve 19. yüzyıllarda yaşanan değişimlere, devrimlere yönelik özlemi içinde barındırdığını ileri sürmek için elimizde gayet önemli veriler var.

Bu durum bile, Müslüman toplumların siyasal ve entellektüel çıkış noktalarının nasıl ‘öteki’ tarafından belirlenmiş olduğunu ve bu anlamda, kendi öz duruşlarından ne denli yoksun olduklarını göstermesi bakımından gayet manidardır.

Yaşadığımız dönemde ve/ya son yarım yüzyıllık sürece baktığımızda, ortaya konulmak istenen, bir takım değişim yönelimlerine dair çıkışları, “iç devrimsel nitelikler” olarak tanımlamak mümkün.

Tunus’dan Mısır’a, Suriye’den İran’a, Pakistan’dan Endonezya’ya kadar tanık olunan süreçlerde bir devrimcilik ruhunun varlığı, bizatihi ‘kendilerine yönelik’ yani, bizatihi bu toplumların kendi siyasal gerçekliklerinin ürettiği ideolojik yapılara, siyasi hareketlere, partilere ve hükümetlere karşı gerçekleştirilen devrimler olarak tezahür etmiştir.

Ancak bu gelişmelerin, adı geçen ve benzeri ülkelerde toplumsal ve siyasal istikrar getirmek yerine, başka bir tür toplumsal ve siyasal istikrarsızlıklara yol açması, ortada kayda değer bir hatanın olduğuna işaret ediyor.

Son olarak Suriye örneğinin gösterdiği gibi, bu tür sözde devrim içerikli gelişmeler, Müslüman toplumlarda sosyal, siyasal ve dini bilincin belirsizliği, istikrarsızlığı ve de ne denli kaygan olduğunu gözler önüne seriyor.

Sorun tespiti

Elbette, bugün yaşanmakta olan sorunun kökeninde/temelinde, Batı Avrupa sömürgeci güçlerle hesaplaşma bulunmuyor...

Bunun açık ve seçik olarak görülmesi gerekiyor.

Uzun tarihsel süreçlerin birbirine eklemlenebilirliğini dikkate alarak, böylesine bir siyasal gerçekliği yani, Batı’ya tepkiciliği yadsımamakla birlikte, böylesi bir tepkiciliğe saplanıp kalmanın bugüne kadar etkisini nasıl ortaya koyduğunu doğru değerlendirmek gerekiyor.

Suriye’de yaşanan son gelişme bunun tastamam kanıtı hükmündedir...

Müslüman toplumların, önceki dönemler bir yana, 18. ve 19. yüzyıllarda kendi içlerindeki değişmeye yönelik gizli/açık devinimsizlikleri ile var olan siyasal ve toplumsal yapıyı yeniden düzenleme konusundaki isteksizlikleri, bu yönde atılmak istenen kimi edimlerin, daha doğmadan ölüme mahkum edilmişlik hali, hiç kuşku yok ki, bu toplumların kendi iç atıllaştırılmasının bir göstergesidir.

Müslüman toplumların 20. yüzyılın başlarından itibaren, tedrici olarak başlayan ve Batılı sömürgeci devletlerden kurtulmanın adı olan ‘bağımsızlık’ mücadelelerinin ne kadar suni olduğunun yeni bir göstergesidir bu yaşananlar.

https://guneydoguasyacalismalari.com/suriyede-rejim-degisimi-bize-ne-soyluyor-what-does-regime-change-in-syria-tell-us/

12 Aralık 2024 Perşembe

Güney Kore siyasetinde karışıklık / Confusion in South Korean politics

Mehmet Özay                                                                                                                            12.12.2024

Güney Kore’de siyasal beklentilerde belirsizlik sürüyor...

Başkan Yoon Suk-yeol’un bugün canlı olarak yayınlanan başkanlık konuşması, ülkede siyasal krizin devam ettiği anlamına gelen bir içeriğe sahip.

Bunun yanı sıra, başkanın bugünkü cesurca çıkışı, iktidar partisi içerisinde, “Sun-yeol’le devam mı ediliyor?” sorusunun sorulmasına neden oluyor.

Bugün, Başkan tarafından bu gelişme yaşanırken, muhalefet önümüzdeki Cumartesi günü yapılacak yeni bir güvenoyuna hazırlanıyor.

Öte yandan, iktidardaki ve başkan Suk-yeol’un da mensubu olduğu Halk Gücü Partisi (People Power Party-PPP) genel sekreteri Han Dong-hoon’un, bir grup partiliyle yaptığı toplantıda, Suk-yeol’un görevinden alınmasının tek yolunun güvenoyu yoklamasında muhalefete destek olduğunu söylemesi iktidar partisinde de kafaların karışık olduğuna işaret ediyor.

Başkan Suk-yeol, sıkıyönetim ilânındaki rolünden ötürü içişleri bakanı ve sıkıyönetimden sorumlu ordu generalinin yurt dışı yasağı konulması, ülke siyasetinde önemli kopuşlara gebe olduğunu akla getiriyor.

Yeni bir sıkıyönetim mi?

Başkan Suk-yeol, görevini bırakmak bir yana, siyasi rakiplerine ve de özellikle, muhalefete meydan okuyarak, 3 Aralık’taki sıkıyönetim kararını desteklediğini ilân ederken, aynı zamanda muhalefeti ülkede siyasal kriz çıkarmakla suçlaması, “yeni bir sıkıyönetim kararı yolda mı?” sorularını akla getiriyor.

Bu noktada, geçen hafta yaşananların ardından, görevden alınması veya görevinden istifa etmesi beklenen Devlet başkanı Yoon Suk-yeol’ün, hâlâ kolduğunda oturmaya devam etmesi kadar, muhalefete yönelik ‘olumsuz’ söylemlerini devam ettirmesi kafaları karıştırmaya devam ediyor.

Muhalefete ver yansın!

Başkan Suk-yeol bugün yani,12 Aralık günü yayınlanan başkanlık mesajında siyasi rakiplerini “devlet karşıtı güçler” olarak suçlamaya ve 3 Aralık günü ilân ettiği üç saatlik sıkıyönetim kararını savunmaya devam ettiğine tanık olunuyor.

Başkan Suk-yeol, 3 Aralık’taki sıkıyönetim ilânını, parlamentoda çoğunluğu oluşturan muhalefetteki Demokratik Parti’yi (Democratic Party) “kamu yönetimini işlevsiz hale getiren” ve “hukukun işlerliğini inkitaya uğratan” bir tür ‘suç örgütü’ olarak nitelemesi geçtiğimiz Cumartesi günü yaptığı açıklamayla taban tabana zıt olması, siyasi gücünü korumaya devam ettiğini ortaya koyuyor.

Suk-yeol, açıklamasının devamında, geçtiğimiz Nisan ayında yapılan parlamento seçimlerini, ‘Kuzey Kore’nin siber müdahalesi’ne konu olduğunu söyleyerek, parlamentonun siyasi varlığına gölge düşüren açıklaması yabana atılır bir gelişme değil.

Üstüne üstlük, başkan muhalefetin demokratik yollarla seçilmiş başkanı görevden alma konusunda “çılgınca kılıç dansı yapıyorlar” ifadesiyle suçlaması ve “sonuna kadar mücadeleye devam edeceğim” yolundaki açıklaması, Sun-yoel’in partisi içerisinde gücünü yeniden tesis ettiği şeklinde yorumlanmaya açık gözüküyor.

Cumartesi karar çıkar mı?

İktidar kanadında bu gelişme yaşanırken muhalefet, Cumartesi günü yeni bir güven oyu  sürecine hazırlanıyor.

Hafta başından bu yana, Güney Kore siyasetinde ortaya çıkan bu iki gelişme, ülkede kafaların epeyce karışık olduğunu ortaya koyuyor.

Yukarıda dile getirdiğim üzere, iktidar partisi içerisinde de gözlemlenen bölünmüşlük, 14 Aralık Cumartesi günü yapılacak güvenoylamasına yedi oy desteğinin kuvvetle muhtemel olduğunu ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, iki gün sonra yapılacak güvenoylamasında, muhalefetin istediği kararın çıkması halinde, sorun sona ermiş olmayacak.

Aksine, Güney Kore siyaseti yeni bir bekleme sürecine girecek. Parlamentonun olası görevden alma kararı Anayasa Mahkemesi’ne intikal ettirilecek.

Kararın onanmasının altı ayı bulan bir süreçte tamamlanacak olması Güney Kore’de siyasal tıkanıklığın devamı anlamına gelecek...

Başkan Sun-yoel’in eski bir savcı olduğu ve yasal süreçleri yakından bildiği dikkate alındığında, altı ayı bulacak onun adına sürecin, yeni bir mücadele anlamına geleceğini söylemek güç değil.

Geçtiğimiz Cumartesi günü, hakkında parlamentoda görevden alınması konusunda yapılan oturumun ardından, gözler iktidardaki ve başkanın mensup olduğu Halk Gücü Partisi’ne (People Power Party-PPP) çevrilmiş ve parti içerisinde Sun-yoel aleyhine bir karar çıkması beklentisi bulunuyordu.

Ancak, bugüne kadar kayda parti kurullarından böylesi bir kararın çıkmamış olması, parti içerisinde Sun-yoel’in halen gücü elinde tuttuğu yönünde değerlendirmeler yapılmasına neden oluyor.

Bu gelişme, bir anlamda başkan Suk-yeol’un görevinde devam edeceği konusunda güçlü bir mesaj veriyor.

Hatırlanacağı üzere 7 Aralık’ta parlamentoda yapılan güven oylaması öncesi başkan Sun-yeol, aldığı sıkıyönetim kararından dolayı özür dilemiş ve siyasi geleceğiyle ilgili kararı partisine bıraktığını ifade etmişti.

Bunun ardından, parlamentoda yapılan güven oylamasında muhalefet, 193 oyla blok olarak başkanın görevden alınması yönünde oy kullanırken, kararın kabulü için gereken 200 sayısına ulaşılamamıştı.

Bunda, iktidar partisinin oylamaya katılmaması neden olarak gösteriliyordu.

Son birkaç haftada Güney Kore’de yaşanan siyasi krizin, olağanüstü bir gelişme olmaması halinde, kısa sürede aşılması mümkün gözükmüyor.

Bu noktada kritik eşik, başkan Suk-yeol hakkında, Cumartesi günü ikinci defa yapılacak olan güvenoyu yoklaması olacak.

https://guneydoguasyacalismalari.com/guney-kore-siyasetinde-karisikli-confusion-in-south-korean-politics/