Mehmet Özay 25.12.2023
Tsunami olgusunu ‘doğa(l)’ bir gelişme kabul etmek kadar,
bu gelişmenin nelere mal olduğu ve süreçte ne türden değişimleri tetiklediği
konusunu da ciddi ve yapıcı bir şekilde ele almak gerekiyor.
Bu noktada, son dönemde gelişme gösteren ‘tarih ve iklim’
ilişkisi üzerine çalışmaların hem geçmişte olan bitenleri yeniden okuma imkanı
sunduğunu hem de yirmi yıl önce tanık olduğumuz tsunaminin yeniden
anlamlandırılmasında işe yarar kriterler sağladığını söylemekte yarar var.
Söz konusu bu ‘doğa(l)’ hadisenin sadece, bölge
toplumları için değil, tsunami sonrasında baş gösteren değişim süreçlerinin bir
yerlerinde, bir şekilde yer alan kişiler için de gayet önemli anlam içerdiğine
kuşku bulunmuyor.
Doğal hadiseler ve tarih okumaları
Bu yaşanan ‘doğa(l)’ hadise bize, bu türden ansızın gelip
çatan doğal veya doğal olmayan gelişmelerin, tarihin evresini, toplumsal
yapıyı, yönetim biçimlerini, ekonomiyi, uluslararası ilişkileri vb. nasıl
değiştirebileceği ve bu bağlamda, tarihe nasıl yeniden ve farklı bir şekilde
yön verebileceğini göstermesi bakımından dikkatle ele alınmasını bir kez daha
hatırlatıyor.
Bir süredir okumakta olduğum, “The Climate of
Rebellion in The Early Modern Ottoman Empire”[1]
adlı çalışma aslında tam da, sosyal bilimlerin farklı alanlarında
araştırmalarıyla dikkat çeken çevrelerin, tarihi vakaları yeniden anlamada,
yeniden değerlendirmede ilgili dönemlerde ortaya çıkan ve uzun erimli olarak
tarihe yön verebilme potansiyelini içinde taşıyan doğal gelişmelerin önemine
vurgu yapıyor.
Uzun erimli (longue duree) tarih okumalarına içkin
ve/ya yeni bir biçimi olarak da anlaşılabilecek olan iklim/doğal değişimler ve
tarih ilişkisi temelde, biz de çokça yapılan ve halen yapılmaya devam edilen,
hikâyeci tarih anlatısına karşı geliştirilen yeni bir metodolojik fenomen
olarak önem taşıyor.
Bu ve benzeri çalışmalar, son dönemde gündeme gelmesinde
hiç kuşku yok ki, teknolojik gelişmeler ile tarihin erken yüzyıllarındaki
gelişmelerin izlerini taşıyan hassas bulguları elde edebilme yeterliliğine
sahip araç gereçlerin önemini ortaya koyuyor.
‘Tarih ve kilimatoloji’ ilişkisinin gayet önemli bir veri
olarak ortaya konduğu bu ve benzeri çalışmaların, geçmişte olan bitene dair
bilgilerin yenilenmesi, güncellenmesi ve hatta, yeni paradigmaların
oluşmasındaki önemi göz ardı edilemez.
Benzer şekilde, kilimatoloji gibi örneğin, özellikle
Kuzey Sumatra’yı etkileyen tsunami sonrasında Açe Eyaleti ve bu coğrayanın
bağlı bulunduğu ulus devlet yani, Endonezya Cumhuriyeti’nde nelerin olup
bittiği konusunu, belki 30-40 yıl sonra yazılacak tarih eserlerinde
detaylarıyla tanık olmak mümkün olacak.
Her ne kadar, bu konuda aradan geçen süre zarfında yerli
ve özellikle de, yabancı araştırmacılarca ortaya konular veriler bulunsa da,
bunların hakkıyla değerlendirilebildiğini söylemek en azından şimdilik mümkün
değil.
Yeni bir paradigmayla yüzleşme
Yukarıda dikkat çektiğim eserin başlığından da
anlaşıldığı üzere, 16. yüzyıl son dönemlerinde, diyelim ki, 1560’lardan
başlayarak, başgösteren ve yazarın ‘küçük buzul çağı’ (Little Ice Age)
adını verdiği iklim değişikliğinin, Osmanlı’da tarımsal üretim, vergi sistemi,
ordu altyapısında süreklilik ve toplumsal isyanlar gibi çeşitli kurumlar ve
olgular üzerinde tetikleyici boyutuna vurgu yapıyor.[2]
Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, yaşandığı dönemde
pek de dikkat çekmeyen, görece düşük düzeyli iklim değişikliklerinin birbiri
ardı sıra gelen yıllar boyunca tekrarının sosyal yapı, ekonomi, ordu ve yönetim
gibi köklü kurumlar üzerindeki değiştirici etkisini anlamak için gayet önemli
bir akademik çaba sarf etmek gerekiyor.
Osmanlı’yı etkilediği anlaşılan iklim değişikliğinin,
tsunaminin 20. yıldönümünün yaşandığı Açe ile ilişkilere dair bize bir veri
sağlayıp sağlamadığı da gayet önemli bir soru olarak önümüzde duruyor.
Öyle ki, bu eserde iklim değişikliği üzerinden sunulan dönemsel
veriler bize, Osmanlı Devleti’nin, -Açe Devleti’nden gelen kararlı ve
süreklilik arz eden iletişime rağmen-, Kuzey Sumatra’ya niçin ve neden insan
kaynaklarını ve maddi unsurlarını gerektiği şekilde ve sürdürülebilir bir
bağlamda aktaramadığına dair bazı önemli ipuçları sağladığına tanık olunuyor.
Bu veriler gündeme getirilirken, birilerinin niçin Banda
Açe Toplum Merkezi’nin girişinde, Osmanlı’nın Kuzey Sumatra’ya sanki onyedi
gemi göndermişcesine bir intibaın ortaya çıkmasına neden olacak şekilde, ‘kısmi
bir arşiv metninin çevirisini’ iliştirdiğine dair açıklık getirilmesi de,
tarihsel ve ahlâki bir sorumluluk olacaktır.
Elbette, yukarıda dikkat çekilen eserin yazarı Sam White,
Osmanlı-Açe ilişkilerini ele almıyor... Ancak, tahmin edilebileceği üzere,
eserde ele alınan konular Osmanlı’da idareyi, ekonomiyi, orduyu, farklı
bölgeler üzerindeki gelişmeleri ne türden etkileyebileceğine dair alt yapı ile
ilgili veriler sunuyor.
Bu konuda, tıpkı en basitinden tarih
notları/anlatılarında da izlenmesi gereken, mantıklı analiz ve mantıklı yorumlarla
olan biteni değerlendirebilmek gayet mümkün gözüküyor...
Tanıklıklar bize ne söyler?
Buradan hareketle, 2004 yılında meydana gelen deprem ve
tsunami’nin özellikle, Kuzey Sumatra’da insan ve maddi kayıplarla sınırlı
olmayan gelişmeleri tetiklediğini biliyoruz...
Ve kendi adımıza bunları, aradan geçen süre zarfında,
özellikle de, yıldönümlerinde kaleme aldığımız kısa metinlerde ortaya koymaya
çalıştık.
Samudra Denizi’nde meydana gelen depremin tetiklediği dev
dalgaların önce, Ada’nın Açe Eyaleti olmak üzere Malezya’nın Penang Adası,
Hindistan’ın güneyi, Sri Lanka sahilleri ve ardından Doğu Afrika’ya kadar
uzanan dalgaların tesiri önemli kayıplara yol açmıştı.
Yaşanan kayıpların ötesinde, böylesine devasa genişlikte
bir coğrafyayı etkisi altına alması nedeniyle tsunami olgusu, hiç kuşku yok ki,
tarihsel öneme sahip bir gelişme olarak kabul edildi.
Bununla birlikte, ‘doğa(l)’ afet olarak kabul edilen bu
gelişmeyi, çok farklı açılardan ele almak mümkün.
Ve bu anlamda, geçtiğimiz yirmi yıl içinde de ele
alındığına tsunami sonrası gelişmelerin birbirinden farklı alanlarına tanık
olduk ve hatta, kimi noktalarda, bu süreçlerin tam da odağında yer aldık... Bu
vesileyle Darni Davud Hoca’yı ve merhum Korkut Özal Bey’i saygı ve hürmetle yad
ediyorum.
Bu konuda ele aldığımız, akademik ve akademik olmayan
çalışmalarımızın yanı sıra, tsunami sürecinin bir yerinde, kaderi Açe’ye düşen
kişileri de -kurumsal bağımlılıklarının dışında ve ötesinde- kalemlerine
sarılmayı ve olan bitenleri kendi algıları, duyguları, izlenimleri, bilgileri
çerçevesinde yazmaya davet ettik.
Çünkü yaşananlar gayet önemli hadiselerdi ve herkesin, bu
tanıklıktan elde ettiği tecrübeyi öncelikle kendi şahsi tarihi olmak üzere,
ülkenin ve tüm küresel okur yazarların ilgisine sunmanın bir küresel
vatandaşlık sorumluluğu olduğuna inanıyorduk.
Bu inancımız devam ediyor...
Ve yolu bir şekilde Kuzey Sumatra’ya düşen ve sadece
Açe’yle de kalmayan örneğin Singapur, Kuala Lumpur, Medan, Jakarta ile de
bağlantılı yaşadıkları olanların bunları en doğruya yakın bir şekilde
paylaşmalarında yarar var.
Elbette, bu yazma sürecinin zorlu olduğunun da
farkındayız...
Bu noktada, sıradan vatandaş bir yana, eli kalem tutan,
okur yazar kesiminin ‘yazı ve okuma’ ile ilgili gayet önemli sorunlarının
olması, tsunami gibi bir doğa(l) afet sonrası gelişmelerin herhangi bir
boyutunda yer almış olanların zihnini, gönlünü bu yönde tetikleyeme matuf ayrı
bir sürece ihtiyaç olduğuna da şüphe yok.
Buna ister arzu ve istek deyiniz ya da isterseniz,
eleştirel tutum ve tavır adını veriniz yazma, sürecinin bireysel tarihlerin
ötesinde, ait olunan toplumsal kesimlere ve genel itibarıyla topluma yansıyacak
alanları olduğunu unutmamalıyız.
Bu vesileyle, tsunamide hayatını kaybedenlere bir kez
daha Allah’tan rahmet diliyorum.