27 Ağustos 2023 Pazar

Açe’de uluslararası bir konferans ve geçmişe bir bakış / An International Conference in Aceh and a retrospect

Mehmet Özay                                                                                                                         27.08.2023

23-24 Ağustos günlerinde, Banda Açe’de İslamic History and Heritage: Remembering the Past, Remaking the Future başlığıyla, “4. Uluslararası İslam Medeniyeti Konferası” (ICONIC) ve “9. Uluslararası Açe ve Hint Okyanusu Çalışmaları Konferansı” (ICAIOS) başlıklı oluşumlar tarafından gerçekleştirilen konferansla ilgili bazı düşünceleri paylaşmam iki açıdan önem taşıyor.

 

İlki, kendi çalışmalarımla ilgili geldiğim noktayı göstermesi bağlamında önemli. İkincisi ise diğer araştırmacıların araştırma alanlarında nasıl bir yol almakta olduklarına dair gayet fikir açıcı olacağını düşünüyorum.

 

Bu konferans, Covid-19 sonrasında ilk defa Açe’ye geçme fırsatı oluşturduğu için kendimi şanslı addediyorum. Bu vesileyle organizasyonun farklı safhalarında yer alan, başta havalimanından itibaren etkinlik boyunca ulaşım konusunda yardımcı olan şoförümüz Khalid’den başlayarak, kıymetli akademisyenler Prof. Eka Mulyadi, Dr. Cut Dewi’yi ve Dr. Sehat ile diğer tüm akademisyen ve idari dostlara teşekkür ederim.

 

Orginazyona dair

 

Etkinlik iki farklı organizasyonun işbirliğiyle gerçekleştirildi. Bu organizasyonlar UIN Ar-Rariny bünyesinde oluşturulan, “4. Uluslararası İslam Medeniyeti Konferası” (ICONIC) ile UIN AR-Raniry, Şah Kuala Üniversitesi ve Malik-us Saleh Üniversitesi işbirliğiyle varlığını devam ettiren ve “9. Uluslararası Açe ve Hint Okyanusu Çalışmaları Konferansı” (ICAIOS).

 

ICAIOS, bugün Açe için olduğu kadar, bölge ve Hint Okyanusu konulu çalışmalar, araştırmalar ve akademik etkinlikler için önemini şu ya da bu şekilde sürdürüyor. Prof. Dr. Anthony Reid öncülüğünde 2007 yılında gerçekleştiren ilk konferanstan bu yana on beş yıl geçti. Anthony Reid, maalesef konferans sürecinde aramızda yoktu.

 

Yaşı hayli ilerlemiş olan Reid, memleketi Canberra’da yaşamını sürdürüyor. Gerek bölgede, gerekse uluslararası arenada önemli sayıda tarihçinin ve genel itibarıyla sosyal bilimcinin çalışmalarına doğrudan ve dolaylı katkılarıyla Güneydoğu Asya ve Açe tarihine ismini yazdırmış bir akademisyen. Bu vesile ile kendisine uzun ömürler diliyorum.

 

Akademik yeniden oryantasyon (re-orientation)

 

Konferansta ‘key note speakers’ olarak yer alan katılımcıların hepsi olmasa da, önemli bir bölümünün, yeni bir akademik perspektif geliştirmekte olduklarına tanık oldum.

 

Örneğin, Singapur Ulusal Üniversitesi’nden katılan Sher Banu Hoca, Malay dünyası çalışmalarına ilgili gösterdiği varsayılan tarihçilerin önemli bir bölümünce yadsınan, göz ardı edilen Samudra-Pasai’yi gündeme taşıdı.

 

Doktora çalışması dikkate alındığında hazırlığının kadın sultanlar dönemi olacağını -en azından ben- varsayıyordum. Daha doktora süreci devam ederken, 2007 yılında ilk ICAIOS konferansında kadın sultanlarla ilgili sunum yapmıştı…

 

Ancak, aradan geçen süre zarfında ilgisini, 17. yüzyıl kadın sultanlar dönemi yerine, 13. ve 14. yüzyıllarda Hint Okyanusu’nun tam da odağında yer alan bir devlet olan Samudra-Pasai’ye çevirmiş olması gayet önemli.

 

Bununla birlikte, temel bazı eksikliklerin olduğu, Banu Hoca’nın çalışmasından bağımsız olarak gündemdeki yerini koruyor.

 

O da, Hindistan, Bengal Körfezi, Güney Çin Denizi ve Çin ile siyasi ve ticari ilişkiler ağında odak bir yere sahip olan Samudra-Pasai’nin anlaşılması sadece, mezar taşları ile sınırlı bir boyutla sınırlanamaz, sınırlanmamalı. Bununla birlikte, başta Tgk. Takiyuddin olmak üzere CISHA adlı amatör oluşumun bu alandaki çabalarını anmakta yarar var.

 

Son dönemde, özellikle geliştirmeye çalıştığım ancak, bugüne kadar ne Türkiye’den ne bölgeden önemli bir yaklaşımın gündeme geldiği ‘deniz ve yüzey arkeolojisi’ çalışması bölge tarihine önemli katkılar yapacak niteliktedir. Bunun örnekleri, Güneydoğu Asya’nın farklı bölgelerindeki örneklerle ortaya konmuş durumdadır.

 

Burada bir öneri olarak ve başta Banu Hoca olmak üzere, Açe’li akademisyenler ve uluslararası çevrelerin Samudra-Pasai’den başayarak Kuzey Sumatra’da arkeoloji çalışmalarına eğilmelerinin bölge tarihine önemli açılımlar taşıyacağına kuşku bulunmamaktadır.

 

Önemli ve gayet ilginç sunumlardan biri Amirul Hadi Hoca’ya aitti. Prof. Hadi, beş yıl önce Açe’den ‘kaçtığını’ ve beş yıl sonra yeniden aynı binada bulunduğunu hatırlatırken, memnuniyet yerine, açıkçası bir acıyı diye getiriyordu! Tahmin ettiğim nedenler bulunmakla birlikte, biraz daha temkinli davranarak, sunumunu beklemem gerekti.

 

Hadi Hoca, sunumunda iki temel hususa dikkat çekti. İlki, tarih çalışmalarının ne olduğu/ne olması gerektiği konusunda teorik bir yaklaşım.

 

İkincisi ise, 19. yüzyıl ikinci yarısı boyunca ve 20. yüzyılın ilk birkaç on yılı sürecinde Açe’yi ve de uluslararası çevreleri meşgul etmiş olan Hollanda Savaşı’nı konu olan Hikayat Prang Sabil’e dair bir değerlendirmesiydi.

 

Tengku Kutakarang tarafından kaleme alınan bu eser, temelde Açelileri meşum savaş karşısında harekete geçirmeyi ve mücadelenin sürdürülmesini hedefleyen bir çalışma. Eser, içinde ayet ve hadislerle Dar’ül İslam vurgusu kadar, savaş boyunca ne tür yolsuzlukların olduğuna işaret eden eleştirel bir yaklaşım sunuyor.

 

Bu çerçevede, dönemin hocalarının kendi aralarındaki irtibatsızlıkları, birlikten yoksun durumları, savaş mücadelesi için toplanan paraların iç edilmesi, savaş sürerken hacca gitmeleri, Hollanda sömürgecileriyle işbirlikleri vb…

 

Dünya ve ahiret vurgusuna bizzat dikkat çekmeleri beklenen bir kesimin nasıl olup da, Açe topraklarını orang Belanda elinden kurtarmak yerine, kendi dünyevi heveslerinin mevki ve makamlarının peşinde gittiklerini Hadi Hoca gayet net bir şekilde paylaştı.

 

Hikayat Prang Sabil eseri üzerinden dönemin Açe’sinde toplumsal düzensizliğe (social disorder) vurgu yapan Hadi Hoca’nın, bugüne dolaylı bir vurgu yapmadığı söylenemez!

 

Detaytan bir bilgi olarak… Kendisiyle 2007’de ilk karşılaştığım akademisyenlerden olan Hadi Hoca, McGill’de Üner Hoca’nın öğrencilerinden olmuş… Ancak, o gün bugündür kendisiyle hiçbir Türk kurumununun irtibata geçmemiş olması büyük bir ayıp ve zaafiyet… Kendisini İstanbul’daki bir akademik etrinliğe davet etmiş ancak o dönem koşullarında gelememişti.

 

Uzmanlık alanı Public Policy olan Zulfan Tajuddin Hoca’nun sunumu, Filipinler ve Endonezya seçimleri ve şiddet başlığını taşıyordu. Özellikle, Filipinler’de baba Marcos dönemi ile Endonezya’da Suharto sonrası reform ve demokratikleşme süreçlerini karşılaştırmalı olarak ele alması, Güneydoğu Asya toplumlarında gayet popular olan demokrasi konusunun anlaşılmasında önem taşıyordu.

 

Tajuddin Hoca, sunumunun başında, bağımsızlık sonrası süreçlerde Endonezya’nın Filipinler’i örnek olmak gerektiği konusundaki yaklaşımı hatırlatırken, bugün gelinen noktada, Endonezya’nın Filipinler karşısında gayet önemli bir gelişme kaydettiğini verilerle ortaya koydu.

 

Öyle anlaşılıyor ki, Filipinler Amerikan’ın sömürgecilik döneminden demokrasi misarını hakkıyla edinebilmiş değil! Yerel siyaseti belirleyen temel unsurun, aile merkezli bir tür mafyatik organizasyonlar olması, ülke siyasetinin en önemli dinamiğini oluşturuyor.

 

Bu durumun, demokrasi ile bağdaşır yönü olmadığı ortada. Ancak, daha vahimi, bu durumu sona erdirecek girişimlerin ise bugüne kadar ses getriecek bir mahiyette ortaya konmamış olması. Bu sürecin bir yanında Mindanao-Moro barış süreci ve bölge seçimlerinin olması Müslüman toplumun bu mafyatik organizasyonlar ile ilişkilerinin araştırılmasını gerektiriyor.

 

Gayet alçakgönüllü bir akademisyne olan Prof. Oman Fathurrahman ise tahmin edilebiceği üzere “el yazmaları” üzerinden sunumunu gerçekleştirdi.

 

Bu alanda son eserine 2017’de yayınlayan Oman Hoca, el yazmalarının Güneydoğu Asya tarihi ve özellikle de, İslam tarihi açısından önemini vurgularken, bu alanda yapılacak daha çok işin olduğunu söylemesi hiç kuşku yok ki dikkat çekiciydi. Bu yaklaşımı süreçlerle irtibatlandıran Oman Hoca, öncelikle tıpkı basım (transkripsiyon), çeviri (translation) ve yorum (interpretation) safhalarının kaçınılmaz bir nem arz ettiğini vurgu yaptı.

 

Bu çabanın kayda değer bir şekilde ortaya konmasında, dilbilimsel çeşitliliğin zorunluluğu bizi ve yeni nesil akademisyenlerin üstesinden gelmesi gereken bir sorun olarak önümüzde duruyor. 

 

Bir diğer ilginç sunum ise genç akademisyen Reza Indria’nın Burong kavramı üzerinden geliştirdiği söylemdi. Hauntology and Heritage: Unveiling the world of Burong and the Old Malay Connections Look at Aceh beyond Mainstream başlığı, belki de bazı çevreler için yeter artık dedirten Açe siyasetindeki çatışmacı alanlar, sıradanlaşan tarihsel söylem vb. duruşlar karşısında Açe toplumunu anlamaya yönelik yeni bir antropolojik çıkış anlamı taşıyor.

 

Hauntology yani, İslam öncesi dönemden günümüze uzanan bir tarihsel süreklilikte Açe toplumunda insan ile doğa ötesi varlıklar arası ilişkiye değiniyor.

 

Para-normal süreçler olarak anılmayı hake den bu durumun aslında gündeme getirilmemekle birlikte, -tıpkı her toplumda olduğu üzere- görülmeyeni (gayb) anlama ve ona egemen olma arzusunun bir dayatması kabul edebiliriz.

 

Reza’nın bu bağlamda gündeme bir karakter ise Hatib Peureuba... Bu karakterin bir tipoloji mi olduğu yoksa gerçek bir karakterimi yansıttığı konusu şimdilik bir muamma. Reza, kendini bu karakterin kim olduğunu ortaya çıkarmaya adamış gözüküyor.

 

Bu kişi/figür, ana akım Hoca (Teungku) anlayışıyla gayet tezat içeren bu kişilik gayri-İslami eylemleriyle bir anlamda kendini ve Müslüman toplumu iğfal ediyor.

 

Kanımca burada yapılması gereken, gerçek bir kişilik aramak yerine belki de tıpkı Geofry Chaucer’ın ‘The Canterbury Tales’ başlıklı eserinin epilog kısmında geçen corrupt din adam/lar/ına benzer bir tipolojiye eğilmesi anlamlı olacaktır.

 

Mehmet Özay adının en azından, bazı çevrelerce bilindiği dikkate alınacak olursa, Açe’de konferansta herhalde Osmanlı-Açe ilişkilerine dair birşeyler ‘tekrarlamam’ bekleniyordu… Tabii öyle olmadı…

 

Yazının başında dile getirdiğim üzere bu konferansın benim açımdan önemi, ortaya yeni araştırma konuları ve bulguları koymak. Böylece, bir yandan bir akademisyen olarak kendimi ve dinleyiciler arasından en azından birkaç kişiyi bu ve benzeri alanlara dolaylı olarak teşvik etmekti.

 

Sunumum, Hacı Muhammad Said ve onun Koeli Kontrak (slave workers) konusu üzerindeki görüşleri çerçevesindeydi.

 

Bir süredir üzerinde çalıştığım Endonezya’nın en köklü iki gazetesinden biri olan Waspada’nın kurucusu Mohd. Said, hem gazetecilik hem entellektüel temelleri bağlamında ‘gerçeklik’ (Truth), ‘adalet’ (Justice), ‘halk’ (Rakyat) öncellemiş bir kişiydi. Gayet geniş perspektifte yazılar kaleme alan Mohd. Said’in koeli kontrak konusundaki yazıları ve eseri, bugün dahi güncelliğini koruyor.

 

Açe’deki konferans bana bu konudaki ön çalışmalarımı paylaşma fırsatı verdiği için gayet memnun oldum. Öte yandan, Açelileri Mohd. Said konusuna sadece sömürgecilik, adalet, hak, doğruluk ile bağlantılandırmakla kalmadım.

 

Özellikle yeni nesilin unuttuğu bir entellektüel olduğunu düşündüğüm Mohd. Said’in, Açe’ye dair çok özel bir ilgisinin olduğunu biliyoruz, öğreniyoruz.  Bunun en açık göstergesi, kaleme aldığı iki ciltlik Aceh Sepanjang Abad adlı çalışması.

 

Tüm bunları dikkate aldığımızda ortak bir paydanın oluştuğunu veya oluşmakta olduğunu söyleyebiliriz. O da, Açe’yi yeni bir paradigmatik bakış açısıyla değerlendirme ihtiyacıdır. Açe, tarihsel olarak ne bir başka siyasi gücün tekelinde ve güdümünde olmuş, ne de mitolojikleştirilecek ölçüde abartılı bir toplumsal yapıya sahiptir.

 

Açe toplumunu kendi ölçeğinde ve öneminde anlamak için yeni bakış açılarının geliştirilmesine ihtiyaç var. bu anlamda, konferansın bu hedefe dair belki de, hedeflenmemiş bir sonucun (unintended consequences) ortaya çıkmasına katkıda bulunduğunu söyleyebilirim.

 

Yakın geçmiş ve UIN Ar-Raniry

 

Bu vesileyle, UIN Ar-Raniry’nin bizim için ne anlama geldiğine kısaca değinmek istiyorum.

 

Yaklaşık yirmi yıl önce kütüphanelerini aşındırdığım, birkaç bölümünde ders verdiğim, o günkü adıyla IAIN Ar-Raniry bugün, UIN-Ar-Raniry’de olmak benim için oldukça kıvanç vericiydi.

 

O dönem, henüz Türkiye Devleti’nin icraatları arasında yer alan Yunus Emre adlı kurum teşkil etmemişken, IAIN Ar-Raniry’de rektör Prof. Yusny Saby, rektör yardımcısı Prof. Hasbi Amiruddin’in ve dönemin Jakarta büyükelçiliği yetkililerinin katkılarıyla, ‘Türk Açe Kültür Derneği’ni kurmuştuk.

 

Yine, Türkiye Devleti’nin YTB adlı kuruluşu henüz icraatlarına başlamadığı bir dönemde, bu küçük ancak önemli organizasyon vasıtasıyla Türkiye’ye yüksek lisans ve doktora öğrencileri göndermiştik. YTB’nin kurulmasının ardından bir vesile ile dönemin başkanıyla Kuala Lumpur’da görüştüğümüzde “Sen bizim yaptığımız işi yapmışsın zaten” dediğini hatırlıyorum. Tıpkı, diğer hadiselerde olduğu gibi “buna da” gülüp geçmiştim. “Good morning after supper”ın nasıl olduğunu ise ilerleyen yıllarda yaşanan hadiseyle görecektik…

 

Yukarıda dile getirdiğim ICAIOS’un kuruluş sürecinde Prof. Reid Türkiye’den bir tarihçiyi de sekiz ülke temsilcisinden oluşan uluslararası komiteye davet etmişti. Reid, bu oluşumla bir yandan ICAIOS’un akademik çalışmalarını yürütebilmesini amaçlıyor aynı zamanda da, bu akademik yapının Açe’de kırılgan (fragile) olan barış sürecine katkı yapacağını umuyordu.

 

Aslında Reid, bu yaklaşımı daha Açe’de savaşın devam ettiği yıllarda “Açe Enstitüsü” (Aceh Institute) adlı kuruluş içinde yer almasıyla göstermişti. 2000’lı yılların başlarında, dönemin önemli sosyologu merhum Prof. M. İsa Sulaiman’ın da bulunduğu ve bugün, artık üyelerinin bir bölümünün emekli olduğu ve diğer bazılarının altmışlı yaşlara yaklaştığı sosyal bilimcilerle birlikte çalışmalar sergilemişti.

 

Sadede gelecek olursak… Yukarıda zikredilen ‘Türk-Açe Kültür Derneği”nin niçin devam ettirilmediği ve kendisine ICAIOS bünyesinde yer verilen Türkiyeli tarihçinin bu yapıya, nasıl ve ne tür katkı yapıp yaptığını sorgulamak gerekiyor.[1]

 

Yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım kısa sorgulama sadece, Türkiye’nin tsunami vesilesiyle başlayan süreçte, Açe’ye göstermeye çalıştığı ilginin nereden nereye evrildiği ve ne tür bir nitelikli aşama kaydettiğini anlama bize ipuçları sonucağını umuyorum.

 

Konferansa dair detaylar

 

İslam medeniyeti, İslami eğitim, İslam Şeriatı (Hukuku), İslam dünyası vb. gibi ‘büyük’ ve ‘iddialı’ isimlerle ortaya konulmaya çalışılan başlıklar çokça yanıltıcı oluyor. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, beklentileri maksimum düzeye çıkarıyor. Ancak, detaylara indiğimizde sukut-ü hayale uğramak genel bir kader oluyor!

 

Bu çerçevede, Açe’deki konferansta tüm ‘key note speakers’ bölümlerini takip ettiğimi ve paralel oturumları takip edemediğimi söylemeliyim. Bu nedenle, ön yargılı olmamaya çalışacağım. Örneğin, paralel oturumlarda Sumatra’nın diğer eyaletlerinden ve Java’dan gelen kıymetli konuklar olduğunu çay-kahve molalarındaki sohbetlerde öğrendim.

 

Organizasyon, genel itibarıyla rutin bir şekilde ve kazasız belasız gerçekleştirildi. UIN-Ar-Raniry ağırlıklıklı hazırlık kurulunda örneğin, bölgenin önemli yüksek öğretim kurumlarından olan Şah Kuala Üniversitesi’nden isimlerin olmaması dikkat çekiyordu. Bunun yanı sıra, ‘key note speakers’ arasında yine, Şah Kuala Üniversitesi’nden bir ismin dahi olmaması gayet yadırgatıcıydı.

 

Biraz daha ileri giderek, etkinlikte geleneksel alimlerden bir tek ismin dahi düşüncesini paylaşmaması, ‘modern’ akademi adına gayet kayıp vericidir. Bu durum, tastamam kendine bir yol bulma, rota çizme azmindeki ‘İslam düşüncesinin’ kendini, daha yarı yolda istikamet kaybına mahkum etmesi anlamına geliyor.

 

Burada, kimin haklı veya haksız olduğu konusunu gündeme getirmiyorum. Yeri de değil zaten… Söylemek istediğim bir örnekle, yanı başındaki kendinden olan bir insanla, düşüncesi olan bir kişiyle oturup sohbet etmiyorsun, görüşlerini sormuyor ve paylaşmıyorsun.

 

Nihayetinde sığınılan post-modernizm, çoğulculuk vb. güncel/popular kavramlar sığınarak, olmadık çevrelerden olmadık isimleri başlığında, ‘İslam’ olan konferanslara davet edilirken, İslam şeriatı, İslam ekonomisi, İslam sanatı vb. başlıkların olduğu bu konferansta niçin bir tek Mindanaolu, bir tek Patanili, bir tek Açe’li, bir tek Javali, bir tek Sri Lanka’lı, bir tek Tamil’li geleneksel alimler çevresinden ismin davet edilmemiş olmasını anlamakta zorlanıyorum.

 

Farklı özellikleriyle dikkat çeken Açe’nin bu konuda öncü olması gerektiğini önceki yıllarda da söylüyordum, şimdi yine söylemekte ısrar ediyorum.

 

Açık toplum olgusunun, Batılı yönetim ve toplum ilkeleri ile örtüştürülmesinin öncellendiği bir noktada, bunun ötesine geçmek ve İslam hukukunu uygulayan bir İslam toplumunun nasıl bir “Açık toplum” olacağının gösterilmesi gerekiyor.

 

Çok kültürlülük, çok dinlilik, birlikte yaşam gibi formlara zamanı geldiğinde yüksek sesle dikkat çeken -modernist-reformist- Müslüman çevrelerin akademisyenleri, siyasileri, entellektüelleri kendilerinden olan diğer gruplarla ilişkilerini niçin hâlâ sağlıklı bir platforma oturtamamış olduklarını uzun uzun düşünmeleri gerekiyor…

 

Aslında, beraber düşünmemiz gerekiyor. Nihayetinde, ortada var olan sorun sadece Açe’nin sorunu değil.

 

Kimleri çağırmalı?

 

Bu vesileyle, Banda Açe’deki konferansta olduğunu söylememekle birlikte, genel itibarıyla böylesine akademik etnikliklere dair bazı hususlara değinmekte yarar var.

 

Bu tip etkinliklerin cazibe merkezi olacağı düşünülerek sadece, tanınmış akademisyenleri çağırmak yerine ön hazırlığını iyi yapmış doktora öğrencileri ile doktora sonrası çalışmalarla kendini alanda söz sahibi yapmaya gayret gösteren isimleri özenle seçerek davet etmek gerekir.

 

Bu durum, bize gayet önemli zaman, enerji, ekonomik ve entellektüel katkıya mal olan bu etkinlik hazırlıklarının nihayetinde, ilgili organizasyon ile genel olarak akademik dünyaya katkısını öncellemek gerekir. Burada sorumluluğun birinci elde akademik kurula düştüğünü söylemeliyim.

 

Bunun yanı sıra, böylesi organizasyonlara destek veren özel ve kamu kuruluşlarının eş, dost, ahbap ilişkilerinden öte, işini bilen ayrımcılık yapmayan, profesyonel etik kurallarına sıkı sıkıya bağlı ve etkinliklerin olası çıktılarının her birini öneren ve takip eden bir yapının oluşturulması gerekiyor.

İşin öte yanında… ‘Bu tür etkinlikleri kimler takip eder?’ sorusu geliyor. Dersliklerinden çıkartılmış, yoklamaları konferans salonunda alınan lisans öğrencileri mi? Elbette, olabilir. Olmalı da… Ancak bu kitlenin ne bu tür akademik konulara ilgisi var, ne de bu konularda söyleyebilecek bir sözü… Bu durumda soru sorma işi de katılımcı hocalara düşüyor. Kimisi ayıp olmasın diye sessizliğe devam ediyor, kimisi de etkinliğin akademik anlamına uygun olacak şekilde fikir alış verişine önem vererek sorular soruyor…

Bu bir genelleme tabii ki. Bu kitleyi teşvik edenin kendilerine sunulan çay-kahve, yemek ile etkinlik sonrası sertifika oluyor… Yazık… Niçin birbirimizi kandırıyoruz!… 

Ya da, Açe dönüşü önemli bir kütüphanenin düzenlediği kitap değerlendirme etkinliğinde karşılaştığım, bir iki yüksek lisans öğrencisi dışında yer alan topluluğun neredeyse tamamamının ilgili üniversite çalışanlarından oluşması da yukardakinden hiç de farklı bir sorun değil... Maalesef kahir ekseriyetiyle akademiyi, akademik çalışmayı küçülten, inciten bir tutumla karşı karşıyayız.

Uzun denilebilecek bir aradan sonra, uluslararası bir etkinlik vesilesiyle Açe’de olmak gayet anlamlıydı. Bu durum, kendi bireysel tarihim ve Açe ile ilgili çalışmalarımı yeniden değerlendirme imkanı sunduğu gibi, aynı zamanda Açe’yi kendine çalışma alanı olarak seçmiş olan akademisyenlerin yaklaşımlarına da tanık olma fırsatı sağladı.

Bu vesileyle, bir kez daha organizasyonu gerçekleştiren kurumlara ve bireylere teşekkür ederim.

https://guneydoguasyacalismalari.com/acede-uluslararasi-bir-konferans-ve-gecmise-bir-bakis-an-international-conference-in-aceh-and-a-retrospect/



[1] Türkiye’li tarihçinin adı sanı önemli değil. Bu durum, tıpkı diğer sözde dini yapıların Açe’deki varlığı gibi yapısal sorun arz ediyor. Kişiler üzerinde değil, normal olmayan yapısal ilişkiler üzerinde durmak ve bunları çözümlemek gerekiyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder