Mehmet Özay 09.11.2022
Metropolitan şehirleri kuşatan otobanlar, şehre yabancılaştıran unsurlardır. Şehir sakinlerinin ve de yabancılarının gündelik koşuşturmalarını kolaylaştırma adına inşa edilen, kimi zaman ucube niteliğindeki bu yapılar, bize şehri unutturma gibi gizli bir işlevi de içinde barındırırlar.
Bununla birlikte, bu yapının insanı zorlayan yönüne rağmen, şehirde
aranması ve de bulunması gereken anlama ulaştırabilecek, en azından böylesi bir
anlama ulaşma umudunu -bulmayı amaçlayanlar için- taşıtabilecek bir boyutu da
bulunuyor...
Otoban ve anlam kaybı
Şehri bir ucundan diğerine kesen, hız algımızı bir anda zirveye çıkartan,
ulaşım zamanımızı en ekonomik şekilde değerlendirdiğimiz izlenimi kazandıran
otobanların neler kaybettirdikleri üzerinde durmaya değer. Örneğin insana
kazandırdığı varsayılan gelişmişlik düşüncesi, onu neredeyse karşılığı olmayan
bir üstünlük düşüncesine taşır.
Bu üstünlüğü, otobanı kullanma imtiyazına sahip ol/a/mayanlara karşı
sergilediği gibi, otoban’ın teğet geçtiği, dokunmadığı, sergilenen hızdan ötürü
sesini, rengini, kokusunu alamadığı doğa birer kayıp olarak haneye yazılır.
Öyle ki, otobanda yol alma eylemi, zaman zaman şehre tepeden bakma
küstahlığını da beraberinde getirir. Şehre dokunmayan bu duruş ve bakış insanı
şehre yabancılaştırmakla kalmaz, diğer öteki yanı başındaki kişi/birey
ilişkisini de yok ederken, temelde kendisine de yabancılaşmayı gündeme getirir.
Süreklilikte kopuş
Bu durum, otobanlarda seyahat eden bireyleri, başlangıç ve bitiş gibi iki
uç nokta arasında tecrübe edilen bir tür kopukluğu bir varoluş problemine
dönüştürür. Yaşamakta olduğum şehir, yukarıda dile getirilen şehir, otoban ve
yabancılaşma olgusundan azade değil.
Gerçi Batı’daki şehirlerden farklı olarak tropiklerin sere serpe etrafta
oluşturduğu doğal tasarımlar otoban gerçekliğiyle hâlâ yarışacak boyutta. Bunu
Kuala Lumpur’a bahşedilmiş bir imtiyaz olarak kabul etmek te mümkün. Sadece
Kuala Lumpur’a değil uzak yakın coğrafyalardaki şehirlerin belki tümü için
ifade etmek gerekir.
Yukarıdaki düşüncelerin kelimeler haline dönüşmesine yardımcı olan gelişme,
şehirde böylesine bir yol alışın ardından varacağım yere Segamut’a ulaştığımda
karşılaştığım manzaranın çarpılıcılığı olsa gerek.
Yan-yol kurtuluşu
Şehrin güneyinden kuzeyine seyreden otoban, yukarıda yazının ilk
bölümlerinde dile getirilen kurguya şu ya da bu şekilde uyarken, varılan
noktada neyle karşılaşılacağı merakı hazırlayıcı bir nitelik taşıyor. Otoban’ın
devam ettiği ancak, varacağım Segambut’a dönüş işaretiyle birlikte yan yola
kıvrılmam otobandan kurtulmam anlamına geliyordu.
Gidiş gelişli altı şeritli yolun uzamının verdiği genişlik hissi kadar bir
o kadar boşluk olgusu, bir anda kendini tek şeritli dar yolun yanı başında
biten ve canlılık hissinin yeniden oluşmasına neden olan bitkilerle
farklılaşmayı hemen haberdar ediyor.
Segambut, haritada şehrin göbeğinde gözükmekle birlikte, otobanın
iticiliğinden uzaklaştıkça insan yapımının çeşitli uzantılarına rağmen,
doğallığını gayet anlamlı bir şekilde koruyabildiği bir bağlamı da ortaya
koyuyor.
İnsana ve anlama doğru
Otobandan ayıran tek şeritli yan yolun Segambut’un merkezine bağlanmasıyla
birlikte, insan dokusunun sakinliğini ele veren tek ve/ya iki katlı bahçeli
evler; bazı evlerin lokantaya, kafeye dönüştürülmüş bahçe katı girişleri;
yeşilin envai türde tonunu sergileyen doğanın farklı salınımları insan-doğa
ilişkisinin anlamlı bir eklemlenişine işaret ediyor.
Gözümün önünde ister istemez Sumatra’nın kasabaları canlanıyor... İnsana
dinamizm katan, abartmayacak şekilde günün her anının birbirine evrilerek
geliştirdiği bir dinamizm.
Bu durum, ana caddeden ara sokaklara sapıldığında çok daha
belirginleşirken, insan kendini ister istemez bu söz konusu sakinliği rahatsız
etmeyecek bir hıza ve ses düzeyine inme zorunluluğunda hissediyor.
Aslında ortaya çıkan bir davet... Hızın ve sesin yoğunluğuna maruz kalmanın
verdiği uyuşturucu etkisinden dinginliğe, sakinliğe evrilmeye bir davet...
Ara sokakların kıvrımlı ve eğimli yapısı birbiri ardına açılan süprizlere
gebe.
İşte, az ilerde eğimli yoldan tırmanıp tepeye vardığımda sabahın erken
saatlerinde güneşin tüm ışıltısıyla kendini ortaya koyduğu saatte kapısının
önünde dinlenen Çinli bir amca, güneşe dönüp sadece ışığı ve ısısını değil,
aynı zamanda saldığına inanılan manevi enerjisini bedenine çeken Çinli yaşlı
bir teyze; belediyenin çalışanı olarak elindeki süpürgeyi yormayacak şekilde
sokak temizliği yapan bir Tamil bayan; henüz dükkânlarına müşteri kabul etmeyi
beklerken evlerinin verandasında sohbete dalmış kadınlı erkekli aile fertleri;
atölyesinde günün ilk zaanatkâr dokuşununa hazırlanan seramik ustası...
Günün erken saatinde başlayan otoban serüveninin getirdiği nokta, gayet
anlamlı bir mekân ve bu mekânın sahibi bir bilge duruşuna sahip Cheah Yeow Seng...
Salonun neredeyse her bir yanını sarmış yarısı bitmiş, yarısı bitirilmeyi
bekleyen kil malzemeden ortaya koyduğu çeşitli eserlerinin ortasında bir
zanaatkâr. Dinamik ve dinç bedeni, bir seramik ustasından beklenecek bir
yapıda...
El sanatından aldığı ve ürettiği bilgeliği, belki de çokça hikâyelerde
karşımıza çıkan çene altından uzamış ak sakalı ile dingin duruşunda
sembolleşiyor. Yormayan konuşması, değer verdiği izlenimi uyandıran bakışı, dinlemeye
vakit ayıran tutumu, izahı ve açıklamayı önemseyen yaklaşımı işinin ehli
olmakla kalmayan, aynı zamanda insani yönünün de gayet güçlü olduğunu ortaya
koyuyor Cheah Yeow Seng’in...
Şehrin aslında görünen yönünde hakimiyet kurduğu izlenimi veren devasa
yapıların ve bunlara dahil otobanların anlamlılık özelliklerinin sorgulanmaya
açıktır. Salt araçsal niteliklere sahipler denilerek geçiştirilemeyecek olguya
tekabül eden bu yapıların sınırlılıklarının ötesinde biranlama evrildikleri
kendini açıkça ortaya koyuyor.
Bunun dışında ve ötesinde şehre hakiki anlamını katan ve/ya katması beklenen,
insan ve doğa unsurlarının birleşik varlığının yeniden keşfi ve bunların
öncellenmesi hiç kuşku yok ki, şehir varlığı için kaçınılmaz bir önem arz
ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder