Mehmet Özay 26.06.2021
Ülkeyi veya bir kurumu zarara uğratmak kavramı zaman zaman basında dikkat çekilen, doğrudan ve dolaylı olarak yolsuzluklarla ilintili olarak gündeme getirilen ve bu anlamda özcü bir şekilde ekonomi alanıyla bağlantılı bir hususla ilgilidir.
Bir
kurumu zarara uğratmak kavramının gündeme getirilmesi, ortada büyükçe bir
meblağın konu edilmesini gerektirmektedir.
Bu
noktada, ekonomik üretim süreçlerinin birbiriyle bağlantılı pek çok süreci
içinde barındırması; kapsamlı ve komplike bir kurumsallaşmayı gerektirmesi; bir
kurumsal yapıyı var edecek, geliştirecek ve sürdürülebilir kılacak bir
sermayenin ortaya konması hiç kuşku yok ki, bu süreçlerin herhangi birinde
özellikle de, karar merciindeki kişilerin sorumluluklarını o ölçüde
artırmaktadır.
Bu
sorumluluk sahipliği, ehil olmayı, profesyonelliği, etiği, adaleti ile hem
maddi bilgi hem manevi boyutu ve hazırlığı ile kendini ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte, ülkeyi veya bir kurumu zarar uğratmak söyleminde etik, adalet
kavramları yerine çokça vurgu yapılan maddi boyut, sermaye, kazanç gibi ekonomi
argümanlar gündeme gelmektedir.
Sosyolojinin
özellikle, ekonomi sosyolojisinin bir ölçüde belki de sanayi sosyolojisinin
çalışma alanlarından biri olduğu anlaşılan bu komplike ekonomik organizasyon
bütünü içerisinde maddi yapılaşma bir yana, kendilerine görev verilen her
katmandan yetkili, bu alanın kendinden doğan sorumluluk özelliklerini taşıma
ehliyetinde olduğu varsayılmaktadır.
Önceliğin
ve belki de, sadece zarara uğratmak kavramının gündeme getirildiği alanın ekonomi
kurumu veya kurumları ile ilgili olmasının anlaşılabilir rasyonel ve somut
göstergeleri bulunmaktadır. Bunun başında da, maddi değer yani, mali bir değere
tekabül etmesidir.
Bir kurumun
finansal ilişkiler bağlamında girdileri ile çıktılarını dengeleme klâsik
ekonomi teorilerinde ve/ya bunun içkin olduğu temel muhasebe bilgilerinde kayıt
tutma ve özellikle de klâsik ekonomi kitaplarında vurgulanan çifte defter tutulması
olgusu, hem Batı kapitalizminin gelişim evrelerinde hem de Doğu’da örneğin
Osmanlı Devleti’nde karşımıza çıkan olgulardır. Bu noktada, örneğin Anthony
Giddens, Max Weber’in Protestan Ahlâkı ve Kapitalim Ruhu adlı eserinin
girişinde, “double entry” kavramına
yer vermektedir. (Bkz.: s. xvii, xxxii). Böylesi
bir uygulamadan kasıt, ilgili kurumsal yapıların ve nihayetinde genel bütçenin
açık verip vermediğidir. Verilen açıklar noktasında da kimin ne şekilde sorumlu
olduğunun ortaya çıkartılmasıdır.
Ancak
toplumsal kurumlar noktasında adına ekonomik veya maddi denilsin veya denilmesin,
uğranılan kayıpların salt ekonomik üretim süreçleri ile bağlantılı olmadığı da
bir o kadar gerçektir. Belki de, ekonomi sahasında karşılaşılan ve
ülkeyi/kurumu zarara uğratma olgusundan çok daha önemli olanı maddi olarak
çıktıları tespit edilmesinde güçlük yaşanan kurumlarda verilen zarardır.
Bu
noktada, karşılığı maddi yani mali değerlerle ölçülemeyen pek çok kurumsal
yapının örneğin ailenin, dinin, idarenin ve hatta eğitimin bu noktada, ne
türden zararlara konu olduğu incelenmeye değer sosyolojik bir konudur. Örneğin,
boşanma oranlarına bakarak aile kurumuna dair bazı görüşler ortaya konmakla birlikte,
söz konusu sayısal verilerin ötesinde bir kırılmanın, kopmanın ve toplumsal
yapının çözülmesinin gündeme getirildiğine işaret etmek gerekmektedir.
Tıpkı
bunun gibi, eğitim kurumlarında gündeme gelen -ya da hasır altı edilen- zararların
salt bir insan tekinin yaşamıyla sınırlı olmayan, bunun ötesinde bütün bir
kurumsal yapıyı, bu yapıyı teşkil eden tek tek bireyleri yani öğretim
görevlilerini, öğrencileri, idari çalışanları vb. velhasıl kurumu oluşturan tüm
sosyolojik unsurların ve tüm bunların içinde yer aldığı geleceği etkileyen
boyutları bulunmaktadır.
Bu durum,
kamu şemsiyesi altında toplumsal işlev gören eğitim kurumları kadar, adına özel
sektör denilen, belki burada Türkiye ve benzeri ülke şartlarındaki
kurumsallaşmalar dikkate alınarak ‘vakıf’ (foundation)
kurumlarındaki etkinlik, verimlilik ve bunlara paralel olarak kayıplar hakkıyla
üzerinde durulmayı gerektirmektedir.
Adındaki
klâsik ve bir anlam evrenine gönderme yapan ‘vakıf’ kelimesine rağmen, içeriği
dini veya seküler olsun, eğitim kurumlarının işlerliği, verimliliği, ortaya
çıkan maddi ve maddi olmayan zararlarının tespiti, olası her türlü manipülasyona
rağmen, iki açıdan mümkün gözükmektedir.
Bunlardan
ilki, tıpkı bir ekonomi üretim süreçlerine konu olan kurumdaki maddi girdiler-çıktılar
boyutunda olmasa da, yine de ölçülebilir olguların tespit edilmesiyle gündeme
getirilebilir. Bu noktada, klâsik bir ifadeyle kurumsal hesap kitap işi kadar,
rasyonalite ve adalet ilkelerinin biraradalığına ihtiyaç bulunduğuna vurgu
yapmakta yarar var.
İkincisi
ise, belirli yetkililer marifetiyle, -ki bu noktada kurumun özellikle en tepe
isimleri dikkat çekmektedir-, görünmeyen (invisible)
niteliğiyle dikkat çekmekle birlikte, çeşitli yönetim süreçlerinin işleyişinin
söz konusu kuruma, ne türden etki ve yapılaşma sağladığına, hangi ekonomik ve
ekonomik olmayan kazanımlara veya zararlara yol açtığına vb. dair gayet net
algılar gündeme getirilebilmelidir.
Burada
görünmeyen derken, işin bir tür ekonomik anlamda ölçülemezliği ve de
dolayısıyla zorluğu ortaya konsa da, aslında belki rasyonalite kadar adalet ve
vicdan unsurlarının çok daha öne çıkarak işlev kazanacağını söylemek mümkündür.
Bu
noktada, diyelim ki, adalet ve vicdan ile buna eşlik eden rasyonalite ilkeleri
kendinde ve anlaşılabilir olgular olmakla birlikte, bir kurumdaki yetkililerin
“ortak düşünce işbirliği” ile söz konusu adalet, vicdan ve rasyonalite ilkelerinin
zıddına gelişmelerin önü alınabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder