Mehmet Özay 12.03.2021
Toplumu inceleme bilimi olarak adlandırılan sosyoloji’nin bizatihi kendisinin, bir ideolojik aygıta dönüşüp dönüşmediği konusu oldukça önemlidir.
Her ne kadar
günümüzde bu bilim alanı, tek’in sosyolojisi gibi sapmalara maruz kalsa da,
temelde en az iki kişiden mürekkep bir yapıdan başlayarak kurumsal boyuta kadar
uzanan sosyal ilişkiler ağını inceleyen bu bilim dalı olarak bilinir.
Bununla birlikte,
bu bilim dalının ideolojikleştirmenin aracı kılınması kendi doğasında olan bir
hususiyettir. Bu hususu belki bir başka çalışmada ele almak mümkün. Ancak
burada, sosyolojiyi bir bilimsel faaliyet olarak yerli yerine oturmak kadar,
ondan hareketle nasıl ideolojikleştirmenin aracı haline getirilebildiğine
değinmekte yarar var.
Belirgin toplumsallıklar
Öyle ki, adına
kurucu sosyologlar denilen Fransa, Almanya başta olmak üzere bazı Batı Avrupa
milletlerinin toplumsal gerçekliğinin ürünü olan sosyal düşünürlerin ortaya
koydukları görüşler kendilerini anlama konusunda bir çaba olarak
değerlendirildiğine kuşku yok.
Bununla birlikte,
adına sosyoloji teorileri denilen ve Batı Avrupa sosyalliğinin,
kavramsallaştırılmış ve genellemelere yönelik bu çabasının, bu ve benzeri
toplumlar dışında, ne tür bir etkisi olduğunu herhalde ideolojikleştirilmiş
yapılardan daha açık bir şekilde ortaya koyacak bir durum olamaz.
Sosyoloji’nin
teorik yapısı ile ideolojikleştirilmiş konumu arasındaki ilişki bizatihi,
sosyolojinin kendini temellendirdiği bilgi kaynaklarında ortaya koyar.
Karşılığını
Aydınlanma düşüncesinde bulan bu bilgi kaynakları, yine Batı Avrupa
toplumlarının düşünce geleneğinden beslenmekle birlikte, aynı zamanda bu
gelenekten kopuşun ve bundan kayda değer bir şekilde evrilişin de adıdır.
Bununla birlikte,
sosyolojinin ideolojikleştirilmesinde kurucu isimlerden biri olarak öne çıkan, sosyologluğundan
ziyade, haddi zatında bir ekonomist olan Karl Marx’ı anmak gerekir.
Marx, ekonomi biliminin
verilerinden istifade ile ortaya koyduğu teorik yaklaşımlarında, sırtını bir
yandan Alman idealist geleneğinin güçlü ismi Hegel’e öte yandan, burjuva
ekonomistleri olarak adlandırılan Adam Smith, David Ricardo, Adam Ferguson gibi
isimlere yaslarken, döneminin Avrupa toplumsal ilişkiler ağında belirleyecilik
rolü oynayan sanayileşmenin ürettiği ayrıştırıcılık üzerinden bir tür
ideolojikleşmeye yönelmiştir.
Teoriden aktivizme: Karl Marx
Temelde her insan
toplumunda karşımıza çıkan adalet/adaletsizlik ilişkisi üzerinden yapılandırdığı
ideolojik duruşunda tavrını iki zıt kutupdan birinden yana kullanmaktadır. Buradan
bir adaletin çıkıp çıkmayacağı ise bir başka sorundur.
Öyle ki, adına
üretim araçları dediği, üretim süreçlerinde sermaye ve bu sermayenin
edinebildiği üretimdeki araçların sahipli karşısında sermayedara hizmet eden ve
üretim araçlarını kullanma kabiliyeti ile sahip olduğu emeğini satan kitle yani,
işçinin karşılaşmasında ikincisi lehine geliştirdiği bireysel tutumu ve
yaklaşımı, onu bir anlamda diyalektik merkezli teorik çalışmasının dışına
iterek, onu bir aktiviste dönüştürmüştür.
Bu noktada, Marx’ı
bir aktivist sosyolog olarak
tanımlamak mümkündür. Ancak konumuz çerçevesinde sorun da burada başlıyor.
Marx, sosyolog
kimliğini üzerinde taşıan bir sosyal bilimci/düşünür olarak devrim düşüncesini
içinde saklamakla kalmayan, bunu dışa vuran, devrimi özleyen ve bunu pratiğe
geçirmeye çalışan bir aktivisit, bunun araçlarını yazılarıyla kitlelere ulaştırmaya
çalışan bir ideologdur.
Her ne kadar,
yaşadığı dönemde, devrimi göremese de, bu yöndeki edimleri onu günümüze kadar
ilgili kitleler nezdinde bir öncü kılarken, bu kitleler toplumsal
ilişkilerde/düşüncelerde kendilerini yapılandırmada Marx’ın teorilerini
sosyolojik bir gerçeklik olarak anlamak ve anlamlandırmak yerine, belki de daha
çok onun aktivistlik/ideologluk yanından istifade ile doğrudan pratik çözümlere
ulaşma arzusu peşindedirler.
Böyle bir ifade
kullanırken, aslında ortaya bir genellemeci bir yaklaşım sergilediğimizi de
ifade edelim. Zaten sosyolojinin yaptığı gizli/açık biraz da bu!
Sosyolog veya
genel itibarıyla sosyolojiden beslenen kişiler, bu alanın bir bilim dalı olmasının
gereği olarak algılama, anlama, analiz süreçleri ile araştırmalarını
yürütürken, bunun ötesinde sosyolojiyi
bir toplum kesiminin çıkarları uğruna kullanacak şekilde bir çaba
sergilemeleri, ideolojik yapılaşmanın kapısını aralamalarına yol açmaktadır.
İthâl ideolojiler
Batı Avrupa dışındaki
toplumlarda, böylesi bir ideolojikleştirmenin dışarıdan ithâl edilme boyutu,
sorunun daha da açmaza girmesine neden olmaktadır.
Belirli
toplumların, kendi öz toplumsal gerçekliklerine ulaşma noktasında yaşadıkları
kısırlıkları aşmanın adı, Batı Avrupa’nın ürettiği sosyolojinin teorilerine ve
yaklaşımlarına kendini hazır hale getirmektir.
Bu çerçevede,
geniş kitlelerin sosyolojinin teorik yapılaşmasını anlaması mümkün olmadığına
göre, -ya da böyle bir beklentinin ne kadar sağlıklı olup olmadığı da
tartışılabilir- alınması gereken sosyolojinin ürettiği ideolojikleştirmedir. Bu
noktada araçsallaştırılan sosyoloji, geniş kitlelerin neredeyse varlık
bilincini oluşturmasıyla gayet önemli bir ‘toplumsal işlev’ yerine
getirmektedir.
Yukarıda Marx
örneğinde görüldüğü üzere sosyolojinin sağladığı ideolojikleştirmenin, Batı
Avrupa dışındaki toplumlara ulaşmasında, sosyoloji teorilerinin bir imkân
sağladığı da ortadadır.
Bu noktada, Batı ve ötekiler tartışmalarında,
Batı Avrupa toplumsal gerçekliklerinin aynısının ve/ya benzerinin diğer
toplumlarda aranmak istenmesi gibi genel bir eğilimden söz edebiliriz.
Örneğin, Batı’da sınıf temelli
toplum algısı ve yapılaşması olduğunu ileri süren bir sosyolojik yaklaşımın
Batı Avrupa Ortaçağlarına özgü feodal toplum yapısının diğer toplumlarda da
olduğunu büyük bir cesaretle ifade edebilir. Ya da böylesi bir olgunun
varlığına inandırıcılık kazandırma adına bazı araçları gündeme taşıyarak ortaya
koyabilir.
Bu çerçevede, dışardan bir yaptırım
ve yapılaştırma olarak sömürgecilik süreçleri ile adına ulus devlet denilen ve
kendine Batı Aydınlanması içerisinde yer bulmaya ve temeller aramaya -bir
anlamda mahkum edilen- varlıklar, bizatihi böylesi bir arayışı ve yapılandırmayı
ortaya koyabilir.
Batı Avrupa’daki tarihsel değişim
süreçleri çerçevesinde gündeme gelen sosyolojik teorileştirmelerinin ortaya
koyduğu hususlar bir gerçekliğe tekabül etmektedir.
Bununla birlikte, Batı dışı toplumlarda
yaşanan değişimleri ya bizatihi dışarıdan, ya da dışarı ile bağlantılı iç
unsurların zorlamaları ile ortaya konduğuna genel olarak tanık olunmaktadır.
Bu durum, söz konusu teorilerin dayandığı
toplumsal değişme süreçlerinin gerçekleşmediği bir toplumda bunları uygulama
imkânının, ancak ideolojik bir nitelik kazandırılmış bir yapıyla ve bu anlamda
ilgili topluma uymayan yeni toplumsallıklarla ortaya çıkartılmasına yol
açmaktadır.
Oysa, sosyolojinin gayet önemli işlevi
olan, toplumlarda kurulu yapıları ve değişimleri anlama/anlamlandırma çabasının
öncellenmesi gerekirken, bunun yerini bir anlamda kolaycılıkla anılabilecek
ideolojik yapıya terk ettiği görülür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder