Mehmet Özay 15.03.2021
ABD’de yeni başkan Joe Biden yönetimi bu hafta Çin ile ilk yüz yüze görüşmeleri yapmaya hazırlanıyor.
Alaska’da 18-19
Mart günlerinde yapılacak görüşmeler, iki ülke ilişkilerinde yeni bir sayfanın
açılması anlamı taşıdığı söylenebilirse de, aslında bir önceki dönemden miras
kalan sorunların devamlılığı söz konusu olduğu ortada.
Bu noktada, Doğu
Türkistan’da Uygurlara yönelik baskılar, Hong Kong özerk yönetimini ihlal
anlamı taşıyan yeni yasalar, Tayvan’ın konumu ve Güney Çin Denizi’nde
teritoryal haklar meselesi gündemin ilk sırasında yer alıyor.
Söz konusu bu
hususlar, artık Çin’in iddia ettiğinin aksine ulusal bir sorun olmakla sınırlı
değil. Aksine, Asya-Pasifik bölgesinin ve hatta bundan da öte küresel barış ve
ekonomik ilişkiler açısından da gayet önemli hususlar olmaya evrilmiş durumda.
Singapur görüşmeleri öncesi Alaska süreci
ABD adına
görüşmelere dışişleri bakanı Antony Blinken ve ulusal güvenlik danışmanı Jake
Sullivan’ın Çin’li yetkililerle yapacakları toplantı, iki ülke ilişkilerinin bu
dönemde nasıl bir yönelim alacağının da ifadesi olarak.
Bu noktada Alaska
görüşmelerinin Mayıs ayında Singapur’da yapılması beklenen Biden-Şinping
zirvesi öncesinde bir hazırlık olarak da değerlendirmek mümkün.
Sabık başkan
Donald Trump döneminde ticaret savaşları akıllarda epeyce yer ettiğinde, Alaska
görüşmelerinin bu çerçevede geçeceği düşünülebilir. Ancak görünen o ki, ticaret
savaşlarından önce iki ülkenin gündeminde çok daha öncelikli konular bulunuyor.
Bunlar arasında,
Çin’in hem kendi ulus-devleti içerisindeki, hem de Doğu ve Güneydoğu Asya’daki teritoryal haklar ve
bunun içerdiği doğrudan ve dolaylı tehditlerle ilgili olacağını söylemek
mümkün.
Bu noktada, Çin’in
son birkaç yıldır uygulamakta olduğu Doğu Türkistan’da Uygur politikası, Hong
Kong’daki özerk yönetim değerlerine yönelik yeniden yasal yapılandırma, Tayvan
sorunu ve Güney Çin Denizi’nde teritoryal haklar ve seyir güvenliği konuları gündemin
önemli başlıkları olarak dikkat çekiyor.
Hong Kong’da şemsiye hareketi sona mı eriyor?
Pekin yönetiminin,
2019 yılında kabul ettiği Hong Kong’da ulusal güvenlik yasasının ardından, geçen
hafta yapılan yıllık Ulusal Halk Kongresi’nde, Hong Kong’da özerk yönetim ve
demokrasi süreçlerine yönelik darbe olarak nitelendirilen kararı, ABD’li
görüşmecilerin gündemleri arasında ilk sırada yer alıyor.
2014 yılında, o
dönem Ada yönetiminin doğrudan halk tarafından seçilmesi yönündeki Pekin
rejiminin verdiği sözü tutmamasıyla başlayan Şemsiye Hareketi aradan geçen
süreçte Ada’nın demokratikleşmesi çabalarında küresel bir fenomen olmuştu.
Özellikle, Hong
Kong’a özel çıkartılan ulusal güvenlik yasası çerçevesinde 2019 yılının ikinci
yarısı boyunca gündeme gelen dev gösterilere rağmen, Çin yönetimi geri adım
atmadığı gibi, şemsiye hareketinin liderlerine hapis cezası vermesiyle Ada
siyasetinde yeni bir evreye girildiğini ortaya koydu.
Bu çerçevede,
kovid-19 nedeniyle görece gerilimsiz geçen atmosferinin ardından, Hong Kong’da
seçim yasası ile yeniden gündemin hareketlendiği görülüyor.
Yeni seçim yasası,
Hong Kong’da siyasi parti adaylarının, “Pekin yönetimine sadakat” temelinde
yapılandırılıyor. Bu gelişme, Ada özerk yönetiminde çoğunluğu oluşturmasa da,
bugüne kadar önemli bir kamuoyu ve uluslararası destek alan demokrasi yanlısı
parti ve adayların artık Hong Kong parlamentosunda yer almayacağı anlamı
taşıdığını söylemek abartı olmayacaktır.
Tayvan ve ‘kırmızı çizgi’
Tayvan’ın
bağımsızlık ilânı görüşünü her fırsatta geri çeviren ve bunu “ulusal güvenliğin
kırmızı çizgisi olarak” değerlendiren Çin yönetiminin ABD ile Tayvan arasındaki
yakınlaşmanın ve özellikle geçen yıl yapılan silah satışı anlaşmasıyla yeniden
alevlenmişti.
Tayvan yönetimi
Ada’nın de facto bağımsız bir devlet
olduğuna gizli/açık gönderme yapacak şekilde adını Çin Cumhuriyeti (The Republic of China) olduğunu
vurgulaması Çin yönetiminin Ada’yı yakından takip etmesine neden oluyor.
Doğu Asya’da
suların ısınması anlamı taşıyan Tayvan sorunu nedeniyle, ana kıta Çin ile Ada
arasındaki Tayvan Boğazı’nın hem Çin hem ABD deniz ve hava kuvvetlerinin
giderek artan şekilde karşı karşıya geldiği bir nokta olmaya devam ediyor.
Öte yandan, Çin ve
Tayvan karşılıklı olarak çeşitli askeri simülasyonlarla, olası bir sıcak
çatışmada ne gibi önlemler ve stratejiler geliştirmeleri gerektiğinin de
hesabını yapmaları, bölgedeki gelişmenin yöneliminin hesap edilebilirlik
boyutunun sınırlarını da çizdiğini gösteriyor.
ABD, Asya-Pasifik
donanmasının yakından takip ettiği bölgedeki gelişmelerde geçen hafta yapılan
açıklamalar gayet önemliydi. Asya-Pasifik donanması komutanının “Çin önümüzdeki
altı yılda Tayvan’ı istila edebilir” açıklaması, artık Çin’in deniz ve hava
gücünün geldiği noktayı da gizli/açık ortaya koyuyordu.
ABD’nin Tayvan’a
yönelik desteğinde bir gerileme olmadığı yönünde ABD yönetimince yapılan
açıklamalar da hatırlandığında Doğu Çin Denizi’nin her iki ülkenin askeri
varlığının önümüzdeki dönemde de giderek artan bir şekilde karşı karşıya
geleceğinin habercisi.
Küresel barışa tehdit
Sadece
Asya-Pasifik bölgesi için değil, küresel güvenlik ve ekonomik istikrarı
açısından da önem taşıyan yukarıda dikkat çekilen konulara bir şekilde dikkat
çekilen geçen ay yapılan Biden-Şinping görüşmelerinde Şinping’in iki ülkenin
karşı karşıya gelmesinin felâket olacağı yönündeki sözü unutulmamalı.
Şinping, bu
yaklaşımı ile, ABD’yi bölgedeki gelişmelere rasyonel yaklaşması uyarısını
içinde barındırırken, bu gelişmelerin hiç kuşku yok ki, küresel egemen bir yapı
olmayı sürdürme arzusundaki ABD yönetimi tarafından göz ardı edilebilir bir
yanı bulunmuyor.
ABD’nin benzer
gelişmelerde sürekli ortaya koyduğu üzere ABD ya da Batılı değerleri öne
sürdüğü hatırlandığında ortada sadece bir maddi ve/ya teritoryal ilişkilerden
değil, dünyanın gidişatına yön veren bir dizi gelişmelerle karşı karşıya
olunduğu görülüyor.
ABD yönetiminin
masaya taşıyacağına kesin gözüyle bakılan bu konuların, aynı zamanda geçtiğimiz
dönemde Pekin yönetiminin defaatle dile getirdiği ve kendi ulusal güvenlik
konuları olarak tanımladığı hususların, ABD istiyor diye kabul edeceğini
düşünmek gayet güç.
Bu anlamda, Çin’in
Uygur konusunda ülke için; Hong Kong hususunda özerk bölge ve Tayvan gibi de facto bağımsız devlet statüsündeki
bir Ada’yı kendi eyaleti kabul etmesi düşünüldüğünde, bu üç konunun ABD-Çin
yönetimlerinin en azından, kısa vadede ortak bir karara varmalarındaki güçlüğü
de ortaya koyduğuna kuşku yok.
ABD tarafı gelişmelere hakim mi?
Öte yandan, bu
konular çiçeği burnunda Biden yönetiminin sabık devlet başkanı Donald Trump
döneminde neredeyse her kesim tarafından dibe vurgu konusuna şüphe olmayan
ABD-Çin ilişkilerinin yeniden yapılandırmasında ne tür siyasi ve ekonomik
argümanlarla yola çıkacağının da test edilmesi anlamı taşıyor.
ABD yönetiminin
kovid-19’la sınırlı olmayan, aksine tüm dünyaya ABD değerleri denilerek
verilmek istenen derse rağmen, üstü örtülü kapsamlı sorunlarla yeniden
yüzleşmek zorunda kaldığı bir ortamda Çin’le karşı karşıya gelmesi hiç kuşku
yok ki, elini ne denli zayıf kaldığını da gizli/açık ortaya koyuyor.
Bu noktada,
ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde sadece birkaç bölgenin hatırına değil,
bölgedeki diğer müttefiklerinin siyasal ve ekonomik çıkarları uğruna da masada
bulunduğunu söylemek gerekiyor.
Ancak, ‘ABD tek
başına bu yükün altından kalkabilir mi?’ sorusu da beraberinde kendini hissettiriyor. Bu noktada, ABD’nin bölgedeki
müttefikleriyle ve hatta yeni ittifaklar oluşturmak suretiyle Çin’e karşı daha
güçlü bir bölgesel bir yapılaşmaya ihtiyaç olduğunu anlaması gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder