29 Mart 2021 Pazartesi

Myanmar’da siyasi açmaz / Political stalemate in Myanmar

Mehmet Özay                                                                                                                           30.03.2021

Myanmar’da 1 Şubat’ta gerçekleşen darbeden bu yana yaşananların geldiği nokta, ülkenin geleceği noktasında giderek karamsarlığı artırıyor. Ordunun (tatmadaw) giderek yükselen şiddet içerikli yönelimi karşısında, sivil itaatsizlik hareketinin özellikle, belirli şehirlerdeki varlığını ne kadar sürdürebileceği ise merak konusu.

Bununla birlikte, bu yaşananlar karşısında, ülkede bir dönüşümün gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ve/ya bunun nasıl olabileceği soruları da giderek daha fazla gündeme geliyor.

Bu konuda, sadece merkezdeki sivil yapıların yeterli olmayacağı ortaya çıkarken, ülkenin dört bir yanındaki etnik yapıların bu süreçte nasıl rol alacağı yeni bir sürecin ortaya çıkması anlamı taşıyacaktır.

Temsiliyetsizlik

Darbenin hemen ardından göz altına alınan, Kasım ayında yapılmış olan seçimlerin galibi Ulusal Demokrasi Birliği’nin (National League for Democracy-NLD) üst düzey kadrosu özellikle, parti başkanı Suu Kyi’nin göz altı süreci, ülkenin başta Bamar etnik çoğunluğunun olduğu şehirlerde çok büyük kitlelerle olmamakla birlikte tepkinin ortaya konmasına neden oldu.

Ordu, sivil kitlelere yönelik görece tepkisizlik politikasını, ölümcül bir karşılık vermeye doğru yöneltmesi hiç kuşku yok ki, darbe sonrası dönemin giderek belirsizleşmesine de yol açıyor.

Bu noktada, ülkede darbeci generaller ile sivil politikacıları masaya oturtacak bir mekanizma bulunmuyor. Ya da Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) teşebbüsünde ortaya çıktığı üzere, böylesi bir mekanizmayı hayata geçirme çabasının -en azından şu ana kadar- sonuç vermemiş olduğu gözlemleniyor.

Bu süreçte, Batılı ülkelerin darbeci generallere yönelik yaptırımlarının, darbe sürecini sonlandırmaya yönelik herhangi bir etkisi olup olmadığı ise, bugüne kadar darbecilerin geri adım atmamasıyla kendini açıkça ortaya koyuyor.

Arakan’ın gölgesi

Darbeyle birlikte, Arakan Müslümanlarına yönelik olarak özellikle, 2012 yılı Haziran ayında itibaren gündeme gelen baskı, şiddet ve etnik soykırım yeniden hatırlanırken, aslında 2012’den itibaren önü alınamayan sürecin, bugünkü darbeci gelişmelerin dinamiğini oluşturuyor.

Aradan geçen, neredeyse on yıla varan süre zarfında, Arakan Müslümanları’nı ulusal, bölgesel ve küresel platformlarda siyasi temsiliyete sahip, bütünleştirici anlamda bir tek yapının ortaya çıkmaması ne kadar şaşırtıcı/ydı.

Böylesi bir Arakan temsili yapısının, yarı sivil-sivil yönetime kavuşan Myanmar’da merkezi yönetimle görüşmeler yapma imkânı bulunamamasına neredeyse benzer bir durum, bugün bir başka siyasal gerçeklik boyutunda karşımıza çıkıyor. Açıkçası, bugün de benzeri bir durumla karşı karşıya olunduğu gerçeği yadsınamaz.

Öyle ki, bugün de darbecilere karşı ülkenin demokgrafik olarak çoğunluğunu oluşturan Bamar’lar arasında, Suu Kyi’den başka bir siyasinin ve/ya siyasi yapının olmaması gayet ilginç bir duruma tekabül ediyor.

Yüzyıllık kaos

Myanmar’da darbe sonrasındaki gelişmeler, neredeyse bütün bir 20. yüzyıl boyunca yaşananların bir tekrarı niteliğinde.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, ülkede 1948 yılında gelen bağımsızlıkla birlikte, ordunun devletin kurucu yapısı olarak, siyasette ve siyasetin belirlediği tüm toplumsallıklarda kendini dikte ettirmesi bugün yaşananların temelini oluşturuyor.

19. yüzyıl boyunca gelişme gösteren kısmi İngiliz sömürgeciliği, 1940’lı yılların başındaki Japon işgali ve ardından gelen Pasifik Savaşı’nın doğurduğu şartlarda toplumları güvenlik ekseninde örgütleyen yapı olarak kurulu bir güç olarak ordunun varlığına kuşku olduğu söylenemez.

Bu süreçlerde, özellikle de modern döneme adım atma aşamasındaki Burma’da adına ordu denilebilecek yapının söz konusu toplumu düzlüğe çıkarmada bir araç olmasının yadsınır bir tarafı bulunmuyor.

Bununla birlikte, o dönemki adıyla Burma devletinin kuruluşuna giden süreçte yaşanan ve toplumsal gerçekliğin birbiriyle çelişmesi anlamına gelen gelişmeler, kendini daha bağımsızlığın ilânından birkaç ay önce yaşanan bir tür iç darbe ile ortaya koymuştu.

Dönemin askeri ve siyasi lideri konumundaki Ang San’ın bir saldırıya kurban gitmesi, onun liderliğinde ülkenin zengin ve köklü etnik yapılarının birlikteliğiyle ulus-devleti inşa etme çabasının da akamete uğraması anlamına geliyordu.

Etnik yapılar ve bütüncül tepki

Bu tarihi sürecin bugünle ilişkisi tam da burada ortaya çıkıyor. Yani 1 Şubat darbesi sonrasında meydanları dolduran kitlelerin darbeciler karşısında sadece niceliksel değil, niteliksel olarak da yetersizlikleri keşfedilmiş olmalı ki, ülkenin dört bir yanındaki etnik yapıların insan gücünden yardım talep ediliyor.

Burma’nın bir ulus-devlet niteliğinde bağımsız siyasi bir yapıya evrilmesi sürecinde, ilgili etnik yapıların desteğinin olmaması halinde, yeni kurulacak devletin sürdürülebilir bir siyasal ve toplumsal yapısının var olmayacağı öngörülmüş ve Panggor Konferansı ile bu süreç ortaya konulmuştu. Yeni devletin ilânından yaklaşık on yılı aşkın bir süre sonra, ordu içerisinde darbecilerin icraata başladı.

O günden itibaren ordu kurumunun kendi toplumuna bakışında değişiklik olmadığı gibi, Panglong Konferansı’na katılan ülkenin sınır boylarındaki çeşitli etnik yapılarla siyasal ve toplumsal ilişkilerin geliştirilememesi çoklu çatışma süreçlerinin gündeme gelmesine yol açtı.

Bugün, başkent Nya Pyi Taw, Yangon, Mandalay gibi Bamar toplumunun çoğunlukta olduğu şehirlerde dikkat çeken gösterilerin darbecileri geri adım attırmayacağının ortaya çıkması karşısında yardıma çağrılanlar işte bu sınır boylarındaki, on yıllarca ulusal ordu yani tatmadaw ile çatışan etnik yapılar olması gayet anlamlı.

Geçen yıl Ağustos ayında, yani Myanmar’da Kasım seçimleri öncesinde kaleme aldığımız bir yazıda, şöyle demiştik: “... ülke demokrasinin kırılgan bir nitelik arz etmesinde, sınır boylarını oluşturan bölgelerdeki çeşitli etnik yapılarla merkezi hükümet arasındaki çatışma ve anlaşmazlıklarda bugüne kadar kapsayıcı anlaşmalar yapılamamış olmasının rolü büyük...” Darbe sonrasında gündeme ve darbecileri kararlarından caydırmayı hedefleyen sivil itaatsizlik tutumunun, ordunun şiddetli tepkisine dayanabilmesi zor. İşte bu nedenle, bu inisiyatif içindekiler etnik yapıları desteğe davet ediyorlar.

Ancak bu desteğin sivil itaatsizlik boyutunda mı olacağı yoksa kendi bölgelerinde tatmadaw’la zaten de facto çatışma halinde olan yapıların farklı bir yapılanma ile merkezde rol alıp almayacaklarını önümüzdeki günlerde görebiliriz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/03/29/myanmarda-siyasi-acmaz-political-stalemate-in-myanmar/

24 Mart 2021 Çarşamba

Ziya Gökalp: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bir ‘sosyal düşünür’ / Ziya Gökalp: A social thinker from the Ottomans to the Republic

Mehmet Özay                                                                                                                            24.03.2021

Ziya Gökalp, modern Türk Cumhuriyeti’nde sosyolojinin ortaya çıkışı ve gelişimine etkisiyle dikkat çeken bir isimdir.

Mehmed Ziya adı, ortaya koyduğu çalışmaların doğasına ve niteliğine uygun olarak kendine bir soy isim olarak Gökalp’ın verilmesiyle daha çok Ziya Gökalp adıyla tanınmaktadır. Bu çerçevede, doğumumun 145. yılı vesilesiyle bu sosyal düşünürü kısaca değerlendirmekte yarar olduğunu düşünüyorum.

Sosyal düşünür dedim, çünkü yaşadığı dönemin sosyal alanına giren her konuyu ele alışıyla bir görüş ortaya koyuşuyla önem arz etmektedir. Gökalp’in bireysel tarihi bize yaşadığı dönem ve değişimleri tarihi olduğu kadar, ortaya koymaya çalıştığı sosyal bilimin niteliğini, değişimin açmazlarını da gündeme getirmektedir.

Gökalp’in hayata geldiği 1876 yılı, hiç kuşku yok ki, genelleme yapmak suretiyle ifade etmek gerekirse, önemli dönüşüm aşamalarından birine denk geliyordu.

Osmanlı siyasal ve toplumsal dönüşümünün güçlü izlerinin oluşmaya başladığı 18. yüzyıl sonu, yani 3. Selim dönemi; 19. yüzyıl ilk onyıllarında salt askeri reformla kalmayan, gizli/açık toplumsal dönüşüme de ön ayak olan 2. Mahmut dönemi; Osmanlı devlet bürokrasisinde liderlik konumunda olanların devleti düzleğe çıkarma hedefi ile Avrupa devletlerinin Osmanlı bünyesindeki Müslüman olmayan unsurlar üzerinden geliştirdikleri politikaların yansıması olan Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) ile yapısal ve kurumsal değişikliklerin ağırlığının hissedildiği yıllar ve nihayetinde bu sürecin 1876’da 1. Meşrutiyet ile şekillendirilmesi.

Gökalp’in çocukluk yıllarının Meşrutiyet’in yapılaşması yerine, 2. Abdülhamit yönetiminin giderek güçlü bir şekilde ortaya çıktığı ve Osmanlı devletinde reform çalışmalarına yeni bir biçim kazandırma dönemi olarak da adlandırılabilecek yıllara tekabül eder.

Gökalp’i bireysel tarihinin erken dönemlerinde toplum sorunlarına teşvik edeceği yönünde iki  temel hususiyetten bahsetmek mümkün. İlki askeri ‘mekteb’e gitmesi, ikincisi ise ailesinin kayda değer entellektüel yapısı ve onu linguistik alandan başlayarak teşvik etmiş olmasıdır.

Öyle ki, askeri mektebin onun üzerinde bıraktığı intibaları, -şu an itibarıyla tahmini olarak söylemek gerekirse-, devlet, bürokrasi ve ordu üçlüsünün yerine acaba toplum denilen bütünde neler olup bittiğine yönelik bir merakın ortaya çıkışıdır. Ancak kanımca, onun entellektüel gelişiminde, sosyal hadiselerle ilgilinme; bunları anlama ve yorumlamada en güçlü temel alt yapısının Arapça, Farsça eğitimleridir.

Bu noktada, dönemin öne çıkan batı dillerinden Fransızcayı öğrenmesi onun sosyal bilimler çalışmalarında yöneliminin sosyoloji merkezli gerçekleşmesinde bir rolü olduğunu söyleyebiliriz. Bu linguistik arka plân, onun kendi toplumu yani, Doğu’yu ve Batı’yı özellikle Fransa üzerinden modern toplumda gelişmekte olan düşünce yapılaşmalarına ulaşmasına el vermiştir.

Peki Gökalp Osmanlı geç döneminde yaşanan siyasi çalkantıları, ideolojik ayrışmaları nasıl anlıyor ve neyi, nasıl öneriyordu? Kolay bir soru değil elbette.

Söz konusu bu sorular ve benzerlerine bugünden bakarak cevap vermeye kalkışmak sınırlılığı kendi içinde barındıracaktır. Aradan geçen azımsanmayacak zaman diliminde Gökalp’in Türkiye akademyasında özellikle, sosyolojide kurucu bir unsur olarak dikkate alınan bir isim olarak kalmamakta, aynı zamanda siyasi ve toplumsal karşılığa denk gelen, bir anlamda ideolojik bir çevrevenin belirlenmesinde de bir fikir adamı niteliği sahiptir. Bununla birlikte, daha önceki bir yazımda Karl Marx’tan hareketle dile getirmeye çalıştığım üzere, sosyolojinini ideolojikleşme eğilimi veya zorlamaları Gökalp üzerinde de kendisini hissettirmektedir. Sosyolojiyi var olan toplumsal nedenler, sorunlar üzerinden bir anlama çabası kadar, var olan sorunlara bir cevap üretme aracı olarak kabul ettiğimizde Gökalp’in rolü gayet önemli bir şekilde ortaya çıkar.

Gerek günümüzde, sosyal bilimler alanında akademi dünyasında Gökalp’e yönelik tepkileri oluşan ideolojik çerçeveden değil, bunun dışına çıkarak anlayabilmek kendi başına bir çaba istiyor. Aslında bu çaba, sosyolojinin bize verdiği bir imkân olarak kendini ortaya koymaktadır.

Acaba Gökalp’i nasıl değerlendirmeliyiz sorusuna cevap onun Turan idealizminin savunucusu mu olduğu; Pan-Türkçü yapının takipçisi ve devam ettiricisi mi olduğu; İslam dinini toplumsal dayanışma içerisinde kayda değer bir role tekabül edecek şekilde yapılandırmasıyla şu veya bu şekilde İslamcı mı olduğu; büyük değişimlere direnen Osmanlı’da artık dönüşümün bizatihi içerden yapılmasını ve bunun da dayanağının modern Batı’nın yapılaşmasıyla gerçekleşebileceği görüşüyle Batıcı mı olduğu gibi soruları bir bütün içerisinde cevaplayabilmenin imkânıyla ortaya çıkabilir.

Bu ve benzeri sorular çerçevesinde iki temel yaklaşım sorunu ya da iki temel yaklaşımı hesaba katıp katmama sorunu var. İlki, Gökalp’in nasıl bir siyasal ve toplumsal iklimde yaşadığı ve ne tür değişim süreçlerine konu olduğuyla alâkalıdır.

İkincisi ise, bugünkü toplumsal ve siyasal yaklaşımlarımız vasıtasıyla Gökalp’i anlamlandırabilmenin mümkün olup olmadığıdır. Ya da bir başka deyişle söylemek gerekirse, günümüzün post-modern toplumu ve bunun -benimsensin veya benimsenmesin- oluşturduğu değerler ile henüz Batılı anlamda modernleşmeye bile adım atıp atmadığı tartışmalı olan Osmanlı Devleti’nin son döneminde yaşamış olan Gökalp’i değerlendirmek için uygun bir zihinsel ortam hazırlığına ihtiyaç olup olmadığıdır.

Tabii bu kısa yazıda tüm bu olguları dikkate alarak cevap vermenin mümkün olmadığı aşikârdır. Ancak, bazı hususlara değinmek suretiyle, onun siyasi ve toplumsal sorunlara çözüm olarak gündeme getirdiği yaklaşımları anlamlandırabilmek mümkündür.

Hiç kuşku yok ki, öncelikle, Gökalp’in bir Osmanlı dönemi bireyi olarak merkezden değil, çevreden çıkmış bir sosyal düşünür olduğu gerçeğidir. Bu durum, onun şu veya bu şekilde merkezin belirleyici ve hatta sınırlandırıcı dinamiklerinin dışında kalmasını sağlamıştır. Görece kısa yaşam sürecinde ilk eğitimini aldığı Diyarbakır, 1896’dan itibaren İstanbul yılları, 1909’dan itibaren devletin belki de en kozmopolit şehirlerinden olan Selanik’teki yaşamı ile İttihat ve Terakki’yle kesişen yılları, 1919-1921 Malta sürgünü ve 1923’de Yeni Cumhuriyet’in yanında yer alması bireysel tarihindeki yapılaştırıcı unsurlardır.

Bu dönemlerde Gökalp’ın düşünce yapısının şekillenmesinde bazı yapılaştırıcı unsurlar vardır. Bunlar, okumaları, düşüncesi ve hissiyatı ile oluşan bireysel eğilimleri ve edimleri; tüm bu katmanlı süreçlerde içinde yer aldığı toplumsal ve siyasal kesimlerle etkileşimleridir.

Gökalp’ın sosyal bir düşünür olarak belirmesinde, içine doğduğu Osmanlı Devleti’ni –kurumlarını- ve toplumunu gayet iyi bir şekilde analiz ettiğini ve yine bu devletin zaten kendisinden önce başlamış olan değişim/modernleşme süreçlerine yaşadığı dönemde Batı Avrupa sosyal bilimlerinde etkin olan gelişmeleri izlemesi gayet önemlidir.

Burada unutulmaması gereken husus, gerileme sürecini bitirip çöküş sürecine girmiş bir toplumun çoklu siyasal, toplumsal sorunlarına nasıl ve ne şekilde karışılık verilebileceğidir. Haddi zatında Gökalp düşüncesinde –belki döneminin öne çıkmamış ancak onunla aynı toplumsal kaderi paylaşan düşünürlerinde de gözlemlenebilecek şekilde- katmanlı, hiyerarşik ve genelden özele doğru değişen bir düşünce yapılaşmasının hakim olduğunu ileri sürebiliriz.

Bunda, salt bir sosyolojik bilgi değil, aksine bu sosyolojiye yön veren bir toplumsal ve siyasal gerçeklik faktörünün olduğudur.

Geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı Devleti ile sınırları giderek daralmış bir Osmanlı Devleti’nin ve nihayetinde adına dünya savaşı denilen mücadele ile kendini bir anda daha önce belki de hiç hesap edilmemiş bir siyasi sonuca gitmekte gören yapı arasındaki fark, Gökalp gibi bu süreçleri anlamaya çalışan düşünür için temelde istikamet olarak aynı, ancak özde değişen bir çözüm arayışına itmiştir.

Doğumunun 145. yılında Ziya Gökalp’i bir sosyal düşünür olarak değerlendirebilmenin sadece Türk akademisi için değil, o dönem sadece Osmanlı Devleti’nin fiziki sınırları içinde yer alan toplumlarla sınırlı olmayan, aynı zamanda dini-kültürel sınırları içinde yer alan toplumlarca da değerlendirilmesi gerektiğinde yarar var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/03/24/ziya-gokalp-osmanlidan-cumhuriyete-bir-sosyal-dusunur/

23 Mart 2021 Salı

Açe’de bir kayıp: Tgk. Abu Davud Zamzami vefat etti / Tgk. Abu Daud Zamzami passed away

Mehmet Özay                                                                                                                            21.03.2021

Açenin son dönemde yetiştirdiği önemli Hocalardan Teungku (Tgk.) Abu Davud Zamzami geçtiğimiz Salı günü vefat etti.

Açe Besar bölgesinde Ateuk Angguk’daki Dayah Riyadhus Salihin adlı geleneksel dini öğretim kurumunun kurucusu ve baş Hocası olan Tgk. Zamzami ilerlemiş yaşına rağmen, öğrencilerine ve geniş topluma hizmet etmeye devam ediyordu.

Yaklaşık altı yıl önce geçirdiği felcin ardından giderek sağlığına kavuşan Tgk. Zamzami, Açe Ulema Meclisi’ndeki (Majlis Pimpinan Ulama-MPU) başkan yardımcılığı görevine devam etti. Kısa bir süre sonra başkan Tgk. Muslim İbrahim’in vefatının ardından, başkan olarak atanarak vefatına kadar bu görevini sürdürdü.

Merhum Tgk. Zamzami, 20. yüzyılın ikinci yarısında neredeyse tüm Açe bölgesinde faaliyete başlayan geleneksel dini okulların kurucularının hocası olan, karizmatik lider Abuya Muda Wali al-Halidi’nin ve Tgk. Hasan Krueng Kale’nin öğrencilerindendi.

Tgk. Zamzami Hoca’yla ilk defa 2005 yılında bir tören vesilesiyle Açe Besar bölgesindeki Ulee Titi’de geleneksel okullardan birinde tanışmıştık. Güler yüzyü, heyecanlı, samimi ve hoş-sohbet kişiliği ile diğer hocalardan hemen fark ediliyordu.

İlerleyen yıllarda kendisini zaman zaman ziyaret ederek bazı konularda sohbet etme ve bilgilenme imkânı buldum.

Özellikle,  2011 yılında Baba Davud adlı çalışmamla ilgili olarak dönemin öne çıkan Hocalarıyla yaptığım görüşmeler sırasında, önemli kaynak kişilerden birisi de Tgk. Zamzam’iydi. Felç geçirdiği dönemin hemen ardında kendisini ziyaret etmiş ve yine bir başka çalışma vesilesiyle görüşlerine başvurmuştuk. Tam olarak iyileşmemesine rağmen, bizi yeniden kabul etme tevazuunu göstermişti.

Bir dönem kapanırken

1935 yılında dünyaya gelen Tgk. Zamzami Hoca’nın vefatı, açıkçası Açe’de bir dönemin kapanıp ve yeni bir dönemin başlamakta olduğuna işaret ediyor.

Daha önce vefat eden Abuya Muhyibuddin Wali, Amran Wali, Abu Panton Labu, Tgk. Muslim İbrahim, bağımsızlık öncesi dönemde dünyaya gelen ve uzun ve zorlu bir 20. yüzyıl ikinci yarısına tanıklık etmiş kıymetli hocalar arasında yer alıyor.

Tgk. Zamzami’nin vefatıyla Abuya Muda Waly’nin hayatta olan sadece tek öğrencisi yani, Abu Tumin kalmış durumda.

Topluma hizmet hakka hizmet

Adını zikrettiğim Hocalardan bazıları ulusal ve hatta bölgesel olarak tanınan, çeşitli siyasi hareketler içerisinde aktif olarak yer alan, ancak genel itibarıyla kurdukları geleneksel dini okullar ile yakın çevrelerinden başlayarak geniş toplum kesimlerine hizmeti öncellemiş insanlardır.

Tgk. Zamzami de bunlardan biriydi. Bir dönem Açe eyalet parlamentosunda vekil olarak görev yapmış, çeşitli dini-sosyal kurumlarda yetkili olarak rol almıştı.

Bu çalışmalarının ve hizmetlerinin içinde belki de en dikkat çekeni Açe Ulema Meclisi’ndeki rolüydü. Genç yaşından itibaren üyesi olduğu MPU’da başkan yardımcılığı ve vekilliği ile nihayetinde başkanlığa kadar ulaşan görev süresince Açe toplumuna hizmette bulunmuştu.

Geçmişle bugün arasında köprü

Sömürge dönemine tanıklık eden ve Tgk. Abdullah Ujong Rimba’nın MPU’nun başkanı olduğu dönemde üyeliğe başlaması ve gerek hocaları Muda Wali el-Halidi ile Hasan Krueng Kale gerekse Abdullah Ujong hocalarla ortak mesasi onu yakın geçmişle günümüz arasında köprü işlevi gören hocalar arasında kabul etmemizi gerektiriyor.

Bu anlamda, Tgk. Zamzami, başta adı geçen hocalar olmak üzere, diğerleriyle sadece mekân ve zamanı paylaşmadığını, Hollanda ve Japon sömürgecilik süreçlerini ve ardından bağımsızlık sürecindeki zorlu yılları yakından tecrübe etmiş bir önceki neslin taşıdığı değerlere de hakim olduğunu söylemek mümkün.

Bir yandan siyaset dünyası, öte yandan dini-sivil yapının içinde yer alan Tgk. Zamzami’nin, bu süreçlerde yer almasında hiç kuşku yok ki, bilgisinin yanı sıra, sahip olduğu karizmatik kişiliğin önemli bir yeri vardı.

Fetvanın noktası virgülüne kadar önemi

MPU başkan yardımcılarından kıymetli Tgk. Faisal Ali, merhum hakkında, “… Sıra fetva tartışmalarına ve ilgili fetvaların verilmesine geldiğinde önemli referanslara ulaşır ve fetvaların noktasına virgülüne kadar doğru bir şekilde yazılmasına gayret ederdi.” diyor.

Dikkat edileceği üzere, burada ve diğer bazı yazılarımızda dile getirdiğimiz “geleneksel İslami eğitim kurumları”na vurgumuz, Açe’de tarihsel ve geleneksel olarak var olan ve Takımadalar bölgesindeki benzeri yapılaşmalardan ayrılan hususiyetleri ile gayet önemli bir dini-kültür ve medeniyetin izlerine sahip ve bu anlamda toplumun yapılaşmasında önemli roller üstlenmiş kurumlar olmasıdır.

Bu eğitim kurumlarını kendi gayretleri ve halkın desteğiyle hayata geçiren hocalar da bir yandan yapısal, öte yandan da ilmi devamlılığı sağlayan kişilerdir.

Söz konusu bu hocaların Takımadalar Müslüman toplumları için büyük bir kıymet ve öneme sahip olduklarına kuşku bulunmamaktadır.

Öyle ki, gerek ulusal, gerekse uluslararası çevrelerin çeşitli vesilelerle karalamaya çalıştıkları İslamiyet ve değerlerine, eğitim kurumlarına, eserlerine ve mensuplarına yönelik haksız eleştirel tutumlar karşısında daha çok kendinde bir sorumlulukla sessiz kalmayı yeğleyen, sorulmadıkça görüş beyan etmelerine nadiren rastlanan, edebi ve hayayı örnek bir yaşam modeli olarak gündemlerine alan ve bunu öğrencilerine aktaran bir nesilden bahsediyoruz.

Öte yandan, yine aynı Müslüman toplumlarda modern dönemin sözde eğitimli kitlelerinin, giderek uzaklaştıkları ve neredeyse aramaktan bile vazgeçtikleri değerlerin aktarıcısı olan bu hocaların varlığı bir nimet olarak kabul edilmelidir. Oysa, kitlelerin ya bu hocaları salt sembolik olarak kabul edip gerçek anlamda kayda değer almaktan vazgeçtikleri veya göz ardı ettikleri bir yeni toplumsal yapının varlığına dikkat çekmek gerekiyor.

Edebi ve ahlâkı edinmenin aracının salt kitabi bir öğrenme çabasıyla olmadığını, aksine hâl ile kendini ortaya koyduğunu, bizzat adını saydığım ve kendileriyle görüşme ve tanışma fırsatı bulduğum bu ve benzeri hocalara ihtiyacın giderek ne kadar önem taşıdığını da Açe’de ve Takımadalar’da giderek daha fazla tanık oluyoruz.

Merhum Tgk. Abu Davud Zamzami’ye Allah’tan rahmet diliyorum. Mekânı Cennet olsun.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/03/21/acede-bir-kayip-tgk-abu-davud-zamzami-vefat-etti-tgk-abu-daud-zamzami-passed-away/

19 Mart 2021 Cuma

ABD Çin ilişkileri ve yeni realiteler / The US-China relations and new realities

Mehmet Özay                                                                                                                            19.03.2021

ABD ve Çin arasındaki ilişkilerin yeni dönemde seyredeceği yön merak konusu(ydu). Bu noktada, ABD’de Joe Biden’in yönetimi devr almasıyla birlikte, Çin’le ilişkilerin ne boyutta seyredeceği sorusuna verilebilecek cevaplar arasında bazı alternatifler bulunuyordu.

Bunlardan ikisi, ilişkilerin özellikle kovid-19’la mücadeleden başlayarak ikili ticari ilişkilerin yeniden düzenlenmesiyle Asya-Pasifik bölgesinde barış sürecinin istikrara kavuşturulması ihtimaliydi. Ancak, Biden yönetimi henüz iki aylık süreci doldururken, Çin’i durdurmaya yönelik bir ön alma çabasının ortaya çıkmakta olduğu görülüyor.

Bununla birlikte, ABD dışişleri bakanı Antony Blinken ve savunma bakanı Lloyd Austin’in geçtiğimiz üç gün zarfında Japonya ve Güney Kore’ye yaptığı ziyaretler ve hem ABD hem Çin tarafından yapılan açıklamalar ikili ilişkilerin ötesinde bölgesel ve hatta küresel anlamda bir kötümserliğin hakim olduğuna işaret ediyor.

Geçtiğimiz Salı günü Tokyo’da ABD ve Japon dışişleri ve savunma bakanlarının görüşmeleri sonrasında yapılan açıklamalarda hedefte Çin’in olması, ABD tarafının şahin politikalarının bir ifadesi olarak dikkat çekiyor.

Bir önceki yazımızda da dile getirdiğimiz üzere, Hong Kong, Doğu Türkistan gibi Çin’in kendi iç meselesi olarak kabul ettiği konular ile Tayvan ve Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal haklar konusu ABD yönetimince bir kez daha gündeme getirildi.

Bu konuların aslında bugüne kadar gündemde olduğuna kuşku yok. Ancak, Amerikalı ve Japon yetkililerin açıklamalarında bazı sıra dışı yaklaşımların dikkat çekmesi, Çin algısının giderek önemli ölçüde tehdit boyutuna vardığını ortaya koyuyor.

Bu gelişmenin sadece, Çin’deki hak ve özgürlükler ya da bölgedeki bir tek ülkeye yöneltilen gizli/açık tehdit değil, küresel bir sorun olduğuna dikkat çekecek ifadeler yer alıyor. Bu noktada, Çin ve uluslararası düzen’in karşı karşı getirilmesi Çin’in tehdit boyutunun geldiği aşamayı ortaya koyarken, aynı zamanda Çin’i yalnızlaştırma hedefini de içinde barındırıyor.

Bu yalnızlaştırma sürecinin Blinken-Austin ikilisinin, Asya-Pasifik bölgesine yaptıkları ziyaret öncesindeki bir ittifak oluşumu ile kendini ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Bu noktada, ABD’nin Çin’e yönelik çerçeveleme operasyonunun bir parçası olduğu anlaşılan ve Avustralya, Hindistan ve Japonya’nın içinde yer aldığı ve ‘demokrasi güçleri’ kavramını gizli/açık içinde barındıran Dörtlü İttifak adıyla anılan oluşum, Biden yönetiminin uluslararası ilişkilerde yeni bir açılımı olarak görülebilir. Bu noktada, Çin dışişleri bakanı Wang Yi’nin söz konusu bu oluşumu, “Hint-Pasifik NATO’su” olarak adlandırmasını iyi değerlendirmek gerekir.

Her ne kadar, sabık devlet başkanı Donald Trump’ın 2018 yılında ortaya konulan belge ile Hint-Pasifik kavramı üzerinden bölgesel politikaya yön verme inisiyatifi olsa da, bu dört ülke devlet ve hükümet başkanları geçen hafta sanal toplantı ile biraraya gelmiş olmaları oldukça önemli bir gelişme.

Çin’in bir yandan kendi bünyesindeki özerk bölge Hong Kong ve kendisine doğrudan bağlı olmadığı gibi de facto bağımsız ülke görünümündeki Tayvan’a yönelik değişik düzeylerdeki baskıları ve Çin’in resmi ideolojisi yani komünizmi dayatmaya yönelik politikaları karşısında ABD ve müttefiklerinin ‘demokrasi’ vurguları anlamlı ancak, bununla da sınırlı değil.

Öyle ki, birkaç ay sonra yani, 23 Temmuz’da Çin Komünist Partisi’nin kuruluşunun 100. yılı, salt bir yıldönümü anlamı taşımıyor. Aksine, 2. Dünya Savaşı veya bölgedeki adıyla Pasifik Savaşı’nın ardından ABD’nin lokomotifi olduğu kapitalist dünyanın egemen yapılaşmasına karşı, bugün en önemli tehditi Çin’in siyasi sisteminin oluşturmasından kaynaklanıyor. 

ABD Başkanı Joe Biden geçenlerde yaptığı bir açıklamada, Çin’in sadece örneğin, Güney Doğu Çin Denizi’nde teritoryal egemenliği söylem ve bazı icraatlarla ortaya koymasıyla sınırlı olmayan aksine, “ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik” olarak, ABD ve onun temsil ettiği uluslararası sisteme en önemli tehdit noktasına geldiği vurgusunu dikkate almak gerekir.

 Son birkaç haftada yaşanan gelişmeler, Biden yönetiminin geçen Kasım ayında Çin öncülüğünde oluşturulan Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP) inisiyatifi karşısında, örneğin Trump’ın rafa kaldırdığı Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nı (Trans-Pacific Partnership Agreement-TPPA) gündeme taşımak ve Çin’i yeni bir ticari ve ekonomik işbirliği bloğu ile çerçevelemek yerine, Asya-Pasifik dışına taşan ve Hindistan’ı içine alan bir dar blok yapılaşmasına konuşlandığını gösteriyor.

Bugün Çin’i askeri ve siyasi söyleminde öne çıkartan temel unsurun kaynağı, hiç kuşku yok ki, ulaştığı ekonomik kalkınma düzeyidir. Çin yönetimi Asya-Pasifik ile sınırlı olmayan, aksine kara ve deniz İpek yolları projeleriyle Avrupa ve Afrika’ya ulaşan derin ve geniş ticaret yollarındaki hakimiyetini ve bu güzergâhlardaki ülkelerle ilişkilerini askeri olarak değil, ekonomik gücüyle gerçekleştiriyor.

Bu noktada, başta alt yapı ve ekonomik kalkınma modernleşmelerinde yatırıma muhtaç ülkelerin Çin’le işbirliği Çin’i ön plâna çıkarırken, ABD’nin gerek ikili gerekse bölgesel etkinliğini geriletiyor. Her ne kadar uygulama süreci henüz ortaya konulmayı beklese de, RCEP bunun en açık kanıtlarından biri.

Yukarıda görüldüğü üzere, her ne kadar ABD, Çin’in örneğin Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik iddialarını ve icraatlarını uluslararası sistemi engellemeye yönelik bir çaba olarak değerlendirmesine rağmen, Çin’in önünü alma çabasında maalesef bölgesel kalıyor.

ABD’nin Avrupa Birliği başta olmak üzere örneğin Ortadoğu ülkeleri, Afrika Birliği vb. bölgesel yapılarla ilişkilerinde Çin’in ekonomik ve ticari yapılaşmasını değiştirebilecek bir politika izlememesi halinde Çin’in Asya-Pasifik’teki teşebbüslerine mani olabilmesi, başka olasılıklar gündeme konulmadıkça, şu an itibarıyla mümkün gözükmüyor.

Buna karşılık, Çin’de gerek geçen hafta tamamlanan komünist partisinin Ulusal Halk Kongresi toplantısında gerekse, yeni atanan savunma bakanının açıklamalarının da, bölgede siyasi istikrara teşvik edici açıklamalar olmadığı ortada.

ABD’nin yönetiminin yeni dönemde Japonya ve Güney Kore ziyaretleriyle başlattığı Asya-Pasifik açılımında hedefte Çin aldığı ortada. Yapılan açıklamaların Alaska’da yapılan olan ABD – Çin görüşmeleri öncesine gelmesi ise stratejik bir anlam taşıyor.

Çin’le masaya oturacak ABD heyetinin özellikle Dörtlü İttifak yapısının varlığına dayanarak argümanlarını Çin’e dayatması söz konusu. ABD adına dışişleri bakanı Blinken ve ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan’ın Çin adına ise dışişleri bakanı Wang Yi’nin ve üst düzey diplomat Yang Jiechi’nin katılacağı toplantının içeriği gayet açık. Çin’e dur mesajının verilirken, Çin’in yalnızlaştırılmasının önemli bir argüman olarak gündeme gelecektir.

Bu toplantı hiç kuşku yok ki, yeni dönemde ABD-Çin ilişkilerinin yönelimi kadar, bundan daha önemlisi Asya-Pasifik’ten Hint-Pasifik’e doğru evrilen bölgedeki yeni jeo-stratejinin küresel etkilerinin de tartışılması anlamına gelecektir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/03/19/abd-cin-iliskileri-ve-yeni-realiteler-the-us-china-relations-and-new-realities/

14 Mart 2021 Pazar

ABD-Çin ilişkilerinde yeni sayfa ya da Biden yönetiminin sorunlarla yüzleşmesi / A new page in the relations between the US and China or confronting the problems of Biden administration

Mehmet Özay                                                                                                                           15.03.2021

ABD’de yeni başkan Joe Biden yönetimi bu hafta Çin ile ilk yüz yüze görüşmeleri yapmaya hazırlanıyor.

Alaska’da 18-19 Mart günlerinde yapılacak görüşmeler, iki ülke ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılması anlamı taşıdığı söylenebilirse de, aslında bir önceki dönemden miras kalan sorunların devamlılığı söz konusu olduğu ortada.

Bu noktada, Doğu Türkistan’da Uygurlara yönelik baskılar, Hong Kong özerk yönetimini ihlal anlamı taşıyan yeni yasalar, Tayvan’ın konumu ve Güney Çin Denizi’nde teritoryal haklar meselesi gündemin ilk sırasında yer alıyor.

Söz konusu bu hususlar, artık Çin’in iddia ettiğinin aksine ulusal bir sorun olmakla sınırlı değil. Aksine, Asya-Pasifik bölgesinin ve hatta bundan da öte küresel barış ve ekonomik ilişkiler açısından da gayet önemli hususlar olmaya evrilmiş durumda.

Singapur görüşmeleri öncesi Alaska süreci

ABD adına görüşmelere dışişleri bakanı Antony Blinken ve ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan’ın Çin’li yetkililerle yapacakları toplantı, iki ülke ilişkilerinin bu dönemde nasıl bir yönelim alacağının da ifadesi olarak.

Bu noktada Alaska görüşmelerinin Mayıs ayında Singapur’da yapılması beklenen Biden-Şinping zirvesi öncesinde bir hazırlık olarak da değerlendirmek mümkün.

Sabık başkan Donald Trump döneminde ticaret savaşları akıllarda epeyce yer ettiğinde, Alaska görüşmelerinin bu çerçevede geçeceği düşünülebilir. Ancak görünen o ki, ticaret savaşlarından önce iki ülkenin gündeminde çok daha öncelikli konular bulunuyor.

Bunlar arasında, Çin’in hem kendi ulus-devleti içerisindeki, hem de Doğu ve  Güneydoğu Asya’daki teritoryal haklar ve bunun içerdiği doğrudan ve dolaylı tehditlerle ilgili olacağını söylemek mümkün.

Bu noktada, Çin’in son birkaç yıldır uygulamakta olduğu Doğu Türkistan’da Uygur politikası, Hong Kong’daki özerk yönetim değerlerine yönelik yeniden yasal yapılandırma, Tayvan sorunu ve Güney Çin Denizi’nde teritoryal haklar ve seyir güvenliği konuları gündemin önemli başlıkları olarak dikkat çekiyor.

Hong Kong’da şemsiye hareketi sona mı eriyor?

Pekin yönetiminin, 2019 yılında kabul ettiği Hong Kong’da ulusal güvenlik yasasının ardından, geçen hafta yapılan yıllık Ulusal Halk Kongresi’nde, Hong Kong’da özerk yönetim ve demokrasi süreçlerine yönelik darbe olarak nitelendirilen kararı, ABD’li görüşmecilerin gündemleri arasında ilk sırada yer alıyor.

2014 yılında, o dönem Ada yönetiminin doğrudan halk tarafından seçilmesi yönündeki Pekin rejiminin verdiği sözü tutmamasıyla başlayan Şemsiye Hareketi aradan geçen süreçte Ada’nın demokratikleşmesi çabalarında küresel bir fenomen olmuştu.

Özellikle, Hong Kong’a özel çıkartılan ulusal güvenlik yasası çerçevesinde 2019 yılının ikinci yarısı boyunca gündeme gelen dev gösterilere rağmen, Çin yönetimi geri adım atmadığı gibi, şemsiye hareketinin liderlerine hapis cezası vermesiyle Ada siyasetinde yeni bir evreye girildiğini ortaya koydu.

Bu çerçevede, kovid-19 nedeniyle görece gerilimsiz geçen atmosferinin ardından, Hong Kong’da seçim yasası ile yeniden gündemin hareketlendiği görülüyor.

Yeni seçim yasası, Hong Kong’da siyasi parti adaylarının, “Pekin yönetimine sadakat” temelinde yapılandırılıyor. Bu gelişme, Ada özerk yönetiminde çoğunluğu oluşturmasa da, bugüne kadar önemli bir kamuoyu ve uluslararası destek alan demokrasi yanlısı parti ve adayların artık Hong Kong parlamentosunda yer almayacağı anlamı taşıdığını söylemek abartı olmayacaktır.

Tayvan ve ‘kırmızı çizgi’

Tayvan’ın bağımsızlık ilânı görüşünü her fırsatta geri çeviren ve bunu “ulusal güvenliğin kırmızı çizgisi olarak” değerlendiren Çin yönetiminin ABD ile Tayvan arasındaki yakınlaşmanın ve özellikle geçen yıl yapılan silah satışı anlaşmasıyla yeniden alevlenmişti.

Tayvan yönetimi Ada’nın de facto bağımsız bir devlet olduğuna gizli/açık gönderme yapacak şekilde adını Çin Cumhuriyeti (The Republic of China) olduğunu vurgulaması Çin yönetiminin Ada’yı yakından takip etmesine neden oluyor.

Doğu Asya’da suların ısınması anlamı taşıyan Tayvan sorunu nedeniyle, ana kıta Çin ile Ada arasındaki Tayvan Boğazı’nın hem Çin hem ABD deniz ve hava kuvvetlerinin giderek artan şekilde karşı karşıya geldiği bir nokta olmaya devam ediyor.

Öte yandan, Çin ve Tayvan karşılıklı olarak çeşitli askeri simülasyonlarla, olası bir sıcak çatışmada ne gibi önlemler ve stratejiler geliştirmeleri gerektiğinin de hesabını yapmaları, bölgedeki gelişmenin yöneliminin hesap edilebilirlik boyutunun sınırlarını da çizdiğini gösteriyor.

ABD, Asya-Pasifik donanmasının yakından takip ettiği bölgedeki gelişmelerde geçen hafta yapılan açıklamalar gayet önemliydi. Asya-Pasifik donanması komutanının “Çin önümüzdeki altı yılda Tayvan’ı istila edebilir” açıklaması, artık Çin’in deniz ve hava gücünün geldiği noktayı da gizli/açık ortaya koyuyordu.

ABD’nin Tayvan’a yönelik desteğinde bir gerileme olmadığı yönünde ABD yönetimince yapılan açıklamalar da hatırlandığında Doğu Çin Denizi’nin her iki ülkenin askeri varlığının önümüzdeki dönemde de giderek artan bir şekilde karşı karşıya geleceğinin habercisi.

Küresel barışa tehdit

Sadece Asya-Pasifik bölgesi için değil, küresel güvenlik ve ekonomik istikrarı açısından da önem taşıyan yukarıda dikkat çekilen konulara bir şekilde dikkat çekilen geçen ay yapılan Biden-Şinping görüşmelerinde Şinping’in iki ülkenin karşı karşıya gelmesinin felâket olacağı yönündeki sözü unutulmamalı.

Şinping, bu yaklaşımı ile, ABD’yi bölgedeki gelişmelere rasyonel yaklaşması uyarısını içinde barındırırken, bu gelişmelerin hiç kuşku yok ki, küresel egemen bir yapı olmayı sürdürme arzusundaki ABD yönetimi tarafından göz ardı edilebilir bir yanı bulunmuyor.

ABD’nin benzer gelişmelerde sürekli ortaya koyduğu üzere ABD ya da Batılı değerleri öne sürdüğü hatırlandığında ortada sadece bir maddi ve/ya teritoryal ilişkilerden değil, dünyanın gidişatına yön veren bir dizi gelişmelerle karşı karşıya olunduğu görülüyor.

ABD yönetiminin masaya taşıyacağına kesin gözüyle bakılan bu konuların, aynı zamanda geçtiğimiz dönemde Pekin yönetiminin defaatle dile getirdiği ve kendi ulusal güvenlik konuları olarak tanımladığı hususların, ABD istiyor diye kabul edeceğini düşünmek gayet güç.

Bu anlamda, Çin’in Uygur konusunda ülke için; Hong Kong hususunda özerk bölge ve Tayvan gibi de facto bağımsız devlet statüsündeki bir Ada’yı kendi eyaleti kabul etmesi düşünüldüğünde, bu üç konunun ABD-Çin yönetimlerinin en azından, kısa vadede ortak bir karara varmalarındaki güçlüğü de ortaya koyduğuna kuşku yok.

ABD tarafı gelişmelere hakim mi?

Öte yandan, bu konular çiçeği burnunda Biden yönetiminin sabık devlet başkanı Donald Trump döneminde neredeyse her kesim tarafından dibe vurgu konusuna şüphe olmayan ABD-Çin ilişkilerinin yeniden yapılandırmasında ne tür siyasi ve ekonomik argümanlarla yola çıkacağının da test edilmesi anlamı taşıyor.

ABD yönetiminin kovid-19’la sınırlı olmayan, aksine tüm dünyaya ABD değerleri denilerek verilmek istenen derse rağmen, üstü örtülü kapsamlı sorunlarla yeniden yüzleşmek zorunda kaldığı bir ortamda Çin’le karşı karşıya gelmesi hiç kuşku yok ki, elini ne denli zayıf kaldığını da gizli/açık ortaya koyuyor.

Bu noktada, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde sadece birkaç bölgenin hatırına değil, bölgedeki diğer müttefiklerinin siyasal ve ekonomik çıkarları uğruna da masada bulunduğunu söylemek gerekiyor.

Ancak, ‘ABD tek başına bu yükün altından kalkabilir mi?’ sorusu da beraberinde kendini  hissettiriyor. Bu noktada, ABD’nin bölgedeki müttefikleriyle ve hatta yeni ittifaklar oluşturmak suretiyle Çin’e karşı daha güçlü bir bölgesel bir yapılaşmaya ihtiyaç olduğunu anlaması gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/03/14/abd-cin-iliskilerinde-yeni-sayfa-ya-da-biden-yonetiminin-sorunlarla-yuzlesmesi-a-new-page-in-the-relations-between-the-us-and-china-or-confronting-the-problems-of-biden-administration/

11 Mart 2021 Perşembe

Bir ideolojik aygıt olarak sosyoloji ve Karl Marx / Sociology: As an ideological tool and Karl Marx

Mehmet Özay                                                                                                                            12.03.2021

Toplumu inceleme bilimi olarak adlandırılan sosyoloji’nin bizatihi kendisinin, bir ideolojik aygıta dönüşüp dönüşmediği konusu oldukça önemlidir.

Her ne kadar günümüzde bu bilim alanı, tek’in sosyolojisi gibi sapmalara maruz kalsa da, temelde en az iki kişiden mürekkep bir yapıdan başlayarak kurumsal boyuta kadar uzanan sosyal ilişkiler ağını inceleyen bu bilim dalı olarak bilinir.

Bununla birlikte, bu bilim dalının ideolojikleştirmenin aracı kılınması kendi doğasında olan bir hususiyettir. Bu hususu belki bir başka çalışmada ele almak mümkün. Ancak burada, sosyolojiyi bir bilimsel faaliyet olarak yerli yerine oturmak kadar, ondan hareketle nasıl ideolojikleştirmenin aracı haline getirilebildiğine değinmekte yarar var.

Belirgin toplumsallıklar

Öyle ki, adına kurucu sosyologlar denilen Fransa, Almanya başta olmak üzere bazı Batı Avrupa milletlerinin toplumsal gerçekliğinin ürünü olan sosyal düşünürlerin ortaya koydukları görüşler kendilerini anlama konusunda bir çaba olarak değerlendirildiğine kuşku yok.

Bununla birlikte, adına sosyoloji teorileri denilen ve Batı Avrupa sosyalliğinin, kavramsallaştırılmış ve genellemelere yönelik bu çabasının, bu ve benzeri toplumlar dışında, ne tür bir etkisi olduğunu herhalde ideolojikleştirilmiş yapılardan daha açık bir şekilde ortaya koyacak bir durum olamaz.

Sosyoloji’nin teorik yapısı ile ideolojikleştirilmiş konumu arasındaki ilişki bizatihi, sosyolojinin kendini temellendirdiği bilgi kaynaklarında ortaya koyar.

Karşılığını Aydınlanma düşüncesinde bulan bu bilgi kaynakları, yine Batı Avrupa toplumlarının düşünce geleneğinden beslenmekle birlikte, aynı zamanda bu gelenekten kopuşun ve bundan kayda değer bir şekilde evrilişin de adıdır.

Bununla birlikte, sosyolojinin ideolojikleştirilmesinde kurucu isimlerden biri olarak öne çıkan, sosyologluğundan ziyade, haddi zatında bir ekonomist olan Karl Marx’ı anmak gerekir.

Marx, ekonomi biliminin verilerinden istifade ile ortaya koyduğu teorik yaklaşımlarında, sırtını bir yandan Alman idealist geleneğinin güçlü ismi Hegel’e öte yandan, burjuva ekonomistleri olarak adlandırılan Adam Smith, David Ricardo, Adam Ferguson gibi isimlere yaslarken, döneminin Avrupa toplumsal ilişkiler ağında belirleyecilik rolü oynayan sanayileşmenin ürettiği ayrıştırıcılık üzerinden bir tür ideolojikleşmeye yönelmiştir.

Teoriden aktivizme: Karl Marx

Temelde her insan toplumunda karşımıza çıkan adalet/adaletsizlik ilişkisi üzerinden yapılandırdığı ideolojik duruşunda tavrını iki zıt kutupdan birinden yana kullanmaktadır. Buradan bir adaletin çıkıp çıkmayacağı ise bir başka sorundur.

Öyle ki, adına üretim araçları dediği, üretim süreçlerinde sermaye ve bu sermayenin edinebildiği üretimdeki araçların sahipli karşısında sermayedara hizmet eden ve üretim araçlarını kullanma kabiliyeti ile sahip olduğu emeğini satan kitle yani, işçinin karşılaşmasında ikincisi lehine geliştirdiği bireysel tutumu ve yaklaşımı, onu bir anlamda diyalektik merkezli teorik çalışmasının dışına iterek, onu bir aktiviste dönüştürmüştür.

Bu noktada, Marx’ı bir aktivist sosyolog olarak tanımlamak mümkündür. Ancak konumuz çerçevesinde sorun da burada başlıyor.

Marx, sosyolog kimliğini üzerinde taşıan bir sosyal bilimci/düşünür olarak devrim düşüncesini içinde saklamakla kalmayan, bunu dışa vuran, devrimi özleyen ve bunu pratiğe geçirmeye çalışan bir aktivisit, bunun araçlarını yazılarıyla kitlelere ulaştırmaya çalışan bir ideologdur.

Her ne kadar, yaşadığı dönemde, devrimi göremese de, bu yöndeki edimleri onu günümüze kadar ilgili kitleler nezdinde bir öncü kılarken, bu kitleler toplumsal ilişkilerde/düşüncelerde kendilerini yapılandırmada Marx’ın teorilerini sosyolojik bir gerçeklik olarak anlamak ve anlamlandırmak yerine, belki de daha çok onun aktivistlik/ideologluk yanından istifade ile doğrudan pratik çözümlere ulaşma arzusu peşindedirler.

Böyle bir ifade kullanırken, aslında ortaya bir genellemeci bir yaklaşım sergilediğimizi de ifade edelim. Zaten sosyolojinin yaptığı gizli/açık biraz da bu!

Sosyolog veya genel itibarıyla sosyolojiden beslenen kişiler, bu alanın bir bilim dalı olmasının gereği olarak algılama, anlama, analiz süreçleri ile araştırmalarını yürütürken,  bunun ötesinde sosyolojiyi bir toplum kesiminin çıkarları uğruna kullanacak şekilde bir çaba sergilemeleri, ideolojik yapılaşmanın kapısını aralamalarına yol açmaktadır.

İthâl ideolojiler

Batı Avrupa dışındaki toplumlarda, böylesi bir ideolojikleştirmenin dışarıdan ithâl edilme boyutu, sorunun daha da açmaza girmesine neden olmaktadır.

Belirli toplumların, kendi öz toplumsal gerçekliklerine ulaşma noktasında yaşadıkları kısırlıkları aşmanın adı, Batı Avrupa’nın ürettiği sosyolojinin teorilerine ve yaklaşımlarına kendini hazır hale getirmektir.

Bu çerçevede, geniş kitlelerin sosyolojinin teorik yapılaşmasını anlaması mümkün olmadığına göre, -ya da böyle bir beklentinin ne kadar sağlıklı olup olmadığı da tartışılabilir- alınması gereken sosyolojinin ürettiği ideolojikleştirmedir. Bu noktada araçsallaştırılan sosyoloji, geniş kitlelerin neredeyse varlık bilincini oluşturmasıyla gayet önemli bir ‘toplumsal işlev’ yerine getirmektedir. 

Yukarıda Marx örneğinde görüldüğü üzere sosyolojinin sağladığı ideolojikleştirmenin, Batı Avrupa dışındaki toplumlara ulaşmasında, sosyoloji teorilerinin bir imkân sağladığı da ortadadır.

Bu noktada, Batı ve ötekiler tartışmalarında, Batı Avrupa toplumsal gerçekliklerinin aynısının ve/ya benzerinin diğer toplumlarda aranmak istenmesi gibi genel bir eğilimden söz edebiliriz.

Örneğin, Batı’da sınıf temelli toplum algısı ve yapılaşması olduğunu ileri süren bir sosyolojik yaklaşımın Batı Avrupa Ortaçağlarına özgü feodal toplum yapısının diğer toplumlarda da olduğunu büyük bir cesaretle ifade edebilir. Ya da böylesi bir olgunun varlığına inandırıcılık kazandırma adına bazı araçları gündeme taşıyarak ortaya koyabilir. 

Bu çerçevede, dışardan bir yaptırım ve yapılaştırma olarak sömürgecilik süreçleri ile adına ulus devlet denilen ve kendine Batı Aydınlanması içerisinde yer bulmaya ve temeller aramaya -bir anlamda mahkum edilen- varlıklar, bizatihi böylesi bir arayışı ve yapılandırmayı ortaya koyabilir.

Batı Avrupa’daki tarihsel değişim süreçleri çerçevesinde gündeme gelen sosyolojik teorileştirmelerinin ortaya koyduğu hususlar bir gerçekliğe tekabül etmektedir.

 

Bununla birlikte, Batı dışı toplumlarda yaşanan değişimleri ya bizatihi dışarıdan, ya da dışarı ile bağlantılı iç unsurların zorlamaları ile ortaya konduğuna genel olarak tanık olunmaktadır.

 

Bu durum, söz konusu teorilerin dayandığı toplumsal değişme süreçlerinin gerçekleşmediği bir toplumda bunları uygulama imkânının, ancak ideolojik bir nitelik kazandırılmış bir yapıyla ve bu anlamda ilgili topluma uymayan yeni toplumsallıklarla ortaya çıkartılmasına yol açmaktadır.

 

Oysa, sosyolojinin gayet önemli işlevi olan, toplumlarda kurulu yapıları ve değişimleri anlama/anlamlandırma çabasının öncellenmesi gerekirken, bunun yerini bir anlamda kolaycılıkla anılabilecek ideolojik yapıya terk ettiği görülür.

 

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/03/12/bir-ideolojik-aygit-olarak-sosyoloji-ve-karl-marx-sociology-as-an-ideological-tool-and-karl-marx/

7 Mart 2021 Pazar

Kadın olgusu ve parçalayıcı Avrupa düşüncesi bağlamı / Women phenomenon and the subversive European thought

Mehmet Özay                                                                                                                          07.03.2021

Toplumsal cinsiyet ve feminizm kavramları üzerinden hedeflenildiği anlaşılan kadına hakkını verme, kadının hakkı olduğu düşüncesi günümüzde gayet önemli bir toplumsal tartışma unsuru olarak dikkat çekmektedir.

Bu noktada, Batı Avrupa düşünce sisteminin ikili zıtlıklar oluşturma konusundaki mahareti ve bunu sosyal, siyasal ve de özellikle ekonomik bağlamlarda üretebilme zenginliği’nin bir benzerini toplumsal cinsiyet kavramı ile ortaya koymaktadır.

Böylece bu düşünce sistemi, toplumsal ayrışma ve bölünme sürecinin bizatihi, yine aynı toplumda yani, Batı toplumunda kadın ve erkek toplumsal cinsiyeti şeklinde kendini ortaya koymaktadır.  

Hiç kuşku yok ki, bu alanın salt belli bir toplum kesimine veya bir ulus-devlet bağlamına oturtulamayacağı aksine, günün getirdiği iletişim ve haberleşme araçları ile kürenin farklı bölgelerine nüfuzunu yaydığı konusu kendinde bir gerçeklik halini almıştır.

Feminizm ahlâkı

Burada açıkça söylemek gerekir ki, Batı sosyal bilimleri özellikle de, sosyolojinin kendine bir çalışma alanı olarak seçtiği toplumsal cinsiyet ve feminizm, bu küresel dalganın köklerini ve temellerini oluşturmasıyla yapılaştırıcı bir rol oynamaktadır.

Gelinen noktada, toplumsal cinsiyet kavramı bir şekilde akademik çerçevesini ve sınırlılığını korurken, feminizm ulusal ve uluslararası medya marifetiyle popülerleşmenin zirvesine taşınmaktadır.

Yukarıda dikkat çekilen zenginlikten istifade etmeye çalışan kesimler arasında, bir kitle olarak kendini ‘yüksek eğitimli, şehirli, küreselleşmiş’ ya da kısaca ‘modern’ olarak tanımlama eğimilindeki Müslüman kadınları ve/ya bu kitle içerisinde yer alan bir bölümü görmek mümkündür.

Kendilerini ‘Müslüman feminist’ olarak tanımlama imkânını elinde bulundurma ya da kampüslerde sosyoloji bölümlerinin ve/ya toplumsal kurumlar içerisinde bazılarının -ki, bunların en başında popüler bir unsur olarak medya gelmektedir- kendilerine sunduğu bu imkâna kavuşma iştiyakıyla bu kitle, benzeri küresel akımlara entegre olma hazzını yaşamaktadırlar.

Bugün kürenin doğusundan batısına kadın hareketlerinin kayda değer bir destek bulmasında popülerleştirilen formuyla feminizmin gayet önemli bir katkısı söz konusudur.

Ancak burada kaçınılmaz olarak bir küresel birlikten bahsederek, “hangi kadın, hangi toplum” sorgulamasının yapılamayacağının değil, aksine “hangi kadın, hangi toplum, hangi tarihsel gerçeklikler” gibi bir dizi sorgulamayı zorunlu hale getirmektedir.

Batı düşüncesinin parçalama ve bütünleme süreçleri

‘Kadın hakkı olgusu’, tıpkı işçinin hakkı olduğu, tıpkı Afrikalı siyahinin hakkı olduğu, tıpkı Asyalı sarı ırkın hakkı olduğu, Hintlinin hakkı olduğu, tıpkı Latin Hispanic’in hakkı olduğu vb. düşüncelerinde görüldüğü üzere, zaman içerisinde evrilerek gelişen ve iç içe geçen ancak, bütünüyle anlam evreninin temellerini Batı Avrupa düşüncesinden alan bir yapılaşmaya dayanmaktadır.

Bu ve benzeri iç içe geçen yapılar birbirinden ayrıştırılmak yerine, bu sefer yine sosyoloji marifetiyle inferiorty kompleksi kategorisine sıkıştırılarak hak arama mücadelelerinde subaltern birlikteliğiyle benzerlikler kurgulanmak istenmektedir.

Burada dikkat çeken husus, Batı Avrupa düşüncesi, -yukarıda dikkat çekilen toplumsal unsurlarda somutlaştığı üzere-, önce içerdeki ve/ya dışardaki toplumsal yapıları parçalayan, ardından bunları nasıl birleştirilebileceğini düşünmeye başlayan ve pratiğe geçirme uğraşı veren bir süreç takip etmektedir.

Sömürge, devrim ve kadın

Batı Avrupa’da haklar olgusu, kendine has özelliklere sahip kurumsal yapılaşmalara, toplumsal ayrışmalara ve değişimlere konu olurken, bunun önemli bölümünün devrimler (revolutions) aracılığıyla ortaya çıkmıştır.

Bu noktada kadına hakkını verme konusunda, diyelim ki bir buçuk yüzyıla yaklaşan süre boyunca yaşanan tüm değişimler açıkçası, söz konusu devrimlerle bağlantılı kılınabilecek şekilde bizatihi kadının sömürüldüğü, sömürgeleştirildiği (exploited) olgusuna dayanmaktadır.

Tam da bu noktada sömürgecilik kavramını, bir Batı ulusunun dünyanın farklı bir bölgesindeki bir başka toplumun değerlerini maddi-manevi boyutlarıyla sömürülmesi anlamının ötesine taşıyan husus, Batı’da “beyaz” kadının sömürülmesi olgusu ile karşımıza çıkmaktadır.

Öyle ki, Batı Avrupa toplumsal değişim süreçlerinin bir ürünü olarak, maddi gelişme karşısında oluşan iş bölümlerinde ve farklı toplumsal statüler şeklinde tezahür eden konumlarda “(Batılı Beyaz) kadın nerede durmaktadır?” sorusuna verilen veya verilmeye çalışılan bir cevapla karşı karşıyayız.

Bu noktada, toplumsal ikilişmesinin (social binary) ürettiği ve zaman içerisinde kadın hareketi, kadın özgürlük hareketi, kadın özgürleşmesi, kadın tekilliği, kadın dünyası vb. olgularının birer toplumsal eylem (social action) biçimine dönüşmesinde, Batı Avrupa’nın endüstrileşme sürecinde kendisine bu önemli değişim sürecinde yer bulmakta zorlanan ve/ya edindiği yeri karşılaştırmalı olarak bir okumaya tabi tutarak, Batı Avrupalı erkek öznenin onu yani, Batı Avrupalı kadını sömürge nesnesi haline getirdiğini fark etmesiyle gayet ilişkilidir.

Bugün kadın hakkı adı verilen olgunun, 19. yüzyıl Batı Avrupa toplumsal şartlarının oluşturduğu ve ardından gelen yüzyılı etkileyen sosyal ve siyasal bağlamların bütünselliği içerisinde ele alınmadan anlaşılabilmesi mümkün değildir.

Karşımızda nasıl bir Batı Avrupa toplumu vardır? Bu toplumun dinamikleri nelerdir? Bu toplumun düşünce yapısı, bilgi kaynakları kadar gelecekte oluşturmayı arzu ettiği toplumsal yapı veya toplumsallıklar nedir? Hiç kuşku yok ki, bu ve benzeri sorular bu çerçevede, birbiri ardına sorularak gündeme getirilmelidir.

Bu noktada, günümüz Müslüman toplumları içerisinde kendini toplumsal cinsiyetin bir unsuru olarak tanımlama uğraşındaki kadınlardan ya da bunların temsilcisi olduğu izlenimi verenlerde gözlemlendiği üzere olan bitene gözleri kapama anlamına gelecek ve gizli/açık savunmacı bir refleks ortaya koymayı sağlayacak şekilde, zamanın/devrin değiştiği, modernleşmenin yüksek modernlik halini aldığı, küreselleşmenin her bir köşe bucağa ulaştığı vb. türden bir dizi bahaneler zincirinin gündeme getirilerek kadın özgürleşmesi noktasında toplumsal değişimin kaynakları, bilgi üretim süreçleri gibi olguları göz ardı etmek mümkün değildir.

Şu gerçekliği ortaya koymak gerekmektedir… Batı Avrupa tarihinin ve tarihsel değişim süreçlerinin beslediği, aradan geçen zaman içerisinde özellikle, sosyoloji gibi bir alanın imkânlarının kullanılarak tüm süreçlerin yönetilebilirliğinin ve yönlendirilebilirliğinin kendini gizli/açık hissettirdiği bir ortamda, ‘kadına hak olgusu’ iddiası adına, toplumsal cinsiyeti ve feminizmi araçsallaştırarak farklı toplum yapılarındaki değerlerin değiştirilmesini hakkılaştırma girişiminin, bizatihi Batı dışı toplumların kendi gerçeklikleriyle sorunlu bir içerik taşıyıp taşımadığı üzerinde durulmalıdır.  

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/03/07/3762/