Mehmet Özay 16.09.2018
Yeni bir eğitim-öğretim yılı başlarken, toplumsal yapı içerisinde adına
eğitim kurumu denilen yapının ne denli kompleks bir nitelik arz ettiğini dile
getirmek ve bu vesile ile bazı hususlara değinmekte fayda bulunmaktadır.
Sadece az gelişmiş, gelişmekte olan ülkelerin değil, gelişmiş ülkelerin
toplumsal sorunlarının başında gelen eğitim kurumunun tüm parçalarıyla bir
nasıl bir bütün arz ettiği ve bu bütünün işlevlerini hakkıyla yerine getirip
getirmediği tartışmalardan uzak kalmamaktadır. Bunun ötesinde, eğitim
yapılaşmasının maddi ve maddi olmayan vechelerinin birbirinden ayrılıp
ayrılamayacağı gibi önemli bir alanın da es geçilemeleyeceğini belirtmek
gerekir.
İşin komplike bir nitelik arz eden eğitim yapılaşması üzerinde teorik
tartışmalar bir yana, gündelik yaşamda okula giden öğrenciye neyin nasıl
aktarıldığı ve bu aktarma sürecinin ve içeriğinin niçin böyle olduğu; bu
sürecin ve donanımın ilgili öğrenci kitlesinin bugünkü ve gelecekteki yaşamına
neler katacağı gibisinden farklı sorular yöneltmek mümkün gözüküyor.
Devlet ve eğitim
kurumları
Eğitim yapılaşması içerisinde maddi unsurlar yani, devletin halkın geneline
eğitim imkanlarını oluşturmada tüm araçları mobilize etmesi ve/ya edememesi
sorunu uzunca bir süredir gündemi işgal eden bir sorundur.
Bu sorunun üstesinden gelinebilmesi için örneğin, maddi altyapının
genişletilmesi ve artırılması noktasında yeni okul türleri, okul
işletmeciliğinde yeni zaman çizelgeleri gibi alanlar üzerinde çalışıldığı gibi
çözüm olarak sunulan yollardan biri de özel eğitim kurumlarının varlığına
başvurulması oldu.
Bu alanda ortaya konulan ve çözüm getireceği varsayılan alanlardan ilkinde,
yani devletin eğitim altyapısı çalışmalarında belli bir başarı kazanılmış
olabilir. Okul ve derslik sayısı, öğretmen kadrosu gibi unsurlarda artış söz
konusu olsa da, bu gelişmenin artan nüfusa ne kadar paralel yürütüldüğü
meselesi ortadadır. Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde halkın
kahir ekresiyetinin ortalama gelir düzeyi dikkate alındığında, devletin eğitim
kurumları ile toplumun bu geniş kesimlerinin eğitim ihtiyacını tatmin etmede
birincil düzeyde sorumluluk üstlenmesine olmasına neden olmaktadır.
Devletçi anlayıştan
liberal yapılaşmaya
Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus, bir ülkenin eğitim politikalarının
ulusal politikanın genel yapılaşmasından ne denli farklılık arz edip
etmediğiyle ilintilidir. Yukarıda dikkat çekildiği üzere, eğitim yapılaşmasının
sorumluluğunu üstlenmesi beklenen ve hatta bunun bir zorunluluk olarak dikte
edildiği devletin bu yöndeki çabasının, diyelim ki, 20. yüzyıl şartlarında
devletçi politikalar güden milliyetçi ve/ya komünist rejimle yönetilen ülkeler
için geçerli olduğu yönünde bir kanı hakimdir.
Bu rejimlerin, özellikle de ikincisinin ‘eşitlikçi’ yapılaşmayı öngören bir
nitelik taşımasının bu yönde bir politika izlenmesinde temel oluşturmaktadır.
Öte yandan, adına liberal ekonomi modelini benimsemiş ve bu yönelimli
politikalarla yönetilen ülkelerde genel anlamıyla ekonominin canlandırılması,
dinamizm kazandırılması ve mevcut kapitalist ilişkiler ağının
sürdürülebilinmesinde kayda değer bir rolü olduğu aşikârdır. Ve bizatihi eğitim
kurumları böylesi bir ekonomik modelin vazgeçilmez dimanosunu teşkil
etmektedir.
Devletçi, komünist rejimlerin hakimiyetindeki 20. yüzyıl şartlarının
doğurduğu bu yapının, 1980’lerin sonları 90’ların başlarında köklü değişime
maruz kalması, ortada takip edilesi bir yöntem olarak liberal ekonomi modelini
bırakıyordu.
Asya’da
liberalcilik
Bu modelin, örneğin bugün üzerinde çokça tartışmanın yapıldığı, özellikle
Asya-Pasifik bölgesinde ve özelde ise Doğu Asya ve Güneydoğu Asya Ülkeler
Birliği’nde (ASEAN) genel itibarıyla yaşanan ekonomik gelişmenin söz konusu
liberal ekonomi politikalarının başarı (!) getiren bir sürece yol açtığını
ileri sürmek mümkün.
Bu noktada, rekabetçi üretim ortamının ve imalat sanayi temeline dayalı
ihraçatcı ekonomilerin getirdiği kalkınmacı modelin ilgili ülkelerde nasıl bir
eğitim yapılaşmasına yol açtığı üzerinde araştırılmaya değer bir konudur. Bu
bağlamda, şu kadarını söylemek gerekir ki, bu ülkelerin ekonomide liberal
politikalar izlerken, diğer alanlarda adna ‘Asyacılık değerleri’ denilen
unsurları öncellediklerini unutmamak gerekir.
Eğitimde
müteşebbislik ama nasıl?
Ancak Türkiye gibi, devletçi politikaların yerinin 1980’li yıllardan
itibaren neo-liberal politikalara terk ettiği ülkelerde, benzer bir ekonomik
kalkınmanın yaşandığını ileri sürmek mümkün gözükmemektedir. Aksine,
1980’lerden itibaren Türkiye ekonomik kalkınmasını farklı parametreler üzerinde
gerçekleştirirken, yukarıda zikredilen ve hammadde zengini ülkelerde
gözlemlendiği üzere sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmayı gerçekleştiremediği,
aksine dönemin özellikle bağlı bulunan siyasi/ekonomik blok ile siyasi
ilişkiler ve konjektürel gelişmelere bağımlı bir nitelik arz ettiği görülür.
Bu kırılgan ve dalgalı seyir takip eden ekonomik yapılaşmaya karşın,
Türkiye’de eğitim yapılaşmasının neo-liberal değerler ışığında ve güdümünde
yeni bir alan olarak ortaya çıktığı görülür. Bu yapı, hem devlet tarafından
teşvik edilirken, özel sektörün de buna büyük bir iştahla yönelmesi söz
konusudur. Üstesinden gelinemeyen bir alanın, özel sektöre devrinin ne tür bir
eğitim yapılaşmasına yol açacağı veya açtığı meselesi bugünkü eğitim kalitesinin
ne hal aldığıyla takdir edilebilmektedir.
Ancak şunu da gözden kaçırmamak gerekir. Kapalı ekonomi modeli ve devletçi
bir zihniyetin hakim olduğu Türkiye’de, özellikle Müslümanca bir model
talebinde bulunan çevreler için bu süreç bir imkân olarak gözükmüş olabilir.
Hatta bu sürecin, yine Batı’da 1970’li yıllardan itibaren gündeme gelen
post-modern dönemin sanki bir nimetmişcesine algılanmasında olduğu gibi, yeni
imkân ve zeminler hazırladığına bir tür imanın da vaki olduğunu söylemek
mümkün.
Devletin eğitim yapılaşmasındaki rolünün ötesinde ve dışında bir imkân
olarak ortaya çıkan bu süreçte, sadece Müslümanca bir yaşam ve bunun olmazsa
olmazı bir eğitim modeli talebinde bulunanlar bu çevre/ler ile sınırlı değildi.
Neo-liberal politikaların üretim merkezleri mesabesindeki, hem Türkiye içinde
hem de dışındaki kurumlarda yetişmiş, belki ‘beyaz’ sıfatı ile anılan toplumsal
kesimlerin canhıraş bir şekilde eğitim yapılaşmasında giderek artan bir şekilde
yer almaları gündeme geldi.
Bu durum, kendini öyle bir şekilde ortaya koymaktadır ki, sanki kapitalist sisteme
atfedilen laissez faire olgusu, hem
de eğitim yapılaşması bağlamında, tastamam Türkiye şartlarında ve neredeyse
devletçi politikalardan şu veya bu şekilde mağrudiyete uğradığı ileri sürülen
çevreler üzerinde memnuniyet yaratıcı etkisiyle belirginlik kazanmış ve çevreler
tarafından kutsallaştırılmıştır.
Bu laissez faire’ci eğilim ve
tutum, eğitim yapılaşmasında başat bir unsur olarak görünürlük kazanırken, şu
veya bu toplumsal çevrelerce sahiplenilen eğitim kurumlarının müşterilerine
yani, öğrencilerine ve de ailelerine ne tür bir dünya görüşü, ahlâk ve pratiği
sunabildiği meselesi de gündeme getirilmeyi ve sorgulanmayı hak etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder