30 Eylül 2018 Pazar

Endonezya’da doğal afetler ve mücadele / The aid work and natural disasters in Indonesia


Mehmet Özay                                                                                                                       30.09.2018

(foto: The Watchers)
Eylül ayının son günlerinde kaleme almayı tasarladığım konular arasında Endonezya ile bağlantılı bir iki konu vardı aklımda. İlki 30 Eylül 1965 tarihinde gerçekleşen dönemin istihbarattan sorumlu komutanı Suharto’nun ülkenin kurucu devlet başkanı Sukarno’ya karşı giriştiği darbe girişimiydi. İkincisi ise, 30 Eylül 2009’da Sumatra Adası’nın batı sahilindeki Batı Sumatra Eyaleti başkenti Padang’ı vuran depremdi.

Ancak, Sulavesi Adası’nın orta bölümünde meydana gelen deprem ve tsunami gündeme geldi. Cuma akşam saatlerinde meydana gelen deprem ve ardından oluşan tsunami akıllara belki yukarıda zikrettiğim iki hadiseyi değil de, daha çok 26 Aralık 2004 tarihinde Sumatra Adası’nın kuzeyinde Açe Eyaleti’ne yakın bölgede deniz tabanında meydana gelen deprem ve akabinde oluşan tsunamiyi getiriyor.

Kısa bir süre önce de Batı Nusa Tengara eyaleti bir başka deyişle Lombok depremlerle sarsılmıştı. Endonezya, depremlerin ve sıklıkla rastlanmasa bile, zaman zaman ortaya çıkan tsunami vakaları ile dikkat çeken bir ülke.

Gündeme getirmek istediğim Padang Depremi’ni gündeme getirmekten kastım yaşananlardan aslında ne türlü ders alınıp alınmadığını irdelemekti. Şu ana kadar açıklanan verilere bakılırsa, Sulavesi’nin orta bölgesindeki Palu şehir merkezini vuran tsunamiden birkaç gün geçmeden mevcut teknolojik donanımın ne denli etkin ve etkili bir şekilde kullanılıp kullanılmadığı tartışılmaya başlandı. Bugün Palu’ya ulaşan devlet başkanı Joko Widodo (Jokowi), “bölgede yapılacak çok iş var. Ancak mevcut durum engellemelere yol açıyor” bağlamında yaptığı açıklaması dikkatle ele alınmalı…

Tsunami uyarı sistemlerinin 2004 yılı sonunda Açe’de yaşananların ardından önce Açe’de uygulamaya geçirilmişti. Hatta Açe’de eğitim kurumlarına ve genel kamuoyuna ulaşacak denli deprem ve tsunami konusunda dönem dönem eğitim ve simülasyonlar gibi çeşitli çalışmalar gündeme gelmişti. Benzer bir yapılanmanın daha sonra örneğin, Padang depreminde de tanık olunduğu üzere deprem potansiyeli taşıyan sahil bölgelerindeki kimi yerlerde uygulamaya geçirilmişti.

Endonezya ulusal basınında çıkan haberlere bakılırsa, öyle anlaşılıyor ki, benzer bir sistem Palu’da da vardı. Ancak bu sistemin uygulamaya geçirilmediği, hatta depremden kimi ifadelere göre yarım saatlik bir zaman dilimi gibi kısa bir sürede tsunami uyarısının kaldırılması, bu alanda sorumluluk taşıyan kurumları bir kez daha gündeme taşıyor.

Konunun vahameti, yine kimi ifadelere göre, tsunaminin meydana gelmeye başladığı anlarda bu uyarının kaldırılmış olmasıdır. Bu durum bizzat insan faktöründen hareketle sorumluluk bilinci, teknolojik donanım ve bunun kullanılması gibi birbirinden bağımsız olmayan unsurların birbiriyle irtibatının ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyor.

Öte yandan, deprem ve tsunamiden etkilenen bölgelere ulaşmada yaşanan bir takım zorlukların olduğu bilgisi de cabası. Örneğin, Palu’nun bulunduğu geniş körfezin yaklaşık 300 km kuzeyindeki Donggal şehrinden detaylı bilgilerin -şu ana kadar- ulaşılamamış olması, ilk yardım çalışmalarının etkisizliğini ortaya koyuyor.

Geniş bir coğrafya ve adalar üzerinde yükselen ülkede Sulavesi’nin orta bölgesi görece merkeze uzak bir noktada bulunuyor. Yardım faaliyetlerinde merkezden yani Cava Adası’nda bulunan başkent Cakarta’dan yürütülmesi olgusu, benzer doğal afetlerde belki de gecikmenin ve müdahalenin etkin bir şekilde yürütülememesinin temel kaynaklarından birisi.

Oysa, gerek 2004 yılında Açe’yi vuran deprem ve tsunami, gerekse 2009 yılında yaşanan Padang depremi sonrasında ASEAN ve Birleşmiş Milletler, sadece Endonezya sınırlarında değil, Güneydoğu Asya’daki yaygın doğal afetlerle mücadele amacıyla önemli toplantılar tertiplemiş ve acil müdahale merkezleri kurulması konusunda açıklamalar yapmışlardı.

Bu açıklamalar dönemin ASEAN Genel sekreteri Surin Pitsuwan ve BM Asya-Pasifik sosyal ve ekonomi komisyonu genel sekreteri Noeleen Heyzer tarafından yapılmış ve çalışmaların acilen başlatılacağı duyurulmuştu.

Ancak bu son örneğin de ortaya koyduğu üzere, Endonezya’nın ve bölge ülkelerinin etkin birlikteliği ile acil müdahale konusunun yerli yerince hayata getirildiğini söylemek güç. Bu işin bir boyutu…

Diğer boyutu ise, ilk yardım çalışmalarının sona ermesinin ardından başlatılacak orta ve uzun vadeye yayılacak yeniden yapılanma ve rehabilitasyon süreçlerinde karşımıza çıkacak. Tıpkı Açe’de ve Padang’da bizzat tanık olduğumuz üzere ne türden olumsuzluklarla karşılaşacağını Sulavesi depremi ve tsunamisinin henüz üzüntüsü ortadayken gündeme getirmeye gerek yok. Girişte dile getirmeye çalıştığım hususta aslında bununla ilgiliydi. Padang Depremi’nin daha ilk gününden itibaren tanık olduklarımız aradan geçen neredeyse on yıla varan süre sonra bile hatırlanılması için bir neden teşkil ediyordu. Ancak şimdi Sulavesi depremi ortada duruyor.


27 Eylül 2018 Perşembe

Endonezya’da Dindar Başkan (!) / A Religious President in Indonesia (!)


Mehmet Özay                                                                                                                        27.09.2018

(foto: en.tempo.co)
Endonezya’da devlet başkanlığı seçimleri sürecine girilmişken, bazı anketler de kamuoyuyla paylaşılmaya başlandı. Henüz yeni yayınlanan ve dindarlık eksenli olan ankette başkan adaylarından ve mevcut başkan Joko Widodo’nun (Jokowi) rakibi Prabowo Subianto‘ya göre daha dindar olduğu tespit edilmiş. Haberin başlığını görürken, tebessüm etmekten kendimi alamadım. Bunun nedeni, özellikle son üç yıldır başkent Cakarta merkezli yürütülen dini-siyasi hareketlerin geldiği nokta ile bu sürecin Türkiye’de bölgeyi izlediği intibaı veren medya çevrelerinin olan biteni anlamaktan uzak yaklaşımlarını hatırlamamdan kaynaklanıyor.

Anketten dindar başkan çıktı
İşin bu yönü bir yana, kamuoyu yoklamalarında kullanılan istatistiki yöntemlerin sınırlılıkları ve kısıtlılıkları ile manipülasyona açık yönlerini de göz ardı etmeden yapılan çalışmada deneklerin yüzde 76’sı Jokowi’nin bireysel dindarlığı konusunda olumlu görüş beyan ederken, başkanlık yarışındaki rakibi konumundaki Prabowo’nun ise yüzde 58’lik kesim tarafından dindar bulunduğu belirtiliyor.

Araştırmada, aynı zamanda başkan yardımcıları için de bir değerlendirme yapılmış. Buna göre, Jokowi’nin yardımcısı olarak seçime girecek olan Alimler İttifak’ı (NU) önemli liderlerinden Ma’ruf Amin Hoca yüzde 82; Prabowo’nun yardımcısı, çiçeği burnunda politikacı Sandiago Uno ise yüzde 63 ile dindar bulunmuş.

Bu sonuç karşısında, Endonezya’da kimi çevrelerde bir süredir kulaktan kulağa yayılan ‘Başkan’ın komünizmi desteklediği’ tarzındaki söylem dikkate alınacak olursa, kamuoyu yoklamasının bir manipülasyon olabileceği ve 2019 Mayıs’ındaki seçimlerde önünü açmaya yönelik bir medya çalışması kabul edilerek çöpe atılabilir. Bu tür düşünen birey ve gruplar için araştırmanın çöpe atılmasını gerektirecek bir başka bahane ise, aşağıda da kısaca değineceğim üzere, Prabowo Subianto’nun ‘İslam’ yanlısı bir politika izlemesi nedeniyle, Jokowi karşısında daha zayıf bir performansla etiketlenmesidir. Ancak bu kamuoyu yoklamasının akla getirdiği bazı hususlar da tartışmaya katılabilir…

Öte yandan, Jokowi’nin bireysel dindarlığının olup olmamasının elbette ki, ülke siyasal yaşamını takip eden kamuoyu tarafından dikkate alınabilir bir yönü olacaktır. Kaldı ki, Başkan, önümüzdeki yıl yapılacak seçimler için uzun bir düşünme sürecinin ardından ‘seküler’ şahsiyetli anayasa mahkemesi eski başkanlarından birini mi yoksa, ‘alim-mümtaz’ bir şahsiyet olan dini liderlerden birini mi seçeceği konusundaki kararını ikincisi lehine kullanmıştı. Bu gelişmeyi ele alan yazımızda, Jokowi’nin stratejik bir hamle ile başkanlık yarışında rakibinin önüne geçmekle kalmadığını, hatta seçimi şimdiden kazandığını açık-gizli ifade etmiştim.

İslam radikalizmi mi, Müslüman Başkan mı?
‘İslami radikalizmin’ bölgede giderek yükselme eğiliminde olduğu iddialarının tam da ortasında, Endonezya gibi kahir ekseriyeti Müslüman olan bir ülkede halen devlet başkanı olan ve yeni yapılacak seçimde de aday olan bir siyasetçinin ‘Müslüman’ kimliğiyle öne çıkması üzerinde düşünülmesi gereken bir durum. Araştırmada deneklere de sorulduğu anlaşılan bir konu yani dini cemaatlere/kurumlara yönelik ilgi, alâka ve bunun pratik yansıması olarak bu kurumlara ve liderlerine yönelik ziyaretler ve toplantılara Başkan Jokowi’nin son dönemde giderek daha çok eğilim gösterdiği görülüyor.

Bu ziyaretlere dikkat çekilerek, bu gelişmeyi Jokowi’nin dindarlığına yorumlamak mümkün olmayabilir de. Ancak ülke toplumsal gerçekliği üzerinden meseleye bakıldığında Başkan Jokowi’nin göz ardı edemeyeceği bir dini-toplumsal hareketliliğin var olduğu, toplumsal ayrışmayı körükleyecek bir tür farklılaşma eğilimi gösterdiği ve bunun karşısında siyasi bir refleks verdiği ileri sürülebilir.

Bu bağlamda, özellikle 2016 Eylül ayından itibaren ülke başkentini saran, giderek diğer şehirlere yayılma eğilimi gösteren ve başında bazı ‘hocaların’ ve siyasetçilerin bulunduğu dini-toplumsal tepkiler içeren gelişme karşısında Jokowi’nin yeni bir siyaset biçimi geliştirdiğine kuşku yok. Bu nedenledir ki, başkan yardımcılığına karar sürecinde seküler kimliğiyle öne çıkan adaylar mı, yoksa adına İslamcı denilmesinin ne kadar uygun olup olmadığı tartışma götüren- bir Hoca’mı şıklarından başkanın ikincisi yönünde karar verdiği ortada.  

Ancak yukarıda dikkat çektiğim kamuoyu yoklamasında örneğin başkan yardımcısı Ma’ruf Amin Hocayı en azından bazı özellikleriyle öne çıkarmak yerine, başkanın bizzat kendisinin dinle yani İslamiyetle bağının irdelenmesi dikkat çekicidir.

İşin öte yanına kısaca değinmek gerekirse…

2016’daki meydan gösterilerine gizli/açık destek veren Prabowo Subianto bu araştırma çerçevesinde, kamuoyu tarafından göreceli dindar bir kimlikte görülmemektedir. Birbiriyle tenakuz içerdiği şeklinde de yorumlanmaya açık bu araştırma, açıkçası Endonezya’da İslamiyetin ve/ya Müslüman kimliğiyle öne çıkan toplum kesimlerinin siyasal yaşamda bir karşılığının olduğu ve/ya siyasal çevrelerin bu konuda belki de kamuoyu önünde giderek bunu önemli kılma konusunda bir çaba sarf ettiklerini bile iddia etmek mümkün.

Endonezya’da hangi İslam?
Bu vaziyet, açıkçası Endonezya’da “Hangi İslam”ın gündemde yer aldığı veya alacağı yönünde tartışmalar bağlamında değerlendirilmeyi hak ediyor. İstatistiki veriler çerçevesinde halkın yüzde sekseninin kendini Müslüman olarak tanımladığı dikkate alınacak olursa, ülkede İslamiyetin siyasal yaşamda bir tür karşılığının olacağını beklemek şaşırtıcı olmayacaktır.

Bununla birlikte, ülkenin bağımsızlığını kazandığı, 2. Dünya Savaşı sonrasının küresel şartlarında kendini seküler olarak tanımlayan ülkeler arasında yer alan Endonezya, o günden bu yana yine kendilerini İslamcı olarak tanımlayan akımlara tanık oldu. Öte yandan, bu tanımlamaya sıcak bakmasa da İslamiyetle uyumlu, bu bağlamda bazı düzenlemeler konusunda talepkâr olan siyasi partiler, siyasetçiler ve toplumsal grupların varlığının sürekli var olduğu bir toplumsal sistem mevcut. Bu bağlamda, İslamiyetin ve/ya Müslümanların hassasiyetlerinin sürekli gündemde olması, adına seküler partiler denilen siyasi hareketlerin bu süreçten bağımsız ol/a/madıklarına işaret ediyor. 

Şeriatı getiren parti
Örneğin, burada akla gelebilecek çarpıcı bir örnek, İslamiyeti benimsemesi ve toplumsal karşılığını talep ve istekle öne çıkartan Açe’de 2003’de İslami hükümlerinin uygulanmaya başlanması, öyle İslamcı partilerin talepleri veya en azından onların ‘öncü’ kararı ile değil, aksine seküler bir parti olan Mücadeleci Demokratik Parti’nin (PDI-P) kararıyla oldu. Her ne kadar, o dönem, Açe’de çatışma ortamının olması, Açe’de bağımsızlığı öncelleyen siyasi ve toplumsal hareketlerin İslamiyetle barışık ve talepkârlıkları karşısında PDI-P’nin kararının tastamam politik çıkarlar üzerine bina edildiği söylenebilse de, bu durum her hâl ve şartta İslamiyetin ve/veya Müslümanların hassasiyetlerinin Endonezya siyasetinde bir karşılığı olduğunu gösteriyor.

Öyle ki, Açe’de İslami hükümlerin uygulanması karşısında ülkenin diğer bazı eyaletlerindeki halktan da benzer taleplerin gelmesi tam da bu duruma karşılık geliyor. Öte yandan, böylesi bir karara imza atan PDI-P’nin genel başkanının -tıpkı o yıllarda olduğu gibi bugün de ülkenin kurucu babası Sukarno’nun kızı Megawati Sukarnoputri olması, sekülerleştirmeci güçlerin pragmatik kararlar bağlamında da olsa, toplumsal talepler karşısında bir ‘olumlu’ tepki verebileceklerini de ortaya koyuyor. Unutmayalım ki, PDI-P, başkan Jokowi’nin içinden çıktığı bir siyasi parti ve Megawati de bu partinin genel başkanı ve Jokowi’nin en büyük destekçisidir.

İstiklal deklarasyonundan geriye ne kaldı?
2016 yılı Sonbaharı’nda Cakarta’da oluşan atmosferle ilgili hatırlatmabir kez daha hatırlatmak yapmakta fayda var. O dönemin mimarı ve lideri konumundaki Rıziq Hoca’nın gayreti başkentin en büyük camii İstiklal’de adına bir ölçüde İslamcı denilebilecek siyasi partiler veya Müslümanca hassasiyeti olan siyasi hareketlerin liderlerini biraraya getirmesi ve akabinde ‘İstiklal Deklarasyonu’ adıyla bir manifesto yayınlaması İslamcı bir hareketin birliğinin gelmekte olduğunun göstergesi olarak kabul ediliyordu.

Ve yine o dönem, tartışmalar etnik köken ve din bağlamı üzerinden yürütülürken, sağduyunun elden kaçırılması ihtimalinin de belirdiği gözlemleniyordu aynı zamanda. Aradan neredeyse iki yıl geçtikten sonra bugün gelinen noktada, o dönemin aktörlerinin ortalıkta olmaması bir yana, karşı çıktıkları çevreler, örneğin başkan Jokowi ‘daha dindar’ kimliğiyle 2019 Mayıs seçimlerine hazırlanıyor.

24 Eylül 2018 Pazartesi

Japonya’da yeniden diriliş özlemi / Longing for resurrection in Japan


Mehmet Özay                                                                                                                       25.09.2018

(foto. The Asian Age)
Bazı siyaset bilimciler tarafından dile getirilen ‘imparatorluklar çağına dönüş’ fikrinin günümüzde ortaya çıkan siyasal yapılaşmaların bir yorumu ve tespiti üzerinde olduğuna kuşku yok. Bu bağlamda, bu süreci bazı ülke yönetimlerinde hakim olan uzun süreli siyasal hakimiyetlerle karşılamak mümkün değil. Bu olsa olsa, ancak böylesi bir yönelimin bir bölümüne tekabül etmesiyle önem taşır. Bununla birlikte, temelde Avrupa merkezli bir gözlem ve tecrübeye dayalı olarak ortaya konsa da, bu ‘gerçekliğin’ Asya-Pasifik’te bir şekilde karşılık bulduğunu da ileri sürebiliriz.

Bunun ötesinde, imparatorluk olgusuna gönderme yapan konu, ilgili ülkelerin siyasal yapılaşmasında egemen olan kurumların ve liderlerin tarihsel referans noktalarıyla hareket etmeleridir. Bu da aslında, adına post-modern denilen sürece yönelik pratikte ortaya çıkan bir tür eleştirel yaklaşım olarak değerlendirmek mümkün.

Bugün Japonya’da olan bitende bunun bir yansımasını görmek mümkün. Kısa bir süre önce kaleme aldığımız yazıda başbakan Şinzo Abe’nin mensubu bulunduğu Liberal Demokrat Parti başkanlığına yeniden adaylığını gündeme getirmiştim.

Şinzo Abe istediğini aldı
20 Eylül’de yapılan başkanlık seçimlerinde herhangi bir sürpriz yaşanmadı ve başbakan Abe, partisinde bir kez daha liderlik yarışını kazanarak başbakanlık sürecinin önümüzdeki yıllara taşınmasını da garanti altına almış oldu. Parti içi seçimde 807 geçerli oyun 553’ünü alan Abe 254 oyda kalan rakibi ve eski savunma bakanı Shigeru Ishiba’yı saf dışı bırakmış oldu.

Parti içi başkanlık seçimini farklı bağlamlarda ele almak mümkün. İlki özellikle bölge basınında dikkat çekildiği üzere Abe’nin, 2. Dünya Savaşı sonrasında başbakanlık koltuğunda en uzun süre oturan siyasetçisi yapmaya aday bir yönü bulunuyor.

Yani Abe, olağanüstü bir değişiklik olmadıkça, önümüzdeki üç yıl daha başbakanlık koltuğunda yer alan isim olacak. Böylece 2012 yılında başlayan başbakanlığı 2021’e kadar kesintisiz sürmesi, onu modern Japon tarihinde seçkin bir yer edinmesini sağlayacak. Ancak Abe’nin özelliği bununla sınırlı kalmayacak.

Siyasal ve toplumsal değişimde ivme
Bu durum, Abe’nin yeni bir lider tipi olarak ortaya çıktığını veya çıkmakta olduğunu kanıtlıyor. Bu anlamda, Japon siyasetinde ve toplumsal yapısındaki açılımının ve karşılığının neye tekabül ettiğinin iyi bir şekilde ortaya konulması gerekiyor.

Öncelikle şu hususu görmek lazım… Abe’nin geçen yıl yapılan baskın seçimden zaferle çıkmasının ardından, parti liderlik mücadelesinde de sergilediği başarı, onun Japon kamuoyu nezdinde güçlü bir liderlik profili çizdiğinin en somut göstergeleri olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

Asya ülkelerinde siyasal yaşamın en büyük sorunlarından olan kronizm Japonya’da da varlığı ile dikkat çekiyor(du). Abe, bu konuda yaptığı girişimlerle bu eğilimi en azından durdurmak ve geriletmek konusunda çaba gösterdiğini kanıtlamış gözüküyor.

Parti liderlik seçiminin hemen öncesinde üyelere yaptığı açıklamada “sizlerle yeni bir ulus inşa etmeye kararlıyım” cümlesi, onun siyasal yaşamın yeniden şekillenmesinde adımlar attığını kanıtlıyor. Ancak bu kararlılık iç siyasal sistemdeki düzenlemelerle sınırlı değil.

Bu bağlamda, Japonya’da güçlü liderlik profili etrafında örülen ve gelişen bir değişim sürecinin izleri siyasal yaşamın yanı sıra, ekonomi ve güvenlik alanında da kendini ortaya koyuyor. Bu sürecin ekonomi alanında değişim yöneliminin kaynağını, Japonya’nın küresel ekonominin ikinci sırasındaki yerini Çin’e devrettiği 2000’li yılların başından itibaren gelişen sürece bağlamak mümkün.

Çin faktörünün itici gücü
Çin’in yeni bir ekonomik güç olarak ortaya çıkması, Japonya bakımından salt ekonomi verileri ile değerlendirilebilecek bir husus değil. Aksine, bu gücün kendini içinden çıktığı ekonomi modelinin, yani kapitalizmin doğal bir zorlaması ve sonucu olarak askeri alandaki büyüme ve yayılmacılık olgularının belirginleştirdiği husus dikkate alındığında, Japonya’nın hemen yanı başında bir hiç de göz ardı edilmeyecek bir tehdit unsuru ile karşı karşıya olduğu görülür.

Bu nedenledir ki, Abe, bir süredir, 2. Dünya Savaşı’nın bakiyesi anayasada değişiklik çağrısıyla gündemde. Ülkede bu reform çağrısına karşı çıkan çevreler olmadığı söylenemez ise de, Abe’nin yukarıda dikkat çekilen iki etaplı başarısının ardından artık önünün açıldığı konusunda pek tereddüt yaşanmıyor.

Abe’yle statakü değişimi
Abe, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD ürünü Japon anayasasında ülke güvenliği konusunda belirleyici nitelik taşıyan 9. Madde’yi değiştirme arzusunda. Bu değişiklik maddi olarak Japon güvenlik sektörünün önünü açmaya ve hareket kabiliyetini ülke sınırları dışına taşımaya elverecek yönleri içeriyor. O da, yine Abe’nin kararlılıkla gündeme getirdiği Japon genç nesline gurur ve ümit kazandıracak moral bir değer içermesi. Bu durum, girişte dile getirdiğim imparatorluklar çağı olgusunun Japonya’daki tezahürüne tekabül ediyor.

Abe’nin bu kararlılığı, bölgede statükonun değişmesi yönünde ciddi bir adım niteliği taşıyor. Mevcut statükoyu ortaya koyan gücün Çin değil de ABD olmasına karşılık, bugün Japonya’nın atmak istediği adımın Çin’e tekabül eden bir yönünün olması kendinde bir tenakuz olmasıyla da dikkat çekici.

Günümüz dünyasında ‘gurur’un kaynağının ekonomik başarılarla sınırlı olmayıp, bu başarının adına hareket ve saldırı kabiliyetini de içeren güvenlik unsurunu içermesi, imparatorluklar çağının tipik güç merkezli yapılanmasını akla getiriyor.


Eğitim Ahlakı / Ethics of Education


Mehmet Özay                                                                                                 Eylül 2018

Eğitim olgusu, her dönem gündemde olan bir konu olarak dikkat çekmektedir. Eğitim ahlakı ise, bu geniş eğitim olgusu içerisinde vaz geçilemez bir öneme sahiptir. Ancak, bu durumun günümüz özelde eğitim dünyası, genelde toplumsal ilişkilerdeki karşılığının ne olduğu üzerinde durulmayı gerektirmektedir. Bu çerçevede, eğitim olgusu alt yapı, müfredat, hedefler gibi çeşitli alanlarıyla sadece sanıldığının aksine, sözde az gelişmiş veya gelişmekte olan toplumlarda değil, gelişme kategorilerinde epeyce mesafe kat etmiş toplumlarda da bir sorun teşkil etmektedir.

Ancak, genelde karşılaşıldığı üzere bu sorunun odağına, eğitim süreçlerinin bireyleri maddi hedefler ve kazanımlara ulaştırmada ihtiyaç duyulan donanımların temininde başarılı olup olmadığı konulmaktadır. Aynı zamanda, pratikte ortaya konulan bilinçli güdümlemelerle, eğitimin gayesi sanki neredeyse bu tek nedensellik üzerine inşa edilmektedir. Oysa bu durum, eğitimin temel bir alanını, belki de var oluşunu temsil eden eğitim ahlakı olgusunun dışlanmasıyla bir tür tezada işaret etmektedir.

Eğitim ahlakını yadsımaya yönelik böylesi bir durumun, içinde yaşanılan modern dönemin veya yüksek modernliğin veyahut da onun aşıldığı iddiasındaki post-modern döneme içkin olan iktisadi ve sosyal koşullandırmaların bir etkisinin olduğuna kuşku yok. Tam da burada, eğitim ahlakı olgusunun, Batı toplumlarını ne kadar ilgilendirdiğini de göz ardı etmeden, özellikle Doğu toplumlarında neye tekabül ettiğinin üzerinde durulması gerekmektedir.

Bu bağlamda, eğitim kurumunun, yukarıda zikredilen modern döneme özgü bir toplumsal yapı olduğu yönündeki genel kanı ve düşüncenin rolü unutulmamalıdır. Bu durumda, modern iktisadi ve sosyal yapılaşmaların eğitim kurumu üzerinde tesis ettiği baskı ve basınç, eğitim ahlakı olgusunun ne eğitim kurumlarında ne de kamuoyu nezdinde bir karşılık bulmasına neden olmaktadır.

Bunda, kuşkusuz ki, içinde yaşadığımız dönemin modern olmasının ve bu dönem insanının kendini maddi gelişmenin büyüsüne kaptırarak, algılarını öncelikle ve giderek bu zamanla sınırlandırmaya matuf eğiliminin kayda değer bir yeri vardır. Ancak bu durumda, çağdaş insanın zaman ve mekân noktasında bir unutkanlıkla malul olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Oysa, modern denilen dönem insanlık tarihinin görece kısa bir zaman dilimine tekabül etmektedir.

Bu noktada, erken modern dönemde ortaya konulan çabaların ve bunların eğitim kurumları vasıtasıyla orta ve uzun vadede gündeme gelen sonuçlarının çağdaş toplumlarda akıl tutulmasına yol açtığına, geçen yüzyılın devasa sorunlarla yüklü ortamında tanık olunmuştu. Ve bugün bu süreçten pek fazla ulaşılmadığı da gözlemlenmektedir. Bu noktada, eğitim ahlakını öncelleyen bir tutumun geliştirilmesi ihtiyacı ortadadır. Bunun için, eğitim kurumları ile sınırlandırılmayan, aksine ilgili tüm toplumsal kurumların içinde yer alacağı bir yapı gündeme getirilmelidir.

Açık Medeniyet, Sayı 7, Eylül-2018, Yıl 1, s. 19. www.acıkmedeniyet.com


16 Eylül 2018 Pazar

Eğitim ve Laissez Faire (!) / Education and Laissez Faire (!)


Mehmet Özay                                                                                                                         16.09.2018

Yeni bir eğitim-öğretim yılı başlarken, toplumsal yapı içerisinde adına eğitim kurumu denilen yapının ne denli kompleks bir nitelik arz ettiğini dile getirmek ve bu vesile ile bazı hususlara değinmekte fayda bulunmaktadır.

Sadece az gelişmiş, gelişmekte olan ülkelerin değil, gelişmiş ülkelerin toplumsal sorunlarının başında gelen eğitim kurumunun tüm parçalarıyla bir nasıl bir bütün arz ettiği ve bu bütünün işlevlerini hakkıyla yerine getirip getirmediği tartışmalardan uzak kalmamaktadır. Bunun ötesinde, eğitim yapılaşmasının maddi ve maddi olmayan vechelerinin birbirinden ayrılıp ayrılamayacağı gibi önemli bir alanın da es geçilemeleyeceğini belirtmek gerekir.

İşin komplike bir nitelik arz eden eğitim yapılaşması üzerinde teorik tartışmalar bir yana, gündelik yaşamda okula giden öğrenciye neyin nasıl aktarıldığı ve bu aktarma sürecinin ve içeriğinin niçin böyle olduğu; bu sürecin ve donanımın ilgili öğrenci kitlesinin bugünkü ve gelecekteki yaşamına neler katacağı gibisinden farklı sorular yöneltmek mümkün gözüküyor.

Devlet ve eğitim kurumları
Eğitim yapılaşması içerisinde maddi unsurlar yani, devletin halkın geneline eğitim imkanlarını oluşturmada tüm araçları mobilize etmesi ve/ya edememesi sorunu uzunca bir süredir gündemi işgal eden bir sorundur.

Bu sorunun üstesinden gelinebilmesi için örneğin, maddi altyapının genişletilmesi ve artırılması noktasında yeni okul türleri, okul işletmeciliğinde yeni zaman çizelgeleri gibi alanlar üzerinde çalışıldığı gibi çözüm olarak sunulan yollardan biri de özel eğitim kurumlarının varlığına başvurulması oldu.

Bu alanda ortaya konulan ve çözüm getireceği varsayılan alanlardan ilkinde, yani devletin eğitim altyapısı çalışmalarında belli bir başarı kazanılmış olabilir. Okul ve derslik sayısı, öğretmen kadrosu gibi unsurlarda artış söz konusu olsa da, bu gelişmenin artan nüfusa ne kadar paralel yürütüldüğü meselesi ortadadır. Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde halkın kahir ekresiyetinin ortalama gelir düzeyi dikkate alındığında, devletin eğitim kurumları ile toplumun bu geniş kesimlerinin eğitim ihtiyacını tatmin etmede birincil düzeyde sorumluluk üstlenmesine olmasına neden olmaktadır.

Devletçi anlayıştan liberal yapılaşmaya
Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus, bir ülkenin eğitim politikalarının ulusal politikanın genel yapılaşmasından ne denli farklılık arz edip etmediğiyle ilintilidir. Yukarıda dikkat çekildiği üzere, eğitim yapılaşmasının sorumluluğunu üstlenmesi beklenen ve hatta bunun bir zorunluluk olarak dikte edildiği devletin bu yöndeki çabasının, diyelim ki, 20. yüzyıl şartlarında devletçi politikalar güden milliyetçi ve/ya komünist rejimle yönetilen ülkeler için geçerli olduğu yönünde bir kanı hakimdir.

Bu rejimlerin, özellikle de ikincisinin ‘eşitlikçi’ yapılaşmayı öngören bir nitelik taşımasının bu yönde bir politika izlenmesinde temel oluşturmaktadır. Öte yandan, adına liberal ekonomi modelini benimsemiş ve bu yönelimli politikalarla yönetilen ülkelerde genel anlamıyla ekonominin canlandırılması, dinamizm kazandırılması ve mevcut kapitalist ilişkiler ağının sürdürülebilinmesinde kayda değer bir rolü olduğu aşikârdır. Ve bizatihi eğitim kurumları böylesi bir ekonomik modelin vazgeçilmez dimanosunu teşkil etmektedir. 

Devletçi, komünist rejimlerin hakimiyetindeki 20. yüzyıl şartlarının doğurduğu bu yapının, 1980’lerin sonları 90’ların başlarında köklü değişime maruz kalması, ortada takip edilesi bir yöntem olarak liberal ekonomi modelini bırakıyordu.

Asya’da liberalcilik
Bu modelin, örneğin bugün üzerinde çokça tartışmanın yapıldığı, özellikle Asya-Pasifik bölgesinde ve özelde ise Doğu Asya ve Güneydoğu Asya Ülkeler Birliği’nde (ASEAN) genel itibarıyla yaşanan ekonomik gelişmenin söz konusu liberal ekonomi politikalarının başarı (!) getiren bir sürece yol açtığını ileri sürmek mümkün.

Bu noktada, rekabetçi üretim ortamının ve imalat sanayi temeline dayalı ihraçatcı ekonomilerin getirdiği kalkınmacı modelin ilgili ülkelerde nasıl bir eğitim yapılaşmasına yol açtığı üzerinde araştırılmaya değer bir konudur. Bu bağlamda, şu kadarını söylemek gerekir ki, bu ülkelerin ekonomide liberal politikalar izlerken, diğer alanlarda adna ‘Asyacılık değerleri’ denilen unsurları öncellediklerini unutmamak gerekir.

Eğitimde müteşebbislik ama nasıl?
Ancak Türkiye gibi, devletçi politikaların yerinin 1980’li yıllardan itibaren neo-liberal politikalara terk ettiği ülkelerde, benzer bir ekonomik kalkınmanın yaşandığını ileri sürmek mümkün gözükmemektedir. Aksine, 1980’lerden itibaren Türkiye ekonomik kalkınmasını farklı parametreler üzerinde gerçekleştirirken, yukarıda zikredilen ve hammadde zengini ülkelerde gözlemlendiği üzere sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmayı gerçekleştiremediği, aksine dönemin özellikle bağlı bulunan siyasi/ekonomik blok ile siyasi ilişkiler ve konjektürel gelişmelere bağımlı bir nitelik arz ettiği görülür.

Bu kırılgan ve dalgalı seyir takip eden ekonomik yapılaşmaya karşın, Türkiye’de eğitim yapılaşmasının neo-liberal değerler ışığında ve güdümünde yeni bir alan olarak ortaya çıktığı görülür. Bu yapı, hem devlet tarafından teşvik edilirken, özel sektörün de buna büyük bir iştahla yönelmesi söz konusudur. Üstesinden gelinemeyen bir alanın, özel sektöre devrinin ne tür bir eğitim yapılaşmasına yol açacağı veya açtığı meselesi bugünkü eğitim kalitesinin ne hal aldığıyla takdir edilebilmektedir.

Ancak şunu da gözden kaçırmamak gerekir. Kapalı ekonomi modeli ve devletçi bir zihniyetin hakim olduğu Türkiye’de, özellikle Müslümanca bir model talebinde bulunan çevreler için bu süreç bir imkân olarak gözükmüş olabilir. Hatta bu sürecin, yine Batı’da 1970’li yıllardan itibaren gündeme gelen post-modern dönemin sanki bir nimetmişcesine algılanmasında olduğu gibi, yeni imkân ve zeminler hazırladığına bir tür imanın da vaki olduğunu söylemek mümkün.

Devletin eğitim yapılaşmasındaki rolünün ötesinde ve dışında bir imkân olarak ortaya çıkan bu süreçte, sadece Müslümanca bir yaşam ve bunun olmazsa olmazı bir eğitim modeli talebinde bulunanlar bu çevre/ler ile sınırlı değildi. Neo-liberal politikaların üretim merkezleri mesabesindeki, hem Türkiye içinde hem de dışındaki kurumlarda yetişmiş, belki ‘beyaz’ sıfatı ile anılan toplumsal kesimlerin canhıraş bir şekilde eğitim yapılaşmasında giderek artan bir şekilde yer almaları gündeme geldi.

Bu durum, kendini öyle bir şekilde ortaya koymaktadır ki, sanki kapitalist sisteme atfedilen laissez faire olgusu, hem de eğitim yapılaşması bağlamında, tastamam Türkiye şartlarında ve neredeyse devletçi politikalardan şu veya bu şekilde mağrudiyete uğradığı ileri sürülen çevreler üzerinde memnuniyet yaratıcı etkisiyle belirginlik kazanmış ve çevreler tarafından kutsallaştırılmıştır.

Bu laissez faire’ci eğilim ve tutum, eğitim yapılaşmasında başat bir unsur olarak görünürlük kazanırken, şu veya bu toplumsal çevrelerce sahiplenilen eğitim kurumlarının müşterilerine yani, öğrencilerine ve de ailelerine ne tür bir dünya görüşü, ahlâk ve pratiği sunabildiği meselesi de gündeme getirilmeyi ve sorgulanmayı hak etmektedir.


15 Eylül 2018 Cumartesi

Sofya’da Osmanlı Çalışmaları Sempozyumu / Symposium of Ottoman Studies in Sofia


Mehmet Özay                                                                                                                       15.09.2018

CIEPO (Uluslararası Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Çalışmaları Komitesi) tarafından düzenlenen 23. Sempozyum 11-15 Eylül günleri arasında Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da gerçekleştirildi.

Organizasyon komitesi başkanı Prof. Dr. Rositta Gradeva yaptığı konuşmadan hareketle, dört gün boyunca toplam 42 paralel oturumla yüz yetmiş beş katılımcı, yüz elli yedi bildiri ile çeşitli alanlardaki araştırmalarını paylaşma fırsatı bulduğunu söyleyebilirim.

CIEPO’nun genel sekreterliğini yürüten Avusturyalı tarihçi Claudia Römer, bu oluşumun 1970 yılında düzenlenen PIAC’a dayandığını belirtirken, Türk ve Türkçe çalışmaları ve nihayetinde Osmanlı çalışmalarında uzmanlaşmış akademisyenleri biraraya getirmeyi amaçladığına dikkat çekti. Bu ilk dönem oluşumda aralarında Ömer Lütfi Barkan, Bernard Lewis, Şerafettin Turan gibi alanın uzman isimleri yer almış.

1970’li yılların ilk yarısında CIEPO’nun kurulmasına karar verilirken, özellikle Selçuklu, Beylikler dönemi ve erken dönem Osmanlı çalışmalarına yoğunlaşıldığı anlaşılıyor. Bu bağlamda, Bizans, Rumeli ve Balkanlarla geliştirilen süreçlerin ana araştırma konusu olduğunu söylemek gerekir. Organizasyon komitesi başkanı Rositta’nın da belirttiği üzere son 15 yılda, klasik dönem Osmanlı çalışmalarından  geç Osmanlı dönemine yönelindiği anlaşılıyor.  

Bu yıl 23.’sü düzenlenen CIEPO aradan geçen süre zarfında düzenli aralıklarla düzenlenen kongrelerle Osmanlı tarihi alanında çalışmalar gerçekleştiren akademisyenlerin biraraya gelmesine ve çeşitli konuların tartışılmasına olanak tanıyor. Osmanlı tarihi, özellikle de erken dönem çalışmalarına önceliğiyle başlayan bu sürecin bugüne kadar sürmesi kuşku yok ki önemli bir husus. Sürekli bir merkezin olmaması, organizasyonun ilgili yıllarda başkanlığını yürüten hocanın bulunduğu ülke ve şehri merkez olarak kabul ediliyor.

Bu akademik yapılaşmanın vurgulanması gereken bir diğer özelliği, siyasi angajmanlara bağlı olmaması. Belki de bu nedenle kendini pür akademik çevre ile sınırlaması dolayısıyla görünürlülüğünün öne çıkmadığı düşünülse de, akademik üretim süreçlerinin taliplileri tarafından ulaşılabilirliği kadar, zaman içerisinde bu ürünlerin derlenip toplanıp bir yayın sürecine konu olması da mümkün gözüküyor.

Sempozyum başkent Sofya’nın, başkenti çevreleyen tepelik bölge civarındaki Ovcha kupel 2 bölgesinde Yeni Bulgaristan Üniversitesi kampüsünde düzenlendi.  Organizasyon komitesi sempozyumu her gün bir etkinlikle renklendirirken, katılımcılar tarihi dokusuyla ve sakin atmosferiyle başkentte güzel vakitler geçirme fırsatı buldu. İçinde benim de bulunduğum gruba rehberlik eden annesi Türk babası Rus, Ersoy adlı öğrenci arkadaşımıza yakın ilgisi için burada teşekkür etmek istiyorum.

Sempozyumda, Osmanlı Hint Dünyası arasındaki ilişkilerin ele alındığı bölümde biz de Rumi varlığını konu edinen bir makale ile katkıda bulunmaya çalıştık. Osmanlı tarihinde Rum-Rumi-Türkmen gibi adlandırmalarla anılan toplumsal grubun Hindistan ve Malay-Endonezya Takımadaları’nda nasıl algılandığında dair hem bölge kaynakları hem Osmanlı ve Batı kaynaklarına dayalı ve bir giriş mahiyetinde kabul edilebilecek görüşlerimizi paylaştık.

Bu bağlamda, Rumi’lerin salt bir askeri varlıkla öne çıktıkları gibi yaygın anlayışın ötesinde, dini-kültürel ve metafizik boyutlarına ulaştığını söyleyebiliriz. Bu durum, bize özellikle Hind Okyanusu’nu çevreleyen coğrafyada Türklerin tarihsel olarak ne türden ilişkiler ağında yer aldığı, bu sürecin Selçuklu ve özellikle Osmanlı devleti resmi yapılaşmasının ötesinde bir sürece tekabül edip etmediği gibi hususlar dikkatle ele alınmayı gerektiriyor. Bu bağlamda, Takımadalar’da çeşitli İslam toplumlarının Rum konusunu ele alış şekilleri, tarihsel bir süreklilik içerisinde değerlendirilmeyi hak ettiğini söylemeliyim.

Bugüne kadar Balkanlar, Orta ve Güney Avrupa, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da gerçekleştirilen CIEPO sempozyumlarının Asya’ya doğru genişleyerek organize edilmesini temenni ediyorum.


6 Eylül 2018 Perşembe

Mindanao Barışı’nda Yeni Süreç / A new phase in Mindanao peace process

Mehmet Özay                                                                                                                         06.09.2018

Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin 6 Ağustos Pazartesi günü kamuoyuna yaptığı açıklama ile ülkenin güneyinde Müslümanların çoğunlukta olduğu Mindanao Adası’nda özerk yönetim süreci yeniden başlatılmış oldu.

Duterte yaptığı açıklamada, ‘Bangsamoro Organik Yasası’nın Ada’da özerk yönetimin yasal temellerini oluşturacağını söyledi. Tam adıyla söylemek gerekirse, “Müslüman Mindanao Bangsamoro Özerk Bölgesi Organik Yasası” artık gündemde.

Süreç yeniden başlıyor
Bu yasa, 27 Mart 2014 tarihinde Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) ile Filipinler merkezi hükümeti arasında varılan Bangsamoro Kapsamlı Anlaşması’na dayanıyor. Devlet başkanının özerk yönetim yasasını açıklamasının ardından şimdi bu karar bölge halkının onayına sunulmak üzere referanduma gidilecek. Ancak referandumun olumlu sonuçlanacağı noktasında oldukça iyimser bir yaklaşım hakim.

Özerk yönetime geçileceği yönünde yapılan açıklama, 2014’de başkent Manila’da imzalanan anlaşmanın 2016 seçimleri öncesinde dönemin devlet başkanı Benigno Aquino’nun parlamentoyu ikna edememesi üzerine akamete uğrayan sürecin kaldığı yerden başlaması anlamı taşıyor. Böylece 1978 yılında başlayan ve 2014 yılındaki kapsamlı anlaşmaya kadar şu veya bu şekilde devam eden savaş ortamının sona erdiğini söyleyebiliriz. Ancak bu sürecin başarıyla işletilebilmesi için tarafların, barış süreci kadar çaba sergilemeleri gerekiyor.

Sürpriz karar
Başkan Duterte’nin Mindanao Barışı konusunda, MILF’i memnun edecek bir karara imza atması önemli. Bununla birlikte, 9 Mayıs 2016 tarihinde yapılan başkanlık seçimleri öncesi ve sonrasında başkan Duterte’nin, Mindanao barışı konusunda Federalizm konusunu gündeme getirdiği hatırlandığında, yukarıda dikkat çekilen açıklamasını sürpriz olarak nitelemek mümkün.

Duterte’nin aradan geçen süre zarfında stratejik bir değişiklik yapmasında MILF ve diğer bazı faktörlerin yanı sıra, 2017 yılı Mayıs ayında Marawi şehrinin beş ay boyunca kuşatma altında kalmasının caydırıcı bir etki yaptığını söyleyebiliriz.  

Duterte’nin daha önce Federalizmi gündeme getirmesinde ülkenin bir bölgesinin özerk yönetime tabi olmasının geniş kamuoyunda doğuracağı huzursuzlukların ve çelişkilerin yanı sıra, 1987 anayasasının böylesi bir özerk yönetime imkân tanımadığı yönündeki teknik sorun bulunuyordu. Ancak bu yılın Ocak ayından itibaren Kongre’de yapılan Bangsamoro Temel Yasası görüşmeleri sürecinde 1987 anayasası gündeme gelse de, Duterte inisiyatifi ele alarak Bangsamoro Temel Yasası’nın kabulü yönünde görüş belirtti.

Başkan Duterte, kongre üyelerini ikna anlamı içeren bu açıklamasında, Mindanao Müslümanlarının bölgelerinde özerk yönetime geçilmesi konusunda ciddi bir gelişme görmemeleri halinde, bir kez daha savaş ortamının çıkabileceğine işaret ederken, herhalde en yakın örnek olarak Marawi kuşatmasını hatırlatıyordu.

Bir önceki devlet başkanı Benigno Aquino döneminde yasanın kongreden geçmemesi büyük hayal kırıklığı yaratsa da, özellikle MILF içerisinde başta lider konumundaki Hacı Murad İbrahim’in gelecekten umutlu oldukları yönündeki açıklamaları Duterte’nin 6 Ağustos’ta yaptığı açıklama ile bir anlamda karşılığını bulduğunu söyleyebiliriz. Bu açıklama, ülkenin güneyinde Müslüman azınlığın Mindanao Adası’nda 2014 yılında varılan anlaşma gereğince özerk yönetim uygulamasına geçebilecekleri anlamı taşıyor.

Mücadelenin temelleri
Moro-Mindanao adıyla literatüre geçen bölgenin ve sadece modern Filipinler Cumhuriyeti döneminde değil, sömürge döneminde başlayan Müslümanların bağımsızlık mücadelelerinin günümüz koşullarında ekonomik nedenlere indirgenmesi, bölgenin tarihi ve kültürel coğrafyasına dair gerçeklerin üstünü kapatmak anlamı taşıyacaktır.

Bugün, Mindanao Adası’nda özerk yönetime geçilirken, Ada’daki Müslüman sakinlerin sosyo-ekonomik kalkınmalarının öncellenmesi bir zorunluluk arz etse de, konu salt ekonomik geri kalmışlıkla sınırlandırılmamalıdır.

Bu bağlamda, uzun bir dönem boyunca verilen mücadelenin tarihsel, dini-manevi, sosyo-kültürel bağlamlara dayandığı dikkate alındığında, özerk yönetimin nasıl bir Müslüman Mindanao toplumu inşa edeceği üzerinde durmak gerekiyor. Organik Yasa, bu açıdan da hükümler içeriyor.

Buna göre, geçen süre zarfında MILF yönetimin başında bulunan Hacı Murad İbrahim’le ve diğer bazı siyasilerle yaptığımız mülâkatlarda Mindanaolu Müslümanların önceliklerinin manevi eğitim ve bunun pratikteki uygulamaları olduğu son derece açıktır. Kaldı ki, hareketin ilhamını merhum lideri Selamet Haşim’den aldığı ve Haşim’in İslami bir toplum modeli çalışmalarına ağırlık verdiği hatırlandığında, bugün barış ortamı sürecinde Mindanao halkının bu yönde bir çaba içine girmesi doğal bir yönelim olarak kabul edilmelidir.

Bu noktada, dikkat çekilmesi gereken husus, İslami hükümlerin uygulanması sürecinde nasıl bir metod izleneceğidir. Bu uygulamanın, Mindanao’da diğer dini grupların da mevcudiyeti kadar, Filipinler anayasası ile çelişip çelişmeyeceği de zamanla gündeme gelecektir.

Ekonomik kalkınmışlık - benzer sorunlar
Her ne kadar, bölge yer altı ve üstü zenginlikleriyle dikkat çekse de, gerek sömürge dönemi gerekse modern Filipinler devleti döneminde ülkenin, özellikle kuzey ve orta bölgelerinden farklı etnik ve dini unsurların Mindanao Adası’na yerleştirilmeleri, kaynakların bu göçmen kitleleri lehine ve onların merkezdeki efendileri lehine bir ekonomik gelişme sürecine konu olmuştu.

Ayrıca on yıllar boyunca süren savaş ortamının ürettiği mafyatik organizmaların varlığı ve bunların yeni sürece adaptasyonu konusunda MILF yönetiminin kapsamlı bir çalışma yapması gerekecek.

Özerk yönetime hazırlanan Ada’nın ulusal ve uluslararası yatırımlara konu olacağını hesaba katmakla birlikte, bunun bölge yönetiminin ne denli usta ellerde şekilleneceğine bağlı olacaktır. Bununla birlikte, ilk etapta bölge vergi gelirlerinin yüzde 75’i özerk yönetime kalırken, merkezi hükümet ulusal gelirin yüzde 5’ine tekabül eden 1.1 milyar Doları bir tür hibe olarak yıllık olarak yönetime aktaracak.

Bölgenin ekonomik anlamda zenginliğine işaret eden en önemli yanı, bölge sınırları içerisinde yer alan deniz altındaki doğal gaz kaynağı. Başkan Duterte, bölgede mevcut olduğu tahmin edilen 68 milyar kübik fit değerindeki metan gazının tüm ekonomik varlığının bölge Müslüman toplumuna ait olduğunu açıkladı. Bununla birlikte, bölgenin bu potansiyel zenginliğinin yeni bir göç dalgasına neden olacağını ima eden cümleler de sarf etmekten geri kalmadı.

Bu durum, açıkçası, Güneydoğu Asya’daki çatışma bölgelerinden biri olan Açe’deki barış sonrası süreci akla getiriyor. Bölge halkının eğitim düzeyi, eyalet yönetiminde profesyonellik, ulusal ve uluslararası yatırımların ilgili bölgede faaliyette bulunup bulunmaması, ulusal politikanın veya merkezin güçlü aktörlerinin siyasi ve ekonomik çıkarlar uğruna bölge halkına göz açtırmama çabaları gibi hususların benzerlerine Mindanao’da da rastlanabileceğini söylemek gerekir.

Bu anlaşmanın Filipinler siyaseti için önemine kuşku yok. 13 Mayıs 2019 tarihinde yapılan genel seçimler öncesinde devlet başkanı Rodrigo Duterte geniş kamuoyunda ülke barışına katkı sağlayacak Mindanao sürecini hal yoluna koymakla önemli bir destek aldığı söylenebilir.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2018/09/06/mindanao-barisinda-yeni-surec-a-new-phase-in-mindanao-peace-process/