MEHMET ÖZAY 28.12.2016
Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin 2. Dünya Savaşı’nın yönünü değiştiren Japon
saldırısının gerçekleştiği Pearl Harbour limanına yaptığı ziyaret, ABD-Japonya
ilişkilerinde halen var olduğu anlaşılan yaraların onarılması anlamı taşıyor.
Abe’nin bu ziyaretini tek başına değil, aksine ABD başkanı Barack Obama’nı 27
Mayıs’da Hiroşima Anıtı’nı ziyaretiyle birlikte ele almak gerekir. Bu noktada,
ziyaretlerin dünkü küresel savaşa, iki ulus arasında bugüne kadarki psikolojik
tepki ve önümüzdeki süreçte mevcut ittifakın yeni bir seviyeye çıkartılması
gibi alanları kapsadığı anlaşılıyor.
Pearl Harbour öncesi: ‘Asya
Asyalılarındır’
Önce Pearl Harbour’a nasıl gelindiğine kısaca bakmakta fayda var. 1930’lu
yıllardan itibaren Büyük Asya idealini güçlü bir şekilde ortaya koymaya
başlayan Japon imparatorluğu’nun Doğu ve Güneydoğu Asya topraklarına nüfuzunun
arka plânında bölgesel bir güç olmak yatmıyordu sadece. Aksine, bölgede
yüzyıllar boyunca egemenlik sürmüş İngiliz ve Hollandalı gibi Avrupalı
sömürgeci ulusları Asya topraklarından çıkarmayı amaçlıyordu. Bunu da, ‘Asya
Asyalılarındır’ politikasıyla bölge halklarına yönelik bir propaganda ile
gündeme getirerek hem onlardaki ‘bağımsızlık ruhunu’ geliştiriyor hem de kendi
teritoryal yayılmasının önünü açıyordu.
Doğu ile Batı’nın küresel çekişmesinin nihai noktası olarak kabul
edilebilecek bu savaşta Japonya, yerli halkların desteğiyle Avrupalı ulusları
bölgeden çıkartmakla sınırlı kalmayan bir strateji izledi. Petrol ambargosu
uygulayana ABD’nin Pasifik kuvvetlerinin bulunduğu Pearl Harbour’a süpriz bir
saldırı düzenleyerek ABD’yi karşısına alma cüretini gösterdi. Pasifik
kuvvetlerinin merkezini vuran Japonların bu süreçte Doğu ve Güneydoğu Asya
topraklarındaki varlığı pekişeceği gibi, belki de İngiliz sömürgeciliğinin
merkezi konumundaki Hindistan’a yol alabilecek bir girişim imkânını da içinde
barındırıyordu.
Bombaların ürettiği ittifak
Obama ve Abe’nin iki ulus için savaşın dönüm noktaları olan iki mekâna
yaptıkları ziyaretleri hiç kuşku yok ki, bir yanıyla tarihe düşülmüş bir not
olma, öte yanıyla da, iki ülke
arasındaki yakın ittifakının 75. yılına saygı anlamı taşıyor. Bu ‘saygının’
geçmişte küresel güç savaşında hayatını kaybedenlere matuf bir yönü olmasına
rağmen, iki taraf da gerçekleştirdikleri sembolik ziyaretlerde ‘özür’ konusunu
gündeme getirmekten imtina ettiler.
Liderlerin ağzından sadır olacak bir özür ifadesi, iki devlet için ‘dün’
yapılanların yanlışlığına ortaya koyacağından bundan özellikle kaçınıldığı açık.
Bununla birlikte, mevcut ittifaka rağmen, önce Obama ardından Abe’nin ‘anıtlara’
yaptıkları bu ziyaretlerin iki ulus arasındaki psikolojik bariyerin aşılmasına
bir katkısı olacağını düşünmek mümkün. Japonların 1941’de Pearl Harbour’a
baskını sonrasında ABD’nin 1945’de Hiroşima ve Nagazakiye’ye atom bombası
atması iki devletin ilişkileri tümüyle koparmasına değil, aksine ABD için
Japonya’nın vazgeçilmez ve en önemli bir müttefik olmasına, savaş sonrasının
mağlubu ve eli kolu bağlanmış Japonya’nın ise ABD’ye bağımlılığına yol açmıştı.
Öte yandan bu ziyaretlerin, yeni küresel dengelere gebe günümüz şartlarında
ABD-Japonya ittifakı harcını daha da karma gibi bir yönü de bulunuyor. Bu
nedenle, hiç kuşku yok ki, bu vesileyle üzerinde durulması gereken, ABD-Japonya
arasında 20. yüzyılın ikinci yarısında geliştirilen boyutuyla siyasi ve askeri
ittifakın, bu yüzyılda da yeni evrelere taşınması hususudur. Bu noktada, anıt
ziyaretleri gibi sembolik anlamı öne çıkan bir inisiyatifin, görev süresi
bitmekte olan Obama yönetiminin Asya-Pasifik politikalarına eş güdümlü olarak
yerine getirildiğine kuşku yok. İçinde iki ulus halkının birbirini daha
yakından anlayabildiği ve empati kurabildiği olgusu; bölgesel ve dünya barışına
katkının ortaya konulması; komşu ve özellikle de hasım olma noktasındaki
ülkelere ABD-Japonya işbirliğinin gayet dinamik olduğunu ve bunun yakın ve orta
vadede bölgedeki gelişmelere göre yeni yapılaşmalara konu olabileceği gibi
hususları hatırlatmasıyla dikkat çekiyor.
Trump’la belirsizliğe doğru
Bununla birlikte, ABD’de ki seçim sonuçlarının neredeyse tüm ABD
politikaları gibi bu alanda da belirsizlik ve şüpheleri öne çıkardığı
gözlemleniyor. Bu nedenle, ABD başkanı Barack Obama Mayıs ayında Hiroşima’yı
ziyaret ederken, acaba Japonya ile ittifak ilişkisinde ABD’nin payına düşen
sorumluluğu azaltacağını ileri süren Donald Trump’ın Kasım ayındaki zaferini
öngörmüş müydü sorusu gündeme getirilebilir. Trump’ın, genel olarak Asya ve
özelde Japonya ile olan dış politikada değişikliğe gideceği mesajı, ABD’de
yerleşik ilişkileri savunan çevreler kadar, Japon yönetimince de yakından ve de
kaygıyla takip ediliyor.
Her ne kadar, Abe hükümeti, 1889 Meiji Anayasası’nın ABD tarafından 1947
yılında revize ettirilen ve bizzat ‘yazdırılan’ Japonya’nın uluslararası
anlaşmazlıklarda ordu güçlerini tehdit bağlamında dahi olsa harekete
geçiremeyeceğini ve savaş ilânında bulunamayacağını konu alan Anayasa’daki 9.
Madde’yi ‘gözden geçirme’ kararı almış ve ulusal güvenlik konusunda pro-aktif
bir politika izleyeceğini açıklamış olsa da, Japonya’nın bölgedeki potansiyel
hasımları karşısında kendine yeter bir askeri ve savunma gücü teşkil ettiğini
söylemek güç. Bu nedenle Trump’ın Güney Kore’yle birlikte Japonya’nın askeri
yapılanma ve harcamalarda ABD’nin maddi katkısının azaltılacağını açıklamış
olması ABD-Japonya ilişkilerinde yeni bir döneme mi girileceği sorusunu
akıllara getiriyor.
Asya-Pasifik’de yeni aktörler
ve nükleer tehdit
Obama’nın başkanlığının son aylarında bu ziyaretler vesilesiyle gündeme
getirdiği Japonya ile ilişkilerin geliştirilmesi konusu sadece ulusal
savunmasını ABD’ye teslim etmiş Japonya için önem arz etmiyor. Bunun ötesinde,
komplike ilişkiler ağına sahip ve Avustralya, Rusya ve Hindistan gibi yeni
aktörlerle sürecin daha da karmaşıklaşabileceği Doğu ve Güneydoğu Asya’daki
ABD’nin varlığı için de kayda değer bir durum ortaya koyuyor.
Trump ve kabinesinin Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesindeki gelişmeleri bu
perspektiften ele alıp almadığı konusu henüz belirginlik kazanmış değil. Ancak Trump’ın
seçim zaferinin akabinde özellikle Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’na (TPAA)
yönelik reddiyeci tutumu üzerine Abe’nin Trump’la 17 Kasım’da gerçekleştirdiği uzun
görüşme ve sonrasında Japon hükümetinin bölgede TPPA’ya alternatif
yapılaşmalara kapı aralayacak girişimleri dikkate alındığında, ABD’nin bölgede
olası bir ‘gerilemesi’ karşısında bölge ilişkilerini yapılandırmaya yönelik
yeni aktörlerin icraatlarına konu olabileceğini gösteriyor.
Obama’nın Hiroşima Barış Anıtı’na yaptığı ziyarette yaptığı konuşmada,
‘nükleer silahlardan arındırılmış’ bir dünya söylemi kulağa hoş geliyordu.
Ancak bugün başkanlık koltuğuna oturma hazırlığı yapan halefi Trump ise, Rusya
devlet başkanı Vladimir Putin’in bir nükleer yarışa gönderme yapan yaklaşamını
teyit ve tehdit eder bir karşılık verdi. Putin, Ekim ayında olası bir nükleer
saldırı karşısında sivil savunma hazırlığı yaptırmış ve nükleer savaşa hazırlık
söylemini gündeme taşımasına karşılık nükleer çalışmalara devam edilmesi
açıklamıştı. geçen hafta Washington Post’da iki liderin nükleer silah yarışına
yeniden hızlandırılması konusunda hem fikir olduklarını gündeme taşıyordu.
Putin-Trump arasında geçen nükleer başlıklı füzeler konusunun daha
konuşulacağına şüphe yok. Ancak salt ‘nükleer’ sözcüğünün bile Japon halkı
üzerinde yarattığı olumsuz etki dikkate alındığında iki liderin bu söylemi
karşısında Japon başbakanı Abe’nin ve de hükümetin nasıl karşılık vereceği
merak konusu. Yukarıda dile getirildiği üzere, Abe’nin ülkenin savunma
politikalarında ‘pasifist’ yaklaşımdan vazgeçilmesi konusunda 2012’den bu yana
sürdürdüğü politikada iş ‘nükleer’ yapılanmaya kadar varıp varmayacağını zaman
gösterecek.
Açıkçası nükleer konusu Japon yönetimi için son derece karmaşık bir husus
olmaya da aday. Son dönemde, Kuzey Kore’nin füze denemelerinin Japonya’ya bir
tehdit unsuru olduğuna kuşku yok. Buna ilâve olarak, bölgede zaten önemli bir
aktör olarak yer alan Çin’in ardından, Rusya ve Hindistan faktörlerinin de
devreye girmesi karşısında Japonya’nın yeni ittifaklar arayışında olacaktır.
Başbakan Abe, Hindistan başbakanı Narendra Modi’nin 11 Kasım’da Tokyo’ya
yaptığı ziyaretin de ortaya koyduğu üzere bunun sinyalini vermeye başladı.
ABD ve Japonya arasında 2. dünya savaşında yaşananlar, 20. yüzyılın geri
kalan uzun döneminde iki ülke ilişkilerinde belirleyici olarak güçlü bir
ittifaka yol açtı. Bu ilişki, Obama yönetiminin 21. yüzyıl Asya Çağı’nda da
yeni açılımlara matuf bir yön içeriyor/du. Önce Obama, ardından Abe’nin savaşın
anısını taşıyan mekânlara yaptıkları ziyaret bunun sembolik göstergeleridir.
Yeni yılla birlikte, ABD’de yeni yönetimin Japonya ile ittifakı nasıl
şekillendireceği Asya-Pasifik politikaları içinde büyük önem taşıyor.