Mehmet Özay 17 Temmuz 2016
Dalai Lama
Öncülüğünde Tibet Siyasi Hareketi ve Çin’le İlişkiler
Tibet’in dini ve siyasi lideri Dalai Lama’nın geçen Çarşamba günü ABD
Başkanı Barack Obama ile görüşmesi Çin tarafından büyük tepkiyle karşılandı. Tibet
Budizminin sadece ruhani değil, siyasi liderliğini de yürüten seksen yaşındaki
Dalai Lama’nın, zaman zaman Batılı ülkelerin yakın ilgisine mazhar olduğu gibi
siyasilerle de görüştüğü biliniyor. Bu bağlamda söz konusu görüşmenin,
Obama’nın Dalai Lama ile dördüncü kez olduğunu hatırlamak gerekir. Tüm bu
görüşmeler öncesi ve sonrasında Çin’den tepkilerin gelmesi de rutin bir durum
arz ediyor. Örneğin 2012 yılında İngiltere Başbakanı David Cameron’ın
görüşmesinin ardından bir yıl boyunca İngiltere’ye bakan düzeyinde heyet
gönderilmemesi verilen tepkilerin boyutun ortaya koyması bakımından dikkat
çekici.
Bu hafta ortasında yapılan görüşme, Çin’in çıkışı özelinde bir
değerlendirmenin ötesinde hiç kuşku yok ki, yönetimde son aylarını yaşayan
Barack Obama’nın insan hakları ve dini azınlıklar konusunda sergilediği önemli bir
duruş olarak anlaşılabilir. Görüşme için mekân seçimi de oldukça
‘incelikliydi’. Beyaz Saray’da siyasilerle görüşmelerde kullanılan ‘Oval
Office’ değil de, ‘Map Office’in seçilmesi, Obama’nın Çin’den gelecek tepkileri
sembolik olarak engellemeye matuf bir girişimdi. Toplantının bir başka önemli
yanı ise, tarihi Çin’in tarihi gibi binlerle ifade edilen bir geçmişe dayanan ve
kendine has kültür, gelenek ve dini ile Asya’nın özgün bir coğrafyasını
oluşturun Tibet’in siyasi varlığına dair de bir hatırlatma içeriyor.
Çin’in Egemenlik
Hakkının İhlali
Bu ve benzeri görüşmeler üzerine Çin hükümetinin verdiği tepkilerin temel
nedeni, egemenlik haklarının ihlal edildiği iddiasına dayanıyor. Çin yönetimi
yarım yüzyılı aşkın bir süredir Tibet’in kendi toprağı olduğu; Dalai Lama’nın
dini lider değil, dini liderlik kisvesi altında siyasi lider olarak Çin’i
bölmeye çalıştığını ileri sürüyor. ABD’nin veya bir başka Batılı liderin Dalai
Lama ile görüşmesini de Tibet’in Çin’in toprağı olduğu konusundaki güvencesine
muhalif bir girişimde bulunması yönündeki iddialarından kaynaklanıyor.
Çin’in Tibet topraklarında nasıl bir hak iddia ettiği ve bunu nasıl pratiğe
geçirdiği konusu önemli. Tarihin uzun bir döneminde bağımsız bir toprak parçası
olarak varlığını korumuş olan Tibet, dönem dönem Moğolların ve çeşitli Çin
hanedanlıklarının ve akabinde çok kısa bir süre de olsa, 19. yüzyıl sonlarında
İngilizlerin siyasi egemenliğine girdi. Özellikle bu son dönem, Çin devleti
tarafından Tibet’in Çin’den koparılması süreci olarak algılanıyor ve bugün Çin
yönetiminin Batılı devletlere Dalai Lama konusundaki uyarılarının da temelini oluşturuyor. Öte yandan 19. yüzyıl sonu ve 20.
yüzyıl başlarında yaşanan siyasi değişimler neticesinde Tibet bağımsız bir
toprak parçası hüviyetine kavuştu. 1949’daki komünist devrimle birlikte, sadece
‘uzak’ tarihin değil, 19. ve 20. yüzyıl başları gibi yakın tarihinde de maruz kaldığı istilalarla bir tür korunma
psikolojisine bürünen Çin, Tibet gibi pek de o dönem uluslararası gündemde yer
etmeyecek bir coğrafyayı ilhak girişiminde bulundu.
Tibet’in İlhakı
veya Tarihi Gerçekler
Çin’in Tibet’i işgal etmesinin temel
nedeni tıpkı Güney Çin Denizi konusunda olduğu gibi ‘tarihe’ yapılan referans.
Ancak uluslararası arenada haklarını arayan Tibetliler ise, ‘farklı’ bir
tarihle gündemi belirlemeye çalışıyor. Geçmişte dönem dönem ortaya çıkan Moğol
ve Çin istilalarına rağmen, bağımsızlığını koruyabilmiş olan Tibetliler bu her
iki yabancı topluluk içerisinde Tibet budizminin yayılması gibi kültürel
etkileşimde etkin rol oynadı. Yakın döneme gelindiğinde ise, özellikle Çin’deki
gelişmelerle birlikte 20. yüzyıl başlarında da bağımsız bir ülke konumunda.
Çin’in bu çetrefilli tarihi süreçte bir dönem hakimiyet kurduğu Tibet’i
komünist devriminin akabinde yeniden kendi toprağı kabul ederek ilhak etmesi
bugüne kadar devam edegeldi. Başta Hindistan olmak üzere çeşitli ülkelere göç
eden on binlerce Tibetli’ye karşılık, geride kalan topluluk ise, Çin
hükümetlerinin uyguladığı iç göçlerle neredeyse azınlık konumuna geldi. Çin
yönetimi, bu süreçte Tibet’te nükleer silah üretimi gerçekleştirip, atıklarını
gömerek hem doğa ve hem de insan sağlığını tehdit eden icraatları olduğu
belirtiliyor.
Tibet ise, tıpkı geçmişte olduğu
gibi komşuları Moğollar ve Çinlilerin dev ordularıyla değil ‘bilgelikleriyle’
ayakta kalabildiklerinden bugün de aynı tabloyla karşılaşıldığını söylemek
mümkün. Dalai Lama’nın dünyayı gezerek siyasi ve toplum liderleriyle
görüşmeleri Tibet hareketinin stratejisini oluşturuyor. Savaşı değil, barışı
öngören ve bu çerçevede Çin devletiyle ortak noktalarda buluşacak bir barış
anlaşması yapılmasını talep ediyor.
Tibet Sürgün
Hükümeti
Çin’in 2. Dünya Savaşı
sonrasında kendi iç güvenliğini tehdit ihtimali bulunan çeperindeki bölgeler
üzerinde siyasi hakimiyet kurma politikası Tibet’i de içine alacak şekilde
genişlemiştir. Komünist devrimden sadece birkaç yıl sonra yani 1950 yılında
Çin’in Tibet’i ilhakı başladı. Bu süreçte, Dalai Lama Pekin nezdinde
girişimlerde bulunup dönemin önde gelen siyasileriyle görüşmeler yapsa da,
Çin’in bildiğini okuması üzerine baş gösteren toplumsal ayaklanma sonrasında
gelen şiddet ortamı üzerine Dalai Lama 1959 yılında yaşadığı toprakları terk ederek
Hindistan’ın kuzeyinde Dharamshala’ya yerleşti. Bu
süreçte, dikkat çeken husus, Dalai Lama ‘pasif eylem’ yöntemini benimseyerek
Hindistan’ın kuzeyinde ‘Küçük Laksa’da yaşamını sürdürürken, sürgün hükümetinin
başında yer almakla kalmamakta, seçimlerle sürgün parlamentosu oluşturarak
demokratik bir sisteme atıfta bulunur.
Dalai Lama, bu mücadelede Tibet’in önde gelen siyasi ve entellektüelleriyle
Hindistan’da faaliyet gösterirken, Batılı ülkelerde de temsilcileri ve
bağlılarıyla dikkat çeker. ‘Tibet Sürgün Hükümeti’ adıyla anılan siyasi temsil
kurumunun Hindistan’da bulunması Çin ve Hindistan ilişkilerinde hassas
noktalardan birini oluşturur. Dalai Lama’nın, Tibet’in bağımsızlığı ve Çin
istilasından kurtulma yönünde başlattığı mücadele, o dönemin özellikleri
dikkate alındığında sıradan bir hareket olarak değerlendirilemez. Aksine,
sömürge sonrası dönemin artan siyasi bilinç ve özgürlükçü hareketlerinin bir
parçası olarak kendine yer buldu.
Bu anlamda, Dalai Lama şahsında Tibet Budizminin özgürlükçü hareketler
noktasında ‘pasif eylem’ olarak adlandırılabilecek bir direnişi olduğu görülür.
Batılı siyasiler nezdinde kabul görmesi aşağıda bahsedileceği üzere, Dalai
Lama’nın siyasi bir lider olarak belirlediği ve temsil ettiği dini/geleneksel
yapıya göre oldukça ‘liberal’ yönelimle bağlantılı. Tabii, bu kabulün bir
siyasi desteğin yanı sıra, Batı’nın ‘mistik doğu’ geleneklerine yönelik sempatisinin
de rolü olduğunu söyleyebiliriz.
Aradan geçen on yıllar içinde Tibet temsilcileriyle Çin’li yetkililer
arasında çeşitli görüşmeler yapılması ve BM tarafından 1959, 1961 ve 1965
yıllarında çözüm ortaya koyması iki taraf arasında anlaşmayı getirmedi. Dalai
Lama’nın Obama’yla yaptığı son görüşmede ortaya konduğu üzere Tibet tarafı
bağımsızlık değil, Çin yönetimiyle masaya oturup ‘gerçek’ bir otonom yapı
kazanmayı hedefliyor. Bu otonom yapı içerisinde yukarıda ifade edildiği üzere
‘demokratik’ bir yönetimi öngörüyor.
Dalai Lama: Bir Ruhani
Lider
Gerçek adı Tenzen Gyatso olan Dalai Lama, Tibet Mahayana Budizminin ruhani
lideri olduğu kadar, belki bundan daha çok anavatanının özgür bir yönetime
kavuşması için verdiği mücadeleyle siyasi bir lider olarak tanınıyor. Dini-kültürel
bir geleneğin uzantısı olarak ortaya çıkan Dalai Lama, Budha’nın reankarnasyonu
olarak bugüne kadar varlığını sürdürdü. 1950 yılında ise 15 yaşındaki Dalai
Lama bu silsilenin 14. mensubu olarak görevlendirildi.
Dalai Lama adı, pek de dünyevi çaba ve gayretlerle irtibatlı olmadığı
varsayılan bir dinin, yani Budizmin kendi halinde bir rahibi olmaktan ziyade,
siyasi hareketle birlikte anılır. Her ne kadar kendisini ‘Ben sıradan bir
rahibim’ diye tanımlasa da, Budizm öğretisinin Orta Asya’da Tibet
topraklarındaki varlığının temsilcisi olan ve ‘Lama’lar silsilesinin 14.sü olan
Dalai Lama, yarım yüzyıldır Çin’in hakimiyetine karşı Tibet’in bağımsızlığı
için verdiği siyasi bağımsızlığın öncüsüdür. Pür dini inanç ile mücadeleyi
şahsında bütünleştiren Dalai Lama, sergilediği duruşuyla belki de mensubu
bulunduğu dine ve de siyasi harekete uzak kitlelerce de ilgi görüyor.
Bir Budist Rahibin
Demokratik Çıkışı
Dalai Lama’nın siyasi hayatı, Çin’in ilhak girişimiyle birlikte dönemin
Çinli yetkilileriyle görüşmeleriyle başlatılabilir. 1960’lı yıllarda ise,
sürgün hükümetine ‘demokratik’ bir yapı kazandırmasıyla üçüncü dünya
ülkelerindeki dini liderler arasında farklı bir duruşu olduğunu ortaya koydu.
Sürgün parlamentosu seçimle belirlenirken, olası bir ‘Tibet özgürlüğünde’
siyasi bir hak talep etmeyeceğini de beyan ederek halkına nasıl bir siyasi
yönetim istediğinin işaretlerini verdi. Dalai Lama’nın sürgündeki icraatlarının
belki de en dikkat çekeni, 1960’lı yılların başlarında, ‘gelecekteki’ bir Tibet
devletinin anayasasını oluşturmak oldu. Budist ilkeler ve modern demokratik
değerlerin birleşiminden doğan bu anayasa, şu ana kadar uygulama fırsatı bulamasa
da, salt bir yönetim meselesi olarak değil, Tibet siyasi kültürünün dönüşümü
anlamı taşımasıyla da dikkat çekiyor.
Siyasi bir lider olarak uluslararası arenaya çıkışı ise, 1973 yılından
itibaren Litvanya’dan ABD’ye çeşitli ülkeleri, Vatikan’dan Canterbury
Kilisesi’ne kadar çeşitli küresel dini kurumları, sivil toplum kuruluşlarından
üniversiteler kadar ‘seküler’ yapıları ziyaretleri Dalai Lama’yı uluslararası
bir figür haline getirirken, tüm bu süreçte Tibet davası için destek
arayışlarını sürdürdü. Şiddetten kaçınan ve diyalogu öncelleyen siyasi
yaklamışı nedeniyle 1989 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.
Bu noktada, Dalai Lama’nın 1950’li
yılların ikinci yarısından itibaren verdiği mücadele yerel veya bölgesel değil,
küresel bir boyutu taşındı. Hindistan’da gördüğü kabulün ardından, özellikle
Batılı ülkelerden aldığı destek salt bir sempati ürünü de değil. Başta Tibet’in
geçmişi olmak üzere sahip olduğu egemenlik hakkı, o topraklarda hüküm süren
toplumun insan hakları çerçevesi kadar, Çin gibi bölgesel ve giderek küresel
bir tehdit algısına yol açan bir gücü kendi sınırlarına çekmenin de bu süreçte
bir rolü var.
Komünist Devlet
Budizmi Şekillendirmek İstiyor
1949 yılında Çin devleti ‘komünizmi’ siyasi rejim olarak belirlese de,
kadim Çin geleneği ve bu geleneğin bugüne yansıyan yüzünde Budizm kaçınılmaz
bir sosyal gerçeklik olarak kendini ortaya koyar. Bu anlamda, Tibet Budizmi ile
tüm dinlere yönelik baskılara rağmen, halkın ‘külürel’ genetiğinde sahici bir
yeri olduğu düşünülebilecek ve adına ‘Çin Budizmi’ denilecek yapı arasında ne
türden bir bağdaşıklık ve kopukluk olduğu sorgulanmayı hak ediyor. Bu çerçevede
Çin yönetimi Dalai Lama’yı tanımadığı gibi, onun vefatının ardından gelecek
Lama’yı tanımayacağını açıkça ortaya koyuyor. Açıkçası komünist bir ideolojiye
dayanan Çin yönetiminin bir dini grubun liderini belirleme hakkını kendinde
bulundurması söz konusu din ve o din mensupları üzerindeki siyasi baskısının
bir göstergesi olduğu kadar, kendi içinde de son derece çelişkili bir durum
oluşturuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder