Mehmet Özay 15 Aralık 2015
Endonezya’da
9 Aralık günü yerel seçimler yapıldı. Bu seçimleri önemli kılan bazı hususlar
var. Her zaman ifade edildiği üzere dünyanın en büyük üçüncü ‘demokrasisi’ ve
sahip olduğu Müslüman nüfus gibi nitelikleriyle Endonezya’da ‘demokratik’
ilkeler bağlamına giren her adımın dikkat çekmesidir. İç politikada ise önde
gelen siyasi partiler için yerel seçimler daha epeyce vakit olmakla birlikte
2019 başkanlık seçimleri için bir ön hazırlık çalışması niteliğinde. Ancak
bundan önce belki de, başkanlıkta bir yılını dolduran Jokowi’nin mensubu
bulunduğu Endonezya Mücadeleci Demokrasi Partisi (PDI-P)’nin sınanması anlamı
taşıyor. Bir süredir iç kriz yaşayan bir dönemin en önemli siyasi partisi
Golkar ise, pek çok bölgede aday göstermesinden hareketle, en azından şimdilik
krizi aşmış görünüyor. Neredeyse her seçimde tanık olunduğu üzere, herhangi bir
siyasi partinin tek başına siyasi güç temin etmesinin mümkün olmadığı
Endonezya’da bu yerel seçimlerde de çeşitli partilerin ittifakları gündeme
geldi.
Geniş
kitleler için ‘yerel’ kavramının son dönemde ilintili olduğu en önemli konu
kuşkusuz ki, Devlet Başkanı Joko Widodo’nun (Jokowi) yerel yönetimlerden
gelmesi. Önce Solo Belediye Başkanlığı ardından, iki yıl gibi bir süre devam
etmiş, yani tamamlanmamış Cakarta Valiliği tecrübesi. Doğa Cava’da bir
şehirden, ulusal başkente ve oradan devlet başkanlığına çıkış serüveninde
Jokowi’yi ulusal siyasetin odağına yerleştiren ‘halkla iç içe ve ‘halkı
öncelleyen’ politikaları gündeme taşımasıydı. Zaten halkında Jokowi’yi ‘halkçı’
bağlama yerleştirmesinde bu geçmiş önemli bir unsur. Tabii ülke siyasal
yaşamında yerel yönetimler örneğinde bir tek ‘ismin’ yani Jokowi’nin öne çıkıyor
oluşunda da demokratik kriterler ve eğilimler noktasında bazı sorunlar kendini
gizli açık ortaya koyuyor. Bu çerçevede, Jokowi gibi ‘temiz’, ‘halkçı’ bir
lider örneği kadar, reform döneminin bir sonucu olarak yerel yönetimlerin
seçimle tayini en önemli siyasi değişimin, merkez-çevre dengesini ‘çevre’
lehine kaydırırken, bunun seçilmişler nezdinde ‘yolsuzluk’ eğilimlerini de
beslediğine tanık olunuyor.
Jokowi-halk
ilişkisine değinmişken, şunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Geçen yıl Başkanlık
seçimlerinin hemen akabinde ilginç bir gelişme yaşanmıştı. Jokowi’ye başkanlık
yolu açıldığında, henüz değişmemiş olan eski meclis, bir tür intikam iç
güdüsüyle yerel yönetimlerden gelen Jokowi’ye haddini bildirme babında, artık
yerel yönetimleri halkın değil, eski sisteme, yani Suhartolu yıllardaki
uygulamaya döndürülerek, atamayla belirlenmesini içeren yasayı apar topar kabul
etmişti. O dönem geniş kesimlerden tepki gören bu ‘hızlı yasa değişikliği’,
Jokowi’nin ve de yeni meclisin göreve başlamasıyla yeniden, reform dönemi
yapısına oturtulmuştu. O ‘eski meclis ki’ içinde Demokrat Partisi, Golkar’ı ve
çeşitli tonlarıyla, açık ya da gizli, kendini İslamcı kanada mensup addeden
siyasi oluşumların olduğu bir yapıydı. Bu ‘hamle’ bile, ülke demokrasisinin
günün getirileri ile ne denli değişkenliğe maruz kalacağını ortaya koyan bir
örnek olarak siyasi tarihe geçmiş oldu.
Bu
noktada, yerel seçimler niçin önemli sorusuna geçebiliriz. Endonezya siyasi
tarihinin önemli aşamalarından biri kabul edilen 1998 yılında Suharto
yönetiminin sona ermesinden sonra, ‘demokratik’ ilkeler adına halka tanınan
temel haklardan biri olarak yerel yöneticileri seçme hakkı 2004 yılında
yürürlüğe girdi. Ancak geniş bir coğrafyaya yayılan ülkede seçim sistemi alt
yapısının yetersizliği nedeniyle yerel seçimler dönemlere dağılmış olarak
farklı tarihlerde yapılıyordu. 9 Aralık’daki seçimi önemli kılan ilk unsur bu
maddi öge. Yani ilk defa ülke genelinde -her seçim bölgesini kapsamasa da- 264
seçim bölgesi ki, büyük bir coğrafi bölgeyi içine alacak şekilde yerel seçimlerde
vali, belde ve büyükşehir belediye başkanları seçimi yapıldı. Ülkenin önde
gelen yöneticileri “Aman dünyanın gözü üzerimizde. Dikkatli olalım. Bu
demokrasi sınavını başarıyla” verelim açıklamalarıyla yapılan seçimlerde
görünürde öyle büyük bir ‘itibarsızlığa’ yol açacak vakıalar yaşanmadığı
söylenebilir. Ancak sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen seçim bölgelerinde
klasik ‘oy hırsızlığı’ seçimlerin iptalini getirdi.
Seçimlerden
birkaç gün sonra ise, ulusal seçim komisyonunun genel katılım oranlarının
yanıltıcı olduğu konusunda bazı sivil toplum kuruluşlarının tepkisi geldi.
Seçim komisyonu katılım oranını %77 olarak belirtirken, kamuoyu araştırma
şirketleri bu oranın %60 civarında olduğunu ileri sürüyordu. Bu görüşü
destekleyen bir diğer vurgu ise, yerel seçimlere katılım oranının 2014
başbanlık seçimlerine kıyasla düşük olduğu yönündeki ifadeydi.
Seçimlerin
niteliğini ilgilendiren belki de en önemli konu, adayların belirlenmesi
süreciydi. Bu ‘nitelik’ problemi aslında katılım oranının arzu edilir düzeyde
olmamasıyla da ilintili olmasıyla dikkat çekiyor. Halk, kendine yakın
hissettiği adayları listede göremedi. Bunun temel nedeni ise, mevcut siyasi
partilerin aday belirleme süreçlerinde ‘paralı ve popüler adaylar’ gibi
‘farklı’ kriterleri öncellemesiydi. ‘Paralı adaylar’ derken, kampanya dönemini
kendi imkânlarıyla geçirebilecek, bu anlamda partiye yük olmayacak isimler. Tabii,
‘paralı adaylar da’, bir partiye ‘yaslanmak’ suretiyle bir tür karşılıklı çıkar
ilişkisinin örneğini ortaya koymaktan geri durmayacaklardı.
Bir
diğer husus ise, kendini halka yakın hisseden ve ‘halk için’ çalışma
arzusundaki adayların ‘bağımsız’ olarak seçimlere girmesinin teknik olarak
mümkün olmamasıydı. Herhalde bu süreçte ülke demokrasisine kazandırılacak temel
bir özellik olarak yasa yapıcıların dikkatini çekecektir. Bu noktada zaten bazı
sivil çevrelerden Anayasa Mahkemesi’nin acilen bu konulu ele alması ve bir
sonraki seçimlere yetiştirilecek şekilde gerekli düzenlemenin yapılması
konusunda çağrılar var.
Bunlardan
bağımsız genel anlamıyla ülke demokrasisinin ‘zaaflarının’ en başında gelen
‘güvenilirlik’ sorunu da seçmenlerin sandık başına gidip kendi yerel
yöneticilerini belirleme sürecine aktif katılım sağlamada çekingen tavır
sergilemeleridir. Burada “nasıl olsa verilen vaatler yerine getirilmeyecek”
algısının oluşmasında, bütün suçu herhalde ‘cahil’ seçmen algısı olarak
yorumlamak mümkün değil. Kaldı ki, kampanya dönemi boyunca ülke ana medyasını
meşgul eden yolsuzlukla ilgili davalarda yerel yöneticilerin de boy göstermiş
olması, seçmenlerin ‘algısında’, şu veya bu şekilde belirleyici bir rolü olsa
gerek.
Aslında bu yaklaşım bile
içinde, beş yıllık süreyle seçilen yerel yöneticilerin hangi kriterler ve
süreçlerle halkla iç içe oldukları ve olmadıklarını da ortaya koyuyor. Beş
yıllık bir süre ile bir belde/ilçe/il’in yöneticisi olmak, ‘yolsuzluğun’
endemik olduğu bir ülke için ‘kazanımlar’ noktasında az bir süre değil. Kaldı
ki, bu süre zarfında yöneticileri, yerel meclisleri kontrol mekanizmasına
tutacak, halka karar mekanizmalarında yer verecek bir uygulamada ortada
olmaması seçmende ‘soğuk’ ve ‘donuk’ bir tavrın ortaya çıkmasında rol oynuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder