Mehmet
Özay 30 Kasım 2015
Bu dizinin üçüncü yazısıyla bir
kez daha karşınızdayım. Bu yazının hemen başında “Malay dünyasını tanıyor
muyuz?” sorusunu, biraz da kışkırtıcı bağlamıyla bir kez daha sorarak başlamak
istiyorum.
Bu soruyu sorarken, aslında bir
yandan da ”Malay Dünyası–Osmanlı Çalışmaları Merkezi”ne ne denli acil ihtiyaç
olduğunu da dolaylı olarak gündeme taşıdığım fark edilecektir. Bu sorunun
cevabını, Doç. Dr. Serdar Demirel Hoca’nın 2010 yılında kendisiyle yapılan bir mülâkatta, kendisine
yöneltilen bir soruya verdiği cevapda bulmak mümkün. Serdar Hoca, söz konusu
mülakâtın bir yerinde
şunları söylüyor: “... Türkiye'de maalesef hakiki Malezya okumaları yapılmıyor.
Malezya'da görev yapmış, bu ülkeyi içten soluma imkânı yakalamış çok değerli
akademisyenlerimiz oldu. Gördüğüm kadarıyla onlar da Malezya tecrübelerini
fazla paylaşmıyorlar…”
Serdar Hoca’nın bu
açıklamasına katılmamak mümkün değil. Toplam nüfusu üç yüz milyonu bulan ve
üzerinde yükseldiği topraklar -tıpkı dün olduğu gibi- günümüzde de jeo-stratejik ve jeo-ekonomik önemiyle
gündeme taşınan Malay dünyası hakkında yüzlerce, hatta binlerce akademik
çalışma ve araştırmanın kitapçı raflarında yerini alması gerekirdi… Ancak
maalesef henüz böyle bir durum söz konusu değil. Olması için de kat edilmesi
gereken azımsanmayacak bir yol var. Serdar Hoca’nın, 2000’li yılların
başlarında Umran Dergisi’nde ardından Yeniakit Gazetesi’ndeki köşesinde Malezya
konulu yazıları olduğunu da hatırlatalım.
Buradan, Malay
dünyasına bir tür popular ilginin hasıl olduğu, 26 Aralık 2004 tarihindeki
tsunami sonrasındaki konumuzla ilgili bazı hususlara dikkat çekmek istiyorum. Çünkü
tsunami, kaderin bir cilvesi olarak Açe’nin modern tarihinde yaşanan yıkımların
ardından gelen bir tür umut olmakla kalmadı, Türkler açısından da, -tüm eksik
gediklerine ve manipülasyonlarına rağmen-, Malay dünyasıyla bağların
hatırlanacağı bir zaman dilimi oldu.
Bu çerçevede, söz
konusu bu tarihin Türk-Malay dünyası
ilişkilerine dair gündemin belirlenmesinde bir dönüm noktası olduğunu
düşünüyorum. Öyle ki, Malay dünyasına yönelik ilgi, en büyük hasarın ve can kaybının
Açe’de meydana geldiği deprem ve tsunami sonrasında oluşan şartlar çerçevesinde
bir başka evreye sıçrama yaptı. Tabii bu süreç, Osmanlı-Açe ilişkilerinin
hatırlanması çevresinde şekillenmekle kalmadı, komşu ülke Malezya’da ilgili
çevrelerde Cohor’dan başlayarak, Java Adası’na kadar, “Biz de Osmanlı ile
ilişkiler kurmuştuk”u hatırlatan bir sürece evrildi. Bazı yerlerde dile
getirdiğim üzere, Malay dünyasının çeşitli yerlerindeki bu yaklaşımları da
Türk-Açe ilişkilerine duyulan ‘siyasi kıskançlığa’ bağladığımı da belirteyim.
Örneğin, gerçekleştirilen kimi resmi ziyaretler çerçevesinde ortaya çıktığı
üzere, Türkiye-Endonezya ilişkilerinde resmi makamlar kadar, bu makamlara
‘rapor’ hazırlayan ‘düşünce kuruluşları’ (!) da örneğin, Türkiye-Endonezya
ilişkilerini yüz yıllar öncesine dayandığını büyük bir öz güven
içerisindeymişcesine belirtirken, bunun hangi bilimsel alt yapıyla gündeme taşıdıklarını
ortaya koymaktan uzak olduklarını da ibretle izledik.
Açe’de
meydana gelen doğal afet sonrasında Türkiye’de doğan ilgi, neredeyse ilk günden
itibaren gazete yazılarıyla bir anda popüler bir nitelik kazandı. Bununla
birlikte, bu popülerliğin, tarihin derinliklerindeki bilinmezlere kapı
aralamasıyla önem taşıdığını da söylemeliyim. Bu nedenle söz konusu bu
yazılardan dikkat çeken birkaçını burada ele alacağım. Bu topraklara, yani
Açe’ye daha önce yolu düşmüş usta belgeselci Coşkun Aral ile, Açe bağlamını
daha 1980’lerde tecrübe etmeye başlamış olan Fehmi Koru’nun (1 Ocak, 2005, Yeni
Şafak) yazılarında gözlemlemek mümkün. Aral’ın o dönemki Sabah gazetesindeki
yazısı (“Acehli Türkler”, 31 Aralık 2004), Açe’ye yaptığı gezilerin izlerini
taşıyordu. Fehmi Koru ise, 1980’lerin ilk yarısında yapılan röportaja gönderme
yaparak özellikle SeTeKa’lara bir vizyon çiziyordu. Koru’nun bu yazısına
değişik vesilelerle yeterince atıf yaptığım için burada tekrar etmeyeceğim.
Burada
Aral’ın yazısından hareketle gelişen doğan kısa bir tartışmayı irdelemek
istiyorum. Aral’ın yazısına “Acehli Türkler” başlığını vermesinden kastı neydi
acaba diye sormak, bize sadece 1560’lı yılların ortalarında Constantinople’e
ayak basan Açe Devleti’nin elçileriyle değil, belki, -şaşırtıcı ancak gerçek-
11. veya 12. yüz yıllardan başlatılabilecek bir ilişkiyi gündeme getirir. Uzun
bir geçmişden bugüne ne kaldığı sorusu ise, ancak bir kitaba sığacak
açıklamalarla ortaya konulabilir. Sayın Aral, o yazısında atıfta bulunduğu, çekimlerini
yaptığı Açe belgeselinin 2002 yılında yayınlandığını ifade eder. Tam da,
dönemin Endonezya’sında Megawati’nin devlet başkanı olduğu, daha doğrusu ülke
siyasi ve de askeri elitinin devlet başkanlığını merhum Abdurrahman Wahid’den alıp
Megawati’ye sunduğu dönem. Yani Açe’nin, Suhartolu yılların ardından gelen ve
adına ‘reform’ denilen dönemin başlarında, bir kez daha kan gölüne döndüğü
yıllar...
Sadece
Suhartolu yıllarda değil, savaşın bir kez daha ağır bir yük olarak Açe
toplumunun her katmanı üzerine çullandığı 2000’li yılların başlarında, Açe
topraklarına adım atabilen tek gazetecinin Amerikalı William Nessen olduğu Açe’de
herkesin bilgisi dahilindedir Açe’de. Nessen’ı Açe’de köşe bucak gezdiren kişi,
2007-2012 yıllarında Açe Parlamentosu’nda milletvekilliği yapmış olan kıymetli
bir dostumuzdu. Ancak Aral’ın Açe ziyaretinden, çekimlerinden, izlenimlerinden
Açelilerin haberdar olmaması dahi üzerinde durulması gereken bir konu.
Aral’ın
söz konusu yazısının hemen akabinde Sunay Akın “Aceh’te Unutulan Türk Acısı” (Sabah
Gazetesi, 02.01.2005) yazısı, hem Aral’ın dile getirdikleri hem de o yazının
arka plânına ışık tutan bazı hususlara dikkat çekiyordu. Akın’ın, Aral’ın
yazısından alıntıladığı bazı cümleler üzerinden Türk-Açe dolayısıyla Türk-Malay
ilişkileri bağlamında değerlendirilmeye imkân tanıyor. Aral, yazısında Açe’deki
Türk varlığına dair delillerin bir İngiliz akademisyen tarafından kendisine
aktarıldığını belirtir. Kuşkusuz, bu yazının ilgili yerlerinde dile
getirdiğimiz üzere, Türk tarihçilerinin Türk-Açe bağlamını izah eden
çalışmaları yok değil. Ancak Türk-Açe ilişkilerinin önemli bir bölümünün
İngiliz veya İngilizce yazan akademisyen-araştırmacılarca çeşitli çalışmalara
konu edildiği de bir o kadar aşikâr. Akın’ın dikkat çekmek istediği husus ise,
“Kurtoğlu Hızır Reis” idaresindeki Osmanlı ordusu... Yaygın bir bilgi yanlışı
olduğuna kuşku olmayan bu hususla ilgili doğru bilgi bugüne kadar bir türlü
yerleşebilmiş değil. Tabii, bunda Türk akademisyenlerinin suçu yok değil.
Aslında burada bir tür “Geldik, gördük, yendik” kolaycılığına kaçıldığını, bir
başka deyişle Osmanlı hamasetçiliği ile neredeyse tüm Hint Okyanusu ve
çevresini Osmanlı siyasi egemenliğine bağlanmışcasına bir anlayışın hakim
kılınmak isteyişinde aramak gerekir. Kimileri üzülecek ancak, tarihin namusu
adına doğruyu söylemekten kaçınmayalım. Olan biten, hiç de hamasetçi gurühun
düşünmek ve de pazarlamak istediği gibi değil.
İşin
öte yanında, Aral’a “Benim de atam Türktü” diyerek atalarının yattığını ileri
sürdüğü mezarlığa götüren Açelinin yanlış bilgi verdiği iddiasında da değilim.
Kaldı ki, bu mezarlığın şehir merkezi civarındaki Kampung Pande ve Bitay olma
ihtimali hayli yüksek olduğuna tanıklığımla şahit olabilirim. Tabii, burada
önemli olan, Aral’ın bahsettiği Açeli’nin ifadelerinin Açe toplumsal hafızasına
kazınmış bir gerçekliğe tekabül ettiğini gözlerden kaçırmamak. Ancak bunun
“Hangi Türk?” “Hangi coğrafyadan?” “Hangi dönemde?” vb. sorularla birlikte ele
alınması gerekiyor. Zaten Sunay Akın’ın “Aradan geçen 500 yıla rağmen,
zikredilen bazı kültürel ögelerin halen yaşamakta olup olmadığını” sorgulayan
cümleleri de bu konuda sorgulayıcı duruşa göndermede bulunuyor. Bu noktada,
Akın, “büyük bir bulmacanın kayıp parçaları” dediği ortadaki sorunu çözmek için
başvurduğu yer ise, 19. yüzyıl sonunda ‘Ertuğrul’ gemisinin bölgeyi de içine
alan seyahati. Bu iki makale çerçevesinde 16. yüzyıl ikinci yarısı ile, 19.
yüzyıl son çeyreği aralığında ortaya çıkan bu ilişki, bize açıkçası bulmacayı
tamamlatmıyor, aksine, bulmacada halen doldurulacak epeyce yer olduğuna işaret
ediyor.
Tsunami
sonrası entellektüel faaliyetler bağlamında Türk-Açe (Malay) dünyası ilişkileri
gene bizden bağımsız bir şekilde gelişme gösterdi. Güneydoğu Asya tarihi ve de
Açe tarihi konusunda yetkin bir isim kabul edilen Prof. Dr. Anthony Reid’in
öncülüğünde kurulan ‘Uluslararası Açe-Hint Okyanusu Çalışmaları Merkezi’nce
(ICAIOS) 2007 yılından itibaren, iki yılda bir Banda Açe’de gerçekleştirilen
uluslararası konferanslarda Türk unsuru kafi miktarda yer buldu. Bu sürecin bir
devamı olarak, 2009 yılında Coşkun Aral’ın ve akabinde Yedi Renk Yapımcılık’ın
Açe’de belgesel çekimleri kayda değer entellektüel çalışmalardı. İkinci
belgesel çekimine dair bazı hususlar, metin yazarı Ekrem Saltık tarafından
“Güney Asya ve Uzak Doğu’da Osmanlı İzleri” (2011) adlı kitapta yer aldı. Bu
iki belgesel sürecini Açe’yle sınırlı olduğunu düşünmek yanıltıcı olacaktır.
Her iki ekibin değişik boyutlarda Güneydoğu Asya’da Türk bağlantısına dair
çalışmaları birer veri olmak kadar gurur kaynağı da.
Bu
süreçte, Osmanlı Devleti ile Malay dünyası arasındaki bağlantıyı konu edinen
bir derleme çalışma, Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.
Dr. Saim Kayadibi tarafından 2011 yılında Kuala Lumpur’da, “Ottoman Connections
to the Malay World: Islam, Law and Society” başlığıyla yayınlandı.
Bu yayınların yanı sıra, Türkiye
ile bölge ülkeleri hükümetlerinin üst düzey resmi ziyaretleri, iki coğrafa
arasında etkileşime bir başka katkı unsuru olarak değerlendirilebilir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin erken dönemleri Batı bloğu içinde yer almanın getirdiği
koşullar ve zorunluluklar nedeniyle genel anlamıyla İslam dünyasıyla
etkileşimin, ya çok sınırlı veya kayda değer bir ilişkinin olmadığı bir dönem
olarak dikkat çeker. Bu bağlamda, özellikle Güneydoğu Asya gibi görece uzak bir
coğrafi bölgedeki çok çeşitli Müslüman toplumlarını algılama ve anlama çabasına
tanık olunamamıştır. Bununla birlikte, 1955 yılındaki Bandung Konferansı,
1973’de Malezya Başbakanı Hüseyin Onn’un ziyareti, 1982’de Endonezya Devlet
Başkanı Suharto’nun Türkiye ziyaretlerinin, yukarıda zikredilen Soğuk Savaş
döneminde Türkiye’nin siyasi bağdaşımına uygun olarak gelişen ziyaretler olarak
anılmayı hak eder.
Hüseyin Onn demişken, yukarıda
zikrettiğim ziyareti sırasında Türk yetkililerine büyükannesi Rukiye Hanım
hakkında yönelttiği sorulara cevap alamamasını da -ve akabinde ‘Cohor Tarih
Vakfı’ndan (Yayasan Warisan Johor) bir heyetin 2007 yılında İstanbul
ziyaretiyle benzer bir teşebbüs gerçekleşmiş ancak, sonuç alınamamıştır-,
Türk-‘Malay’ ilişkilerinin bir yerine not edilmesinde fayda var.
Belki bu hususa, ayrı bir
makalele ile bu site sayfalarında değinme fırsatı buluruz. Hükümetler
düzeyindeki ziyaretler arasında 1996 yılında kurulan D-8 (Gelişmekte olan 8
ülkenin üyesi olduğu birlik) imkânının, Türkiye’yi
Güneydoğu Asya’nın Malay ırkına ev sahipliği yapana iki önemli ülkesi Malezya
ve Endonezya’ya yakınlaştırma yönünde önemli bir adım olduğuna kuşku yok. Ancak
‘malum’ sebeplerle söz konusu birliğin “düşük yoğunluklu” süren varlığı, arzu
edilen potansiyeli gün yüzüne bir türlü çıkaramadığı da aradan geçen süre
zarfında gözlemlenmektedir.
Bu vesileyle, Kuala Lumpur’daki
merkezden sonra İstanbul’daki merkezin de yakında Fatih Sultan Mehmed Vakıf
Üniversitesi bünyesinde açılacağını hatırlatmak isterim.
Not: Doç. Dr. Ali Caksu Bey, bir hatırlatmada bulunarak,
aşağıda ismi geçen öğretim görevlilerin de, 1990’lı yıllarda Malezya
Uluslararası İslam Üniversitesi’nde çeşitli sürelerde bulunduklarını belirtti:
Mehmet Bayraktar, Murat Cizakca, Yasin Ceylan, İbrahim Kafi Donmez, Faruk Beser,
Mehmet Pacaci, Yunus Vehbi Yavuz, Ahmet Turan Arslan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder