6 Aralık 2015 Pazar

Malay Dünyası ve Osmanlı Çalışmaları Merkezi (III) / Center for Malay World and Ottoman Studies (III)

Mehmet Özay                                                                                                 30 Kasım 2015

Bu dizinin üçüncü yazısıyla bir kez daha karşınızdayım. Bu yazının hemen başında “Malay dünyasını tanıyor muyuz?” sorusunu, biraz da kışkırtıcı bağlamıyla bir kez daha sorarak başlamak istiyorum.

Bu soruyu sorarken, aslında bir yandan da ”Malay Dünyası–Osmanlı Çalışmaları Merkezi”ne ne denli acil ihtiyaç olduğunu da dolaylı olarak gündeme taşıdığım fark edilecektir. Bu sorunun cevabını, Doç. Dr. Serdar Demirel Hoca’nın 2010 yılında kendisiyle yapılan bir mülâkatta, kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevapda bulmak mümkün. Serdar Hoca, söz konusu mülakâtın bir yerinde şunları söylüyor: “... Türkiye'de maalesef hakiki Malezya okumaları yapılmıyor. Malezya'da görev yapmış, bu ülkeyi içten soluma imkânı yakalamış çok değerli akademisyenlerimiz oldu. Gördüğüm kadarıyla onlar da Malezya tecrübelerini fazla paylaşmıyorlar…”

Serdar Hoca’nın bu açıklamasına katılmamak mümkün değil. Toplam nüfusu üç yüz milyonu bulan ve üzerinde yükseldiği topraklar -tıpkı dün olduğu gibi- günümüzde  de jeo-stratejik ve jeo-ekonomik önemiyle gündeme taşınan Malay dünyası hakkında yüzlerce, hatta binlerce akademik çalışma ve araştırmanın kitapçı raflarında yerini alması gerekirdi… Ancak maalesef henüz böyle bir durum söz konusu değil. Olması için de kat edilmesi gereken azımsanmayacak bir yol var. Serdar Hoca’nın, 2000’li yılların başlarında Umran Dergisi’nde ardından Yeniakit Gazetesi’ndeki köşesinde Malezya konulu yazıları olduğunu da hatırlatalım.

Buradan, Malay dünyasına bir tür popular ilginin hasıl olduğu, 26 Aralık 2004 tarihindeki tsunami sonrasındaki konumuzla ilgili bazı hususlara dikkat çekmek istiyorum. Çünkü tsunami, kaderin bir cilvesi olarak Açe’nin modern tarihinde yaşanan yıkımların ardından gelen bir tür umut olmakla kalmadı, Türkler açısından da, -tüm eksik gediklerine ve manipülasyonlarına rağmen-, Malay dünyasıyla bağların hatırlanacağı bir zaman dilimi oldu.

Bu çerçevede, söz konusu bu tarihin Türk-Malay dünyası ilişkilerine dair gündemin belirlenmesinde bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Öyle ki, Malay dünyasına yönelik ilgi, en büyük hasarın ve can kaybının Açe’de meydana geldiği deprem ve tsunami sonrasında oluşan şartlar çerçevesinde bir başka evreye sıçrama yaptı. Tabii bu süreç, Osmanlı-Açe ilişkilerinin hatırlanması çevresinde şekillenmekle kalmadı, komşu ülke Malezya’da ilgili çevrelerde Cohor’dan başlayarak, Java Adası’na kadar, “Biz de Osmanlı ile ilişkiler kurmuştuk”u hatırlatan bir sürece evrildi. Bazı yerlerde dile getirdiğim üzere, Malay dünyasının çeşitli yerlerindeki bu yaklaşımları da Türk-Açe ilişkilerine duyulan ‘siyasi kıskançlığa’ bağladığımı da belirteyim. Örneğin, gerçekleştirilen kimi resmi ziyaretler çerçevesinde ortaya çıktığı üzere, Türkiye-Endonezya ilişkilerinde resmi makamlar kadar, bu makamlara ‘rapor’ hazırlayan ‘düşünce kuruluşları’ (!) da örneğin, Türkiye-Endonezya ilişkilerini yüz yıllar öncesine dayandığını büyük bir öz güven içerisindeymişcesine belirtirken, bunun hangi bilimsel alt yapıyla gündeme taşıdıklarını ortaya koymaktan uzak olduklarını da ibretle izledik. 

Açe’de meydana gelen doğal afet sonrasında Türkiye’de doğan ilgi, neredeyse ilk günden itibaren gazete yazılarıyla bir anda popüler bir nitelik kazandı. Bununla birlikte, bu popülerliğin, tarihin derinliklerindeki bilinmezlere kapı aralamasıyla önem taşıdığını da söylemeliyim. Bu nedenle söz konusu bu yazılardan dikkat çeken birkaçını burada ele alacağım. Bu topraklara, yani Açe’ye daha önce yolu düşmüş usta belgeselci Coşkun Aral ile, Açe bağlamını daha 1980’lerde tecrübe etmeye başlamış olan Fehmi Koru’nun (1 Ocak, 2005, Yeni Şafak) yazılarında gözlemlemek mümkün. Aral’ın o dönemki Sabah gazetesindeki yazısı (“Acehli Türkler”, 31 Aralık 2004), Açe’ye yaptığı gezilerin izlerini taşıyordu. Fehmi Koru ise, 1980’lerin ilk yarısında yapılan röportaja gönderme yaparak özellikle SeTeKa’lara bir vizyon çiziyordu. Koru’nun bu yazısına değişik vesilelerle yeterince atıf yaptığım için burada tekrar etmeyeceğim.

Burada Aral’ın yazısından hareketle gelişen doğan kısa bir tartışmayı irdelemek istiyorum. Aral’ın yazısına “Acehli Türkler” başlığını vermesinden kastı neydi acaba diye sormak, bize sadece 1560’lı yılların ortalarında Constantinople’e ayak basan Açe Devleti’nin elçileriyle değil, belki, -şaşırtıcı ancak gerçek- 11. veya 12. yüz yıllardan başlatılabilecek bir ilişkiyi gündeme getirir. Uzun bir geçmişden bugüne ne kaldığı sorusu ise, ancak bir kitaba sığacak açıklamalarla ortaya konulabilir. Sayın Aral, o yazısında atıfta bulunduğu, çekimlerini yaptığı Açe belgeselinin 2002 yılında yayınlandığını ifade eder. Tam da, dönemin Endonezya’sında Megawati’nin devlet başkanı olduğu, daha doğrusu ülke siyasi ve de askeri elitinin devlet başkanlığını merhum Abdurrahman Wahid’den alıp Megawati’ye sunduğu dönem. Yani Açe’nin, Suhartolu yılların ardından gelen ve adına ‘reform’ denilen dönemin başlarında, bir kez daha kan gölüne döndüğü yıllar...

Sadece Suhartolu yıllarda değil, savaşın bir kez daha ağır bir yük olarak Açe toplumunun her katmanı üzerine çullandığı 2000’li yılların başlarında, Açe topraklarına adım atabilen tek gazetecinin Amerikalı William Nessen olduğu Açe’de herkesin bilgisi dahilindedir Açe’de. Nessen’ı Açe’de köşe bucak gezdiren kişi, 2007-2012 yıllarında Açe Parlamentosu’nda milletvekilliği yapmış olan kıymetli bir dostumuzdu. Ancak Aral’ın Açe ziyaretinden, çekimlerinden, izlenimlerinden Açelilerin haberdar olmaması dahi üzerinde durulması gereken bir konu.

Aral’ın söz konusu yazısının hemen akabinde Sunay Akın “Aceh’te Unutulan Türk Acısı” (Sabah Gazetesi, 02.01.2005) yazısı, hem Aral’ın dile getirdikleri hem de o yazının arka plânına ışık tutan bazı hususlara dikkat çekiyordu. Akın’ın, Aral’ın yazısından alıntıladığı bazı cümleler üzerinden Türk-Açe dolayısıyla Türk-Malay ilişkileri bağlamında değerlendirilmeye imkân tanıyor. Aral, yazısında Açe’deki Türk varlığına dair delillerin bir İngiliz akademisyen tarafından kendisine aktarıldığını belirtir. Kuşkusuz, bu yazının ilgili yerlerinde dile getirdiğimiz üzere, Türk tarihçilerinin Türk-Açe bağlamını izah eden çalışmaları yok değil. Ancak Türk-Açe ilişkilerinin önemli bir bölümünün İngiliz veya İngilizce yazan akademisyen-araştırmacılarca çeşitli çalışmalara konu edildiği de bir o kadar aşikâr. Akın’ın dikkat çekmek istediği husus ise, “Kurtoğlu Hızır Reis” idaresindeki Osmanlı ordusu... Yaygın bir bilgi yanlışı olduğuna kuşku olmayan bu hususla ilgili doğru bilgi bugüne kadar bir türlü yerleşebilmiş değil. Tabii, bunda Türk akademisyenlerinin suçu yok değil. Aslında burada bir tür “Geldik, gördük, yendik” kolaycılığına kaçıldığını, bir başka deyişle Osmanlı hamasetçiliği ile neredeyse tüm Hint Okyanusu ve çevresini Osmanlı siyasi egemenliğine bağlanmışcasına bir anlayışın hakim kılınmak isteyişinde aramak gerekir. Kimileri üzülecek ancak, tarihin namusu adına doğruyu söylemekten kaçınmayalım. Olan biten, hiç de hamasetçi gurühun düşünmek ve de pazarlamak istediği gibi değil.

İşin öte yanında, Aral’a “Benim de atam Türktü” diyerek atalarının yattığını ileri sürdüğü mezarlığa götüren Açelinin yanlış bilgi verdiği iddiasında da değilim. Kaldı ki, bu mezarlığın şehir merkezi civarındaki Kampung Pande ve Bitay olma ihtimali hayli yüksek olduğuna tanıklığımla şahit olabilirim. Tabii, burada önemli olan, Aral’ın bahsettiği Açeli’nin ifadelerinin Açe toplumsal hafızasına kazınmış bir gerçekliğe tekabül ettiğini gözlerden kaçırmamak. Ancak bunun “Hangi Türk?” “Hangi coğrafyadan?” “Hangi dönemde?” vb. sorularla birlikte ele alınması gerekiyor. Zaten Sunay Akın’ın “Aradan geçen 500 yıla rağmen, zikredilen bazı kültürel ögelerin halen yaşamakta olup olmadığını” sorgulayan cümleleri de bu konuda sorgulayıcı duruşa göndermede bulunuyor. Bu noktada, Akın, “büyük bir bulmacanın kayıp parçaları” dediği ortadaki sorunu çözmek için başvurduğu yer ise, 19. yüzyıl sonunda ‘Ertuğrul’ gemisinin bölgeyi de içine alan seyahati. Bu iki makale çerçevesinde 16. yüzyıl ikinci yarısı ile, 19. yüzyıl son çeyreği aralığında ortaya çıkan bu ilişki, bize açıkçası bulmacayı tamamlatmıyor, aksine, bulmacada halen doldurulacak epeyce yer olduğuna işaret ediyor. 

Tsunami sonrası entellektüel faaliyetler bağlamında Türk-Açe (Malay) dünyası ilişkileri gene bizden bağımsız bir şekilde gelişme gösterdi. Güneydoğu Asya tarihi ve de Açe tarihi konusunda yetkin bir isim kabul edilen Prof. Dr. Anthony Reid’in öncülüğünde kurulan ‘Uluslararası Açe-Hint Okyanusu Çalışmaları Merkezi’nce (ICAIOS) 2007 yılından itibaren, iki yılda bir Banda Açe’de gerçekleştirilen uluslararası konferanslarda Türk unsuru kafi miktarda yer buldu. Bu sürecin bir devamı olarak, 2009 yılında Coşkun Aral’ın ve akabinde Yedi Renk Yapımcılık’ın Açe’de belgesel çekimleri kayda değer entellektüel çalışmalardı. İkinci belgesel çekimine dair bazı hususlar, metin yazarı Ekrem Saltık tarafından “Güney Asya ve Uzak Doğu’da Osmanlı İzleri” (2011) adlı kitapta yer aldı. Bu iki belgesel sürecini Açe’yle sınırlı olduğunu düşünmek yanıltıcı olacaktır. Her iki ekibin değişik boyutlarda Güneydoğu Asya’da Türk bağlantısına dair çalışmaları birer veri olmak kadar gurur kaynağı da. 

Bu süreçte, Osmanlı Devleti ile Malay dünyası arasındaki bağlantıyı konu edinen bir derleme çalışma, Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Saim Kayadibi tarafından 2011 yılında Kuala Lumpur’da, “Ottoman Connections to the Malay World: Islam, Law and Society” başlığıyla yayınlandı.

Bu yayınların yanı sıra, Türkiye ile bölge ülkeleri hükümetlerinin üst düzey resmi ziyaretleri, iki coğrafa arasında etkileşime bir başka katkı unsuru olarak değerlendirilebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönemleri Batı bloğu içinde yer almanın getirdiği koşullar ve zorunluluklar nedeniyle genel anlamıyla İslam dünyasıyla etkileşimin, ya çok sınırlı veya kayda değer bir ilişkinin olmadığı bir dönem olarak dikkat çeker. Bu bağlamda, özellikle Güneydoğu Asya gibi görece uzak bir coğrafi bölgedeki çok çeşitli Müslüman toplumlarını algılama ve anlama çabasına tanık olunamamıştır. Bununla birlikte, 1955 yılındaki Bandung Konferansı, 1973’de Malezya Başbakanı Hüseyin Onn’un ziyareti, 1982’de Endonezya Devlet Başkanı Suharto’nun Türkiye ziyaretlerinin, yukarıda zikredilen Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin siyasi bağdaşımına uygun olarak gelişen ziyaretler olarak anılmayı hak eder.

Hüseyin Onn demişken, yukarıda zikrettiğim ziyareti sırasında Türk yetkililerine büyükannesi Rukiye Hanım hakkında yönelttiği sorulara cevap alamamasını da -ve akabinde ‘Cohor Tarih Vakfı’ndan (Yayasan Warisan Johor) bir heyetin 2007 yılında İstanbul ziyaretiyle benzer bir teşebbüs gerçekleşmiş ancak, sonuç alınamamıştır-, Türk-‘Malay’ ilişkilerinin bir yerine not edilmesinde fayda var.

Belki bu hususa, ayrı bir makalele ile bu site sayfalarında değinme fırsatı buluruz. Hükümetler düzeyindeki ziyaretler arasında 1996 yılında kurulan D-8 (Gelişmekte olan 8 ülkenin üyesi olduğu birlik) imkânının, Türkiye’yi Güneydoğu Asya’nın Malay ırkına ev sahipliği yapana iki önemli ülkesi Malezya ve Endonezya’ya yakınlaştırma yönünde önemli bir adım olduğuna kuşku yok. Ancak ‘malum’ sebeplerle söz konusu birliğin “düşük yoğunluklu” süren varlığı, arzu edilen potansiyeli gün yüzüne bir türlü çıkaramadığı da aradan geçen süre zarfında gözlemlenmektedir.

Bu vesileyle, Kuala Lumpur’daki merkezden sonra İstanbul’daki merkezin de yakında Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi bünyesinde açılacağını hatırlatmak isterim.

Not: Doç. Dr. Ali Caksu Bey, bir hatırlatmada bulunarak, aşağıda ismi geçen öğretim görevlilerin de, 1990’lı yıllarda Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’nde çeşitli sürelerde bulunduklarını belirtti: Mehmet Bayraktar, Murat Cizakca, Yasin Ceylan, İbrahim Kafi Donmez, Faruk Beser, Mehmet Pacaci, Yunus Vehbi Yavuz, Ahmet Turan Arslan.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder