Mehmet Özay 15 Temmuz 2015
Doğu ve Güneydoğu Asya coğrafyasında Müslümanlara yönelik baskıların bir
örneğini Çin devletinin Uygurlara yönelik uygulamaları oluşturuyor. Burada
Uygur özerk bölgesi ile Çin merkezi yönetim arasında yaşananlara ve de
Uygurların kısmen de olsa göç yolu olarak bilinen Güneydoğu Asya’daki konumuna
kısmen değineceğim. Ancak öncelikle, Çin’in azınlıklarla ilgili yaklaşımındaki
değişime ışık tutacağını düşünerek geçmişe referansta fayda var.
Çin’in uzun tarihinde çok çeşitli azınlıkları içinde barındırdığı kadar,
dönem dönem Çin hanedanlıklarının dış politikasının bir ürünü olarak
Doğu-Güneydoğu Asya ve Hint Okyanusu’nun batısına değin uzanan topraklara
barışçıl amaçlarla etkileşimlere ön ayak olduğu biliniyor. Geçmişteki bu
ilişkinin Batılı sömürgecilik tarihinin başlamasından öncesine rastladığı
dikkate alındığında, temelde Çin hanedanlıklarının yayılmacı politikalar
gütmediklerini ileri sürmek mümkün. Bununla birlikte, 19. yüzyıl sonu 20.
yüzyıl başlarından itibaren büyük kırılmalara sahne olan dünya siyasetinde Çin
de kendi içinde önemli devinimlere konu oldu. Son döneme gelindiğindeyse,
Milliyetçi Çin-Komünist Çin ayrışmasında 1949 yılında belirginlik kazanan
mücadelede kazananın ikincisinin olması, ülkenin ve bu toplumsal yapının bugüne
kadar adına azınlıklar denilen politikalarının da farklı bir bağlamda
tasarımlanmasına neden oldu. Bu noktada, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği’nin (SSCB)’nin azınlıklarla ilgili politikalarının devşirilmesi, Çin
gibi bu anlamda özel bir tarihi sahip olan bir ülkede azınlıkların
ayrıştırmalara konu olmalarının temelini oluşturur.
Doğu Türkistan olarak da bilinen Sincan-Uygur Özerk Yönetim çevresinde
neler olup bittiği kadar, sürecin başat aktörü konumundaki Çin yönetiminin
yönelimine kısaca bakmakta fayda var. Çin’in kuzey-batısında Uygurların
yaşadığı ‘Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ coğrafyanın tarihsel derinliğinde
özgürlük başat bir olgu olduğu kadar, Çin hanedanlıkları ve özellikle de 20.
yüzyılda Çin’deki siyasi yapılanma o denli özgürlükleri sınırlayıcı anlayışın
temsilcisi olarak gündeme gelir. Bununla birlikte, Uygurların kahir
ekseriyetinin Müslüman olmasından mütevellik komünist Çin’in baskısına maruz kalmasıyla,
Çin kökenli Müslümanların görece rahat bir konumda varlıklarını sürdürmeleri
arasında da bir çelişki yok aslında. Ülkenin farklı bölgelerinde yaşam süren Çinli
Müslümanların içinde bulundukları dini-sosyo-kültürel atmosfer ile Uygurların
teneffüs etmek istedikleri atmosfer birbirinden tamamen ayrışmaktadır. Bu
noktada, örneğin, din, kılık-kıyafat, gelenek-görenekler, eğitim ve dil gibi
alanlara karşılık gelecek zorunluluklar Çinli Müslümanlar için görece daha az
baskı unsuru olarak değerlendirilebilir. Uygurların geleneklerine ve dini
inançlarına bağlı bir toplum olduğu dikkate alındığında, yukarıda zikredilen
alanlardaki baskıların onlar için dayanılmaz boyutlara ulaştığı görülür.
Bu noktada Çin’in ne istediği kadar, Uygurların da ne tür beklentiler
içinde oldukları da önem arz ediyor. Bu bağlamda, Çin kökenli Müslümanlar
açısından bakacak olursak, herhangi bir dini-toplumsal talepten bahsedilebilir
mi? Yoksa Çin yönetiminin konuşlandırmasına tabi olmuş bir toplumsal yapıdan mı
ibarettir sorularını da gündeme getirebiliriz. Ancak Uygurlar nezdinde, din ile
özgürlük/bağımsızlık birbirinden ayrışması mümkün olmayan iki entitedir. Bu
çerçevede, adına Hui Müslümanları olarak da anılan ‘Han kökenli Müslümanların tabi
olduğu yasalar ile aralarında Uygurların da bulunduğu çeşitli etnik yapılara
mahsus ‘yasalar’ın çerçevesindeki temel farklılaşma, her iki grubun Müslüman
olmakla birlikte Çin merkezi yönetimince farklı bir değerlendirmeye tabi
tutulmasına neden oluyor. Tabii, ‘etnik temelli’ bu yaklaşım kadar, İslamiyeti
algı ve yaşama biçimleri ile tarihsel perspektifin de gözden ırak tutulmaması
gerekir.
Çin içerisinde bunlar olurken, diğer azınlık Müslümanlar konusu kadar Uygur
meselesinin de bölge ülkelerinde, özellikle de halkının çoğunluğu Müslüman olan
ülkeler bağlamında ne denli dikkatle izlendiği ve politikalar geçirilebildiği
kuşkulu. Böylesi bir çelişkiye rağmen, zulümle yüz yüze kalan Uygurların göç
güzergâhında, örneğin Malezya görece önemli bir rol oynuyor. Bu ülkeye çalışmak
veya öğrenim görmek üzere gelen binlerce Uygur’un varlığı olduğu biliniyor.
Bunların bir bölümünün hedefi ise önemli Uygur diasporasına ev sahipliği yapan
Avustralya, Kanada, ABD ve Türkiye’ye geçebilmek. Bu göçmen akışına rağmen, Malezya
ve Endonezya devlet makamlarından Çin nezdinde konuyla ilgili ciddi bir
girişimde bulunduklarını söylemek güç. Dönem dönem yaşanan baskılar Uygurları
yasal ve yasal olmayan yollardan Malezya’ya göçe zorlarken, bu ülkenin
yasalarını henüz tanımamış olması kadar, Çin’le olan çok güçlü ticari ve
ekonomik ilişkileri Çin’e karşı bu Müslüman kitleyi temsil edebilme makamına
taşıyamıyor. Halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan bu ülkelerde halkın
tepkisinden gayri bir girişim ve teşebbüsün izine rastlanmıyor. Uygurlara
yönelik ağır baskılar gündeme gelmeye başlayınca kimi Müslüman gruplar Çin
mallarına boykot gibi bir seçeneği gündeme taşımaya çalışsa da, aslında tüm
bölge hükümetlerinin Çin’le olan ekonomik ilişkilerinin boyutu karşısında bunun
pek de pratikte bir değeri olmadığı gibi, bir söylem olarak da bir süre sonra
etkisini yitiriyor.
Dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus ülkedeki azınlıklar meselesidir. Çin’de
azınlıklar yasasına bakıldığında, aralarında dini pratiklerin yerine
getirilmesi, pasaport edinimi ve dolaşım hakkı gibi kayda değer birtakım
hakların kağıt üzerinde de olsa verildiği görülür. Kaldı ki, Uygurların
yaşadığı coğrafyanın “Sincan bölgesi özerk yönetimi” olarak adlandırılması hiç
kuşkusuz ki etnik yapıya kimi hakların/ayrıcalıkların verildiğini akla getirir.
Ancak uygulamada, merkezi hükümet ve bunun çevredeki özellikle de bürokrasideki
uzantıları Uygurlara bu haklarını bahşetmeye bir türlü yanaşmaması ortada bir
yasal/kurallar bütünün pratikte bir karşılık bulmak bir yana, yerini bir tür
korsan yönetime bıraktığına dair ciddi işaretler var. Bunun pratikteki
karşılığıysa Batıyla özellikle de ABD ile paylaştığı ender görülen bir
ortaklığa işaret eder. Üstüne üstlük ‘eyalet’ yönetiminin çıkardığı yerel
yasalarla Uygur halkının gündelik toplumsal yaşamını prangalar altına alma
konusunda oldukça da ‘mahir’ davranıyor.
Tam da bu noktada, Çin yönetiminin tıpkı Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki
Adalar sorununda izlediği tezat içeren politikaların benzerini azınlıklar ve de
Uygur sorununda da gündeme geliyor. Resmi çevrelerden ortak çaba sergilenmesi
yönündeki çıkışlara karşılık pratikte otorite makamındaki birimler, kural ve
işbirliklerinı tanımayacak icraatlara imza atıyorlar. Burada Çin devlet
nizamını taşıyan Han etnik çoğunluğunun temsilcisi makamındaki Çin yönetiminin
aklının takıldığı nokta, azınlıklara verilecek hakların ülkede başat siyasi
otoriteyi sarsacağı endişesi veya korkusudur. Bunun içindir ki, yerel
otoritelerin nizamat verdiği eyalet kanunları, merkezi hükümet anayasası ile çelişse
de, yerel ve merkez yönetim aynı hedefte, yani Çin komünist siyasi sisteminin
devamlılığını tesisde birleşiyor. Tüm bu temeller çerçevesinde, 1990’larda
bağımsızlık veya gerçek bir otonom yönünde çaba mücadele veren Uygurların,
2000’li yılların başından bu yana Çin yönetiminin dönemin “terörizmle savaş” ve
küresel İslamifobi yönelimini çok iyi manipüle ederek Uygur hareketini
uluslararası arenaya ‘terörist’ bir oluşum olarak göstermeye çalışırken, bunda
da kayda değer bir başarı kaydettiği görülür.
Uygur gibi uzun bir geçmişe uzanan siyasi, toplumsal ve dini yapısının
bugünlerde neyi talep ettiği arasında bir ilişki kurulması zorunludur. Din-gelenek
bağlılığındaki güce karşılık, kimi kendileriyle görüştüğüm kimi uzmanların dile
getirdiği üzere Uygurlar arasında ciddi bir siyasi birlikten bahsedebilmek
mümkün değil. Bu parçalanmışlık halinin var olan mücadele ruhuna içerden zarar
verdiği de ileri sürülebilir. Siyasi mücadele ruhunun devamı ile mevcut
baskılar karşısında gündelik yaşam seçenekleri arasında kalan kitleler ise
mevcut imkanlarla var olabilmenin hesabını yapıyor. Uygurlar için bölgedeki Çin
yatırımlarından ve de ekonomik kazanımdan istifade edebilmenin yolu ne ise, ona
doğru açılan bir kulvar da mevcut. Bu fotoğrafı birazda şekillendirme adına Sincan
bölgesinde Uygurların üç genel tabakaya ayrıldığını söyleyebiliriz: İlki Çin
komünist partisine eklemlenerek ekonomik varsıllıktan pay alan elit; geçmişten
tevarüs eden birikimleri bugünlere taşıyan mücadeleci gruplar ve bu iki grup
ile Çin yönetimi arasında sıkışıp kalmış geniş kesimler.
Çin yönetiminin Uygur bölgesindeki toplumsal huzursuzluğu gidermeye yönelik
adım atmasına mani olan geçmişten tevarüs ettiği ideolojiktakıntılarının büyük
rolü var. Bu takıntılarının üstesinden gelme yönünde bir gayret sergilemesi bir
yana, bölgedeki mevcut durumu manipüle etme konusunda ABD’yle aynı safta yer
almasını sağlayacak şekilde, örneğin el-kaide olgusuna bağlanması küresel bir
güç olma mahiyetindeki devlet ciddiyetiyle bağdaşacak bir durum olarak da gözükmüyor.
Çin’in 1980’lerde başlayan liberalleşme açılımları, siyasal ideolojisini
ayrıştırarak bir gelişme gösterirken, bu çaba Batılı kapilatist güçlerce
alkışlanacak bir gelişme olarak kabullenildi. Piyasa açılımının ardından siyasi
özgürlükleri getireceği söylemi ise bugüne kadar Çin özelinde karşılığını
bulmuş değil. Tam da bu noktada, 1990’larda Çin Komünist Partisi Genel
Sekreterliği’ne getirilen Wang Lequan özellikle Sincan bölgesinde uygulamaya
koyduğu sıkıyönetim yasalarıyla bir anlamda, gelişmekte olan liberal ekonominin
siyasi açılımının önünü alma konusunda ‘önleyici tedbiri’ yürürlüğe koydu.
Merkezin Sincan Eyaleti’ne dair bilinci siyasi tercihleri ve uygulamaları
kadar, bu bölgenin Çin’in Batı sınırında oluşun, kimi benzeri ülkelerde olduğu
gibi benzeri sınır sorunları, suistimaller, hukuksuzluk eyalet yönetimi
çevrelerinin çıkar ilişkilerinde egemen olduğunu da hesaba katmak gerekir.
Çin hükümeti, 1980’lerde başlayan ekonomik kalkınmasına paralel olarak Sincan
bölgesine önemli yatırımlar yaparak ‘ayrımcılık’ yapmadığını iddia etse de, bu
politika Uygur halkı nezdinde bütünüyle kabule şayan bir gelişme olarak
değerlendirilmemektedir. Kaldı ki, bölgenin kalkınma politikalarından azami
ölçüde istifade etmesine paralel olarak son dönemde bölgenin demografik ve
kültürel yapısını değiştirmeye matuf bir tür zorunlu iç göç de yaşanıyor. Bu
göçün ne anlama geldiğini ortaya koyma adına bazı istatistiki verilere dikkat
çekmekte fayda var. Bir Uygur lideriyle yaptığım mülâkatta aktardığında göre,
Sincan bölgesinde 1949 yılında Han göçmen nüfusu %3.5-4’ler civarındayken,
bugün bu sayı %50’lere ulaşmış durumda. Bu lider, göçün sadece tek taraflı
olmadığını, Çin yönetiminin Uygur gençlerini ülkenin başka bölgelerine gitmeye
zorlayarak Uygur nüfusunu ciddi anlamda kırmakta ve kültürel dezorfarmasyona
tabi tutmakta. Bu bağlamda, Sincan bölgesine yapılan tüm kalkınmacı
yatırımların beraberinde getirdiği iş gücü istihdamına sıra geldiğinde
şirketlerin belirlediği şartların başında ‘Han etnik yapısına mensubiyet’
dikkat çekiyor. Bu durumda, Çin yönetimi, defaatla, bölgenin kalkınmasına vurgu
yapsa da, uygulamada karşılaşılan bu durum, Uygurlara azınlık bölgesinde
yaşamaları dolayısıyla verilen bir takım hakların bir başka bağlamda ellerinden
alınmasından başka bir anlama oturmuyor.
Sincan bölgesinde Uygurlar var olduğu müddetçe müdacele süreceği kesin.
Ancak bu mücadelenin hangi boyuta evrileceğine ise Uygurların kendileri karar
verecek. Güçlü bir liderlik etrafında mümkün olduğunca hakları elde etmeleri
mümkünse de, bu mücadelenin bağımsızlık şeklinde vuku bulması mümkün
gözükmüyor. Mümkün gözükmüyor çünkü, Çin devleti nezdinde Sincan’ın ayrılması
demek ardından Tibet’in, zaten istim üstündeki Tayvan’ın da elden gitmesi içten
bile değil. Özerk adı verilen bu coğrafyaların Çin teritorisindeki büyüklüğü
dikkate alındığında, Çin yönetiminin bu tehlikeli gidişe imkan tanımayacağı
kesin. Ancak Çin, azınlıklar konusunda çatışmacı yaklaşımı da daha ne kadar
sürdürüp sürdürmeyeceğine karar vermelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder