Mehmet Özay 31 Aralık 2015
Tsunaminin
11. yılı. Tıpkı on yıl olduğu gibi bu yıl da tsunamiyi anmak ve neden olduğu
kimi gelişmeleri değişik perspektiflerden irdeleme zamanı. 26 Aralık 2004
tarihindeki bu ‘doğal’ afetin bugüne bıraktığı iz nedir diye sormak gerekir?
Birkaç
hafta öncesinden Banda Açe’nin değişik bölgelerindeki ‘billboard’larda Vali Dr.
Zeyni Abdullah ve yardımcısı Muzakkir Manaf’ı yan yana gösteren fotoğraf ile
tsunami anma programının ilanları süslüyordu. Bir süredir Başkan ve Yardımcısı
arasındaki krizden haberdardım. Bu fotoğrafı görünce, ‘Tamam. İşler yoluna
girmiş” dedim kendi kendime. Ve 25 Aralık günü akşamı ilk programın yapılacağı,
sadece Açe’nin değil, Güneydoğu Asya’nın mimarisi kadar iç atmosferiyle de ünlü
camisi Beytürrahman’a gittim. Kalabalık olacağı düşüncesiyle Yatsı namazı
öncesi biraz da erken giderek ‘yer kapmak’ istedim. Camiye girdiğimde birkaç
saf cemaatin varlığıyla irkildim. “Neyse, birazdan dolar herhalde” diyerek
uygun bir yere çekildim. Ancak ne gelen ne giden vardı. Kaldı ki, ortada vali
de yardımcısı da gözükmüyordu. Yatsı namazının ardından Kur’an-ı Kerim
tilavetinin ardından Valinin gelmeyeceğini kesin bir şekilde ortaya koyan bir
anons yapıldı. Vali adına konuşmayı ‘sekreterlerinden’ biri yapacaktı.
Valinin
böylesi bir anma töreni için Beytürrahman’a gelmemesi, Açe’nin bu en önemli
tarihi ve de acılı gününde yardımcısıyla birlik ruhunu yansıtacak bir görüntü
çizmemesine üzülmemek mümkün değil. Aslında bu yaşadığım hayal kırıklığı 11.
Yılında tsunamiden geri kalanın ne olduğunu daha iyi sorgulamamı sağlayacak bir
sürece de neden oldu. Zaten bu sorgulamayı her yıl yapıyordum. Ancak bu yılki
biraz da farklı bir boyut kazandı.
‘Hatip’
konumundaki vali sekreteri bu yılki anma etkinliklerinin uluslararası boyutu
olmadığına dikkat çekiyordu Vali adına yaptığı konuşmada. Demek ki Açeliler bu
yıl hüzünlerini içlerinde ve kendilerinde saklayacaklardı. Ancak ortada ‘lider’
konumunda olan Vali’den ve de yardımcısından eser yoktu. Normal vakit
namazların da dahi daha çok cemaate ev sahipliği yapan Beytürrahman Camii’nde
25 Aralık günü “Açe”ye ve “Açelilere” üzülecek kitle dahi yoktu.
Vali
sekreteri, hiçbir hissiyata yer vermeyen, eline tutuşturulmuş metni okuyup
bitirmesinin ardından, Fauzi Saleh adında bir ‘üstad’, tsunami ‘doğal’
felaketinden hikmet çıkartılması vurgusunu işleyen bir hutbe irad etti. “Tsunaminin
bir rahmet vesilesi” olduğu ve “hikmetleri üzerinde düşünülmesi gerektiği”
konusu üzerinde durdu. Bu ‘vaaz-ı şerifin’ biraz da Açe Valilik Tsunami
Politikası diye adlandırabileceğim bir versiyonu olarak gündeme geldiğini
düşünüyorum.
Bu
anlamda, tsunami anma toplantılarının üzüntü ve kasvetten kurtarılarak hikmeti
öncelleyen yeni bir duruşun ortaya konulması öngörülüyor. Bunun hiç kuşku yok
ki, siyasi bir terennümle ortaya konmaya çalışıldığına da tanık olduğumu
söyleyebilirim. Buna aşağıda değineceğim...
Ancak
burada es geçilmemesi gereken husus, girişte dikkat çektiğim billboardlardaki
fotoğraf boyutunda yansıyan sembolik birlikteliğin pratiğe geçirilememiş
olmasıydı. Vali ve yardımcısı sadece Beytürrahman’daki etkinliğe değil, Ulee
Lhee toplu mezarı ve akabinde resmi etkinlik olarak lanse edilen Lhoknga’daki
Lampuuk Köyü’ndeki Baiturrahim Camii’ndeki buluşmada da biraraya gelmedi.
Tsunami
felaketinden ‘hikmet’ çıkartılmasını öne süren hatip ile, Açe siyasi yaşamının
en üst mevkini işgal eden iki kişinin ‘ayrışması’nı nasıl biraraya getirip
anlamlandırmak mümkün olabilir? Dini-bütün kabul edilen Açe toplumunun
liderlerinin de bu ‘dini-bütünlük’ boyutundaki hikmeti aramaları ve bunu
halklarıyla paylaşmaları gerekmez miydi? Ya da 26 Aralık 2004’de coğrafi olarak
birbirlerinden uzak olsalar da, o dönem Açe sürgün hükümetinin Dış İşleri
Bakanı sıfatını taşıyan Dr. Zeyni Abdullah ile Açe ordusunun en üst düzey
komutanı sıfatını taşıyan Muzakkir Manaf’ı birleştiren siyasi, dini, toplumsal
vs. bağların yerini bugün hangi bağın aldığını sormak gerekmez mi?
26
Aralık sabahı erken saatlerde Ulee Lhee’deki toplum mezarda yapılacağı
belirtilen törene katılmak için sabah namazının ardından bölgeye ulaştım.
Etkinliğin saat yedide başlayacağı belirtilirken, Vali ve ‘etrafındakiler’
ancak 8.15 civarında mezarlığa teşrif ettiler. Ancak burada da bir tuhaflık
gözlerden kaçmıyordu. O da ne hemen yanı başındaki konutlarda yaşayan aileler
kalkıp mezarlıktaki törene katılmak, ne de bölgeye en yakın ilçelerdeki halkın
buraya gelip Açeli ve Müslüman halkın yattığı bu toplum mezarda bir dua etmek
gereği duyuyorlardı. Mezarlığın hemen yanı başında kapısı önünde oturan kadın,
mezarlıkta ‘avare’ dolaşan birinin ‘dilencilik’ yapması Açe’de tsunaminin
sadece ‘canları’ almadığını derinden ortaya koyuyordu. Öyle ki, başkent Banda
Açe’ye 8 km mesafedeki, bir zamanlar bölgenin en önemli limanı olma özelliği
taşıyan bugün de kısmen bu özelliğini feribot limanı olarak sürdüren Ulee Lhee
tsunamide yok olan semtlerin başında geliyordu. Tsunami sonrasının yeniden
yapılandırma sürecinde arkada kalan ailelerden kim varsa onlar yeni konutlarına
yerleşirken, aynı zamanda bölgenin ticari ve ekonomik etkinliğinden pay almak
için gelen ‘dışarlıklılara da” ev sahipliği yapıyor. Ancak aradan geçen süre geride
kalanları ‘kaybettiklerine’ yabancılaştırdığı gibi, dışarlıklıkarı da
Açelilerin kaybettiklerine yönelik bir hissiyat geliştirmemişti. Mezarlıkta
beklerken, ana caddeden geçen kimisi öğrenci minibüsü kimisi belediye
taşıtlarıyla insanların taşındığını gördüm. “Sabah sabah sahile eğlenceye
gitmiyorlardır” diye içimden geçirdim. Ancak nereye gittiklerini de
kestiremedim...
Buradan
resmi olarak ifade edilen törenin yapılacağı Lhoknga’daki Lampuuk Köyü’ne
gittim. Ulee Lhee, Lampuuk Köyü arası yaklaşık yedi sekiz kilometre var. Artık
adı, tsunamiden ziyade bir süre önce yapılmış olan ‘golf sahası’ ve hafta sonu
dolup taşan kumsalıyla anılan Lhoknga’da “bugün denize girmek yasaktı”. Köyün o
dönem neredeyse tüm dünya medyasına yansıyan camiine, ki köydeki tüm binaların
ardından tek kalan yapıydı, ulaşan yolun sonuna geldiğimde asker ve polislerin
varlığı dikkat çekiyordu. Cami avlusuna gerilen bir tür çadır altında yüzlerce
kişiyi gördüğümde açıkçası şaşırdım. Çünkü bu köyde bu kadar insanın biraraya
gelmesi mümkün değildi. Az ötede park etmiş otobüslerin, Ulee Lhee’de ana
caddeden geçen otobüsler olduğunu fark ettiğimde, kalabalığın başka ilçelerden
getirilen öğrenciler ve aileler olduğu sonucuna vardım.
Vali
Dr. Zeyni Abdullah, burada bir konuşma irad ederek, tsunaminin ders alınacak
yönlerine dikkat çekti. Vali, tsunami gibi bölgenin her daim sel, fırtına,
toprak kayması gibi her daim maruz kaldığı doğal afetlerle mücadelede
Eyalet’teki tüm resmi kurumların koordineli çalışmalar içinde olmalarına dikkat
çekiyordu. Ancak bu konuşmayı izleyen ne Belediye başkanları, ne Eyalet
ordusunun komutanları, ne bürokrasinin önde gelen isimleri Vali ile yardımcısı
arasındaki koordinesizliğe tanık olup kendi aralarında Açe halkını ve
topraklarını doğal afetlere karşı koruyabilecek bir bilinç bir eylem birliği
geliştirebileceklerini düşünmek de hayal...
Vali,
tsunami hikmetlerinden biri olsa gerek, bölgenin ekonomisine dair bazı
değinilerde de bulunuyordu: “Açe ekonomisi iyiye gidiyor ve halkın ekonomik
sıkıntılarının zamanla daha da düzelecek”. Ancak ne ‘hikmetse’ on yıldır halkın
değişik katmanlarıyla neredeyse içiçe olan biri olarak bu ekonomik kalkınmayı
bir türlü ne duyabildim ne de tanık olabildim. Ancak bu Açe’ye ‘para akmıyor’
anlamına gelmiyor. Paranın akışı ile nasıl aktığı kadar, bu para akışını
yönlendiren çevrelerin nasıl bir ‘fikir birliği’ içinde oldukları ve bu süreçte
geniş kitlelerin refahına yol açacak ‘adil’, ‘sürdürülebilir’ bir çaba
sergileyip sergilemedikleri de üzerinde çok konuşulmayı hak ediyor.
Vayi
konuşmasında, Açe yönetimi olarak yabancı yatırımcıları teşvik edecek
çalışmalara devam ettiklerini belirterek, “Tsunamiden sonra aradan geçen süre
zarfında yeniden rehabilitasyon süreci tamamlandı ve silahlı çatışma dönemi de
bitti. Şu anda yabancı yatırımlar için oldukça uygun bir ortam bulunuyor”
diyordu. Ancak rehabilitasyon süreci ilk dört yılda tamamlanırken, onun
ardından sürdürülebilir bir rehabilitasyon olmadığını ortaya koyacak şekilde Eyalet’in
dört bir yanında terk edilmiş, yarım bırakılmış, kırık dökük binalar, çukurların
giderek arttığı ana yollar, hendekler haline dönüşmüş köprüler vb. alt yapı sorunları
gündeme getirilmiyor. Aradan geçen on yıla rağmen, Açe’ye akan milyarlarca Dolara
rağmen, Açe’de bırakın ücra köşeleri başkent Banda Açe’de dahi elektrik kesintisi,
başkentin ana mahallelerinde çeşme suyu eksikliği, başkentin ana arterlerini saran
kanalizasyon sorunu, sadece Açe’nin değil, bölge tarihinde önemli bir yeri olan
tarihi Kampung Jawa semtini çöp toplama merkezi yapan bir anlayış ve pratik karşısında
bırakın yabancı yatırımcının Açe’ye gelmesini, biraz eğitim görüp yolu Kuala Lumpur’a,
Cakarta’ya düşen genç Açeliler soluğu Açe’den kaçmakta buluyor.
Yabancı yatırımcıyı cezbetmeyecek belki de en önemli sorunlardan
biri de ‘yolsuzlukların’ alıp başını gidiyor oluşu. Ulusal çapta yayın yapan haftalık
Tempo dergisinin 21-27 Aralık sayısının 36-37. Sayfalarında Açe’de şeriat uygulamasının
bir pratiği olarak halk önünde kamçı cezasının niçin ‘yolsuzluklara karışmış yöneticiler,
elit’ için uygulanmadığına değiniyordu. Açe Eyalet Parlamentosu’nda bir vekilin
sadece başını örtmediği için, veya erkek/kız arkadaşıyla birarada olduğu için suçlanan
ve akabinde halk önünde kırbaçlanan sıradan kişilerin değil, Eyaletin ve halkın
paralarını gaspeden yöneticilerin, bürokratların da benzer bir ‘İslam Hukuku’ pratiğine
konu olmaları konusunda verdiği yasa önerisinin reddedildiğine dikkat çekiliyordu.
Öyle ki, Endonezya devleti küresel alanda yolsuzluklarla anılan ülkelerin başında
gelirken, Açe Eyaleti de maalesif bu ülke içerisinde adı yolsuzluklarla anılan eyaletlerin
başında geliyor. Tempo bu konuda bir de istatistiki bilgi veriyor. 2012 yılında
Açe Eyaleti, tespit edilen 100 yolsuzluk vak’asıyla Endonezya Cumhuriyeti içerisinde
en çok yolsuzluğun olduğu eyalet olmuş. 2013 yılında bu sayı biraz düşmüş. 2014’de
ise yeniden yükselmiş.
Sürekli olarak Mekke Kapısı (Serambi Mekkah) unvanıyla andığımız
Açe’de tsunamiden ve ardından gelen Helsinki Barış Anlaşması’ndan sonra ortaya bir
tuhaf toplum ve bir tuhaf yönetim çıktığını söylemek gerekir. Bundan sadece Açelilerin
değil, Açe’deki gelişmeleri kendi çıkarlarına kullanma adına çaba sergilemiş olan
yerli ve yabancı unsurların da payı olduğunu unutmamak gerekir. Belki de yolsuzluğu
sadece Açe bürokrasisinde değil, uluslararası çevrelerin de katkıda bulunduğu bir
süreç olarak algılamak ve tedbirleri de buna göre almak gerekir.
Tsaminin 11. yıl dönümünü üzüntü ve kederle değil, bu ‘doğal’
afetin ‘hikmetleri’ üzerinde düşünülerek geçirilmesinde fayda var.