Mehmet Özay 12 Haziran 2014
Mayıs ayının sonunda Singapur gerçekleştirilen
13. Shangri La Diyalog Toplantıları ve Haziran ayının başında Kuala Lumpur’da
gerçekleştirilen 28. Asya-Pasifik Yuvarlak Masa Toplantıları bölge gündeminin
ötesine taşacak boyutlara sahip. Bu iki toplantı dolayımında neler olup
bittiğine bakmakta fayda var.
“Asya-Pasifik” derken, bu iki farklı coğrafyanın
neye tekabül ettiği üzerinde kısaca durmak gerekir. Asya’nın devasa bir kıta
oluşu ile yukarıda zikredilen toplantılar çerçevesinin birbiriyle örtüşmediği
ilk etapta dikkat çeken bir husus. Bu anlamda, ‘Asya’dan kastın, Doğu ve
Güneydoğu Asya yani, Asya Kıta’sının Pasifik’e bakan sahil koridorunu oluşturan
bölge öne çıkıyor. Buna ilâve olarak özellikle Güneydoğu Asya ile olan tarihi,
kültürel, ekonomik etkileşimi nedeniyle Hindistan’ı bu coğrafi ilişki ağına
dahil etmek mümkün. Ancak, coğrafi tanımlama konusunda bir yanılgının hasıl
olduğunu ifade etmeden de geçmeyelim.
1980’lerden itibaren Doğu ve Güneydoğu Asya,
kapitalist ekonominin küreselleşmesine paralel olarak ekonomik üretimin cazibe
merkezi haline geldi. Bu durum, aynı zamanda bölgenin sadece bölgedeki ilgili
ülkeler ve bu ülkelerle ulusaşırı şirketler arasında ilişkilerin değil, giderek
artan bir ivme ile gündemde işgal ettiği yer giderek daha çok öne çıkmasına
neden oluyor. Bu önem, bölge ülkelerinin liberal ekonominin zorunlulukları
doğrultusunda ucuz emek ve maliyet, hammadde kaynakları, tüketici orta
sınıfların yeşermesi gibi özellikleriyle ulusaşırı şirketlerin yatırım sahası
olarak yer alıyor. Bölgede ekonomisi geliştikçe, jeo-politik ve uluslararası
ilişkilerde sorunlu bir yapının da ortaya çıkabileceğini gösteren Çin’in
varlığı 2000’li yılların başından itibaren bir yandan imkân, öte yandan da
tehdit algısıyla birlikte anılıyor.
İşte bu imkân ve tehdit bağlamları yukarıda
anılan toplantıların gündem maddesiydi. Biri 13., diğeri 28. kez düzenlenen
toplantıların çıkış nedenleri konusunda da bir fikir veriyor aslında. ASEAN
merkezli başlayan bu toplantıların gelişmelere paralel olarak Pasifik’in öte yakasına,
yani Latin Amerika’ya taşınacağının haberleri bugünlerde gündemde yer alıyor.
Bir diğer önemli gelişme ise geçenlerde Brüksel’de yapılan Gelişmiş Ülkeler
yani, G-7 toplantısında Doğu ve Güney Çin Denizleri’ndeki anlaşmazlıklar,
serbest dolaşım ve uluslararası deniz ticaretinin güvenliği gibi konuların
önemine dikkat çekildi. G-7 liderlerinin üstü kapalı olarak Çin’i hedef alan
ifadeleri, bölge güvenliğini tehdit eden bir unsur olarak, aslında bugüne kadar
ekonomide kontrolsüz büyüyen Çin’in bu sefer ağırlıklı olarak tarihe referans
yaparak kendisine ait olduğunu belirttiği sularda askeri ve ekonomik
girişimleri tedrici olarak artırmasından kaynaklanan ciddi bir rahatsızlığı
ortaya koyuyor.
G-7’nin bölge ile ilgili kaygılarını ilk defa
güçlü bir şekilde ortaya koyduğuna tanık olunuyor. Bu durum, Çin’in bugüne
kadar bölgesinde uluslararası siyasette sergilediği Adalar ve kıta sahanlığı
sorununu tek tek ilgili ülkelerle halletme yönündeki çabasının ters teptiği
anlamı taşıyor. Daha önceki yazılarımızda da vurguladığımız üzere, son dönemde
Çin’le şu veya bu şekilde doğrudan fiziki çatışma ortamına giren Filipinler ve
Vietnam sorunu ASEAN bünyesine ‘enjekte etme’ çabaları Birlik’in diğer
üyelerince kabul görmese de, G-7’nin yukarıda dile getirilen kaygıları
bölgedeki sorunu küresel bir boyuta taşınmakta olduğunun açık bir göstergesi.
Filipinler ve Vietnam’ın niçin bir anlamda ‘öncü’ rol oynadığı ise Çin’in bir
yandan Filipinler’in de hak iddia ettiği küçük adalardaki ‘yapılaşma
faaliyetleri’, öte yandan Vietnam bağlamında ise, dev petrol arama platformunun
ortak hak iddiasına konu olan sulardaki varlığıdır.
Giriş’de değindiğimiz toplantıların ilkinde yani
Shangri La Diyalog Toplantıları’na katılan ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel,
açılış konuşmasını yapan Japonya Başbakanı Shinzo Abe ve Vietnamlı
katılımcıların gündemini elbette ki, Çin’in bölgede nüfuz çabaları
oluşturuyordu. Hagel, “modern dünyanın imkanları kadar tehditleri de içinde
barındırdığını gündeme getirerek, imkanlarla küreselleşen ekonomiyle ülkeler
arasında işbirliğinin artırılmasına gönderme yaparken, tehditlerden kastı da,
tıpkı Çin örneğinde görüldüğü üzere, bu zenginliği yoğun askeri harcamalarla
bir tehdit olgusuna dönüşümü üzerinde duruyordu. Neredeyse her ASEAN
toplantısında dile getirildiği üzere, ekonomik olarak büyüyen Çin’in bölge
ülkeleri için de benzer bir ekonomik imkân anlamına geldiği konusunda kimse
görüş ayrılığı içinde değil. ASEAN içerisinde Çin’in deniz kıta sahanlığı
konusundaki çıkışlarına Birlik olarak ciddi bir çıkış olmamakla birlikte, Çin’e
siyasi bir duruş anlamında ABD yaklaşımını dikkate almakta fayda var.
Singapur’daki toplantılarda Çin’i doğrudan hedef
alan ifadelere Çin makamlarından yanıt gecikmedi. Üst düzey askeri bir yetkili
Hagel’in ifadelerini Çin’e yöneltilen bir ‘tehdit ve gözdağı’ olduğunu söyledi.
Ardından, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Malezya Başbakanı Necib Bin Razak’ın
resmi ziyareti sırasında Doğu ve Güney Çin Denizleri’ndeki anlaşmazlıklar
konusunda “ Çin’in asla saldırgan bir tutum içinde olmayacağı. Ancak kendisine
karşı herhangi bir girişim olması halinde karşılık vereceği” şeklindeki
açıklaması dikkat çekiciydi.
Shinzo Abe ise, uluslararası yasalara atıfta
bulunarak Çin’in girişimlerinin küresel boyutta önemine dikkat çekerken,
bölgede Japonya’nın Dış Politika ve askeri yeniden yapılanmasına değindi. Abe,
bu yeni dönemi Japonya’nın “Barışa Aktif Katkısı” olarak tanımlıyor. Japonya’yı
bu süreçte öne çıkaran husus, devlet politikalarında değişim öngören yaklaşımı
kadar, ABD ve Avustralya’nın Japonya’ya verdikleri destektir. Barack Obama’nın
ve Avustralya Başbakanı Tony Abbott’un Nisan ayındaki Japonya ziyaretlerinde bu
destek açık bir şekilde verilmişti. Abe’nin “bölgedeki statükoyu değiştirmeye
matuf girişimlere izin vermeyeceğiz” mesajı, Batılı müttefikleriyle olan
ilişkilerinin de temel dinamiğini oluşturuyor.
Çin’in uluslararası diplomasinin odağına
yerleştiren girişimlerinin temelinde ne var sorusu bu anlamda önem taşıyor. Bir
takım ekonomik icraatlar ve geleceğe matuf yatırımların bir rolü var tabii ki.
Ancak, Çin’in Japonya’yla tarihi husumeti, son otuz yılda Çin’in ekonomik
anlamda güçlenirken, bunun askeri boyuta taşınması ülkenin tarihi ilişkilerine
referans yapılmasını gerektiriyor. Zaten Çin yayın organlarında ve de
diplomatların ifadelerinde bunu gözlemlemek mümkün. Çin, bölgede denizleri ve
adalarını ‘kendilerinden koparılmış’ olarak addederek, bugünkü ‘agresif’
politikalarına yön veriyor.
ASEAN içerisinde çeşitli boyutlarda sürdürülen
toplantılar kadar, Singapur ve Kuala Lumpur’daki uluslararası çevrelere de açık
toplantılarda açıkça zikredilmese de, bazı sivil toplum örgütlerince tek
kutuplu dünyanın sonu şeklinde yorumlar da gündemde yer alıyor. Bu anlamda
tartışmalarda Japonya-Batılı müttefikler statükodan bahsederken, Çin ve Çin’in
büyümesine hazmedebilen çevreler ise, Batı’nın Çin’in önünü kısıtlayan
politikalarına işaret ederek çatışmanın bu nedenle gündeme taşındığı
görüşündeler. Tek kutuplu dünyadan kopuşun gene bu kutbu oluşturan ABD’nin
niyet ve icraatına bağlı olduğu da tüm açıklamalarda dikkat çekilen bir husus.
Bu çerçevede, “Peki ABD buna hazır mı?” sorusu sorulmaya devam ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder