Mehmet Özay 01.04.2024
İç/erden diriliş
Adına, ‘diriliş’ (revivalism) denilen dönemler ve
bu dönemlere damgasını vuran siyasal-dini-toplumsal hareketlerin ortaya
çıkmasına sebep olan, ‘iç çöküş ve çalkantılar’ ile bu süreçlere eşlik eden
‘dini anlama, yaşama konusundaki gerilemeler’ olduğuna kuşku bulunmuyor.
Bunu iç ve dış nedenlerden kaynaklanan diriliş
hareketleri (revivalist movements) olarak adlandırmak gerekiyor.
Sorun bünyede
Bu noktada, İslam tarihine dair veriler bize, erken
dönemlerden itibaren başlayan ve bir başka deyişle, sömürgecilik öncesi süreçte
var olan toplumsal ve siyasal gerçekliklerin, ‘ötekilerin’ (the Others) baskısı
ve zorbalığı olmadan, Müslüman toplumlar içerisinde yeşeren siyasi ve toplumsal
elitlerin ve/ya kendilerini kurtarıcı (saviour) olarak sunan grupların,
akımların özellikle, geniş ve sıradan toplum kesimlerine yönelik zorbalık ve
zulümlerinin azımsanmayacak önemde olduğunu anlamak gerekiyor.
Hiç kuşku yok ki, bu tarihsel ve toplums gerçeklik
bizatihi adına, İslam denilen ‘Vahyi Din’ (revealed religion) ile adına
Müslüman toplumlar (muslim societies) denilen, bu dine mensup geniş
kitleler arasında bir ayrışmanın, çatışmanın ve dikotominin olduğunu ortaya
koyuyor.
Burada, ‘Müslüman toplumlar’ yaklaşımını daraltarak
temelde bu toplumlara egemen olan, butoplumlar üzerinde egemenlik tesis eden,
siyasal ve toplumsal elitler (political and social elites) demek daha
yerinde olacaktır.
Kurtarıcılık nosyonu ile yönetme, idare etme ilişkisinin
birbirine karıştığı, özellikle kurtarıcılık nosyonunun yönetme ve idarede
adalet, hak, gerçeklik, vb. olgular galebe çaldığı dönemler, Müslüman toplum
kesimlerinin belki de en acı dönemleri olarak tarihte yerini almıştır.
Genel bir söylem olarak gündeme getirdiğim bu tarihsel ve
toplumsal gerçekliğin bugünün Müslüman düşünür, aydın, akademisyen, siyaset vb.
çevrelerince dikkatle ele alınması gerekiyor.
Tarihte hata yapmak
Bu durum, bize ‘tarihte nerede hata yaptık?’ sorusunu
ciddi anlamda sormayı ve bu ciddiyeti, cevap verme aşamasında da sürdürmeyi
gerektiriyor.
1873 yılının Mart ayı sonlarında ve Nisan ayı başlarında
Sumatra Adası’nın kuzeyinde başlamakta olan savaş, bölgenin o dönem itibarıyla
yedi-sekiz yüz yıllık İslam toplumu özelliğinde önemli kırılmanın yaşandığı bir
dönem olarak tarihte yerini almıştır.
Bu süreçte, kendine Batavya’da, bugünkü Cakarta’da
yönetim merkezini ve karargâhını kurmuş olan Hollanda sömürgeciliği 1816’dan
itibaren, Sumatra Adası’nın güneyinden başlayan askeri yayılmacı ve genişlemeci
siyasetini Kuzey’de Açe topraklarına taşımıştır.
Açelilerin, yaklaşık 1840’ların ikinci yarısından
itibaren hissetmeye başladıkları, Hollanda’nın yayılmacı politikası ve askeri
varlığına karşılık kendi iç dinamiklerini, ne denli harekete geçirebildiği
konusu tartışılmaya değerdir.
Burada, o döneme dair Açe-Osmanlı ilişkilerinde neler olup
bittiğine değinmeyeceğim...
Aksine, Açe içinde nelerin olup bittiğine kısaca göz
atmak ve girişteki bağlamı gündeme getirecek, bir kaç özelliğe dikkat çekmekte
yarar var.
İçerden çürüme
Bunlardan ilki, 1864 yılında Cohor’dan Kuzey Sumatra’ya
geçen Abdurrahman ez-Zahir’in Banda Açe’deki gözlemleridir.
‘Hollanda Savaşı’ (Dutch War) olarak adlandırılan
ve 1873’de başlayan savaştan yaklaşık on yıl önce...
Ez-Zahir’in kısa gözlemleri arasında başkent Banda
Açe’deki Beytürrahman Camii’nin harap haline dikkat çeker.
Ve bölgeye yerleşmesinin ardından, yaptığı ilk işlerden
biri, -öyle anlaşılıyor ki, önce Kampung Java bölgesindeki Arap komünitesinen
başlayarak Açelileri caminin restorasyonu veya yeniden inşası konusunda ikna
girişimidir.
Beytürrahman Camii’nin konumu, Açe sultanlık sarayı’yla yan
yana denilebilecek bir konumdadır. Bir yandan, Açe Nehri’ne (Sungai Aceh)
bakan bu tarihi caminin güney bölümlerinde saray kompleksi yer alır.
Burada dikkat çekilmesi gereken husus, İslam’la ve İslami
geçmişiyle gayet donanımlı olduğu belirtilen Açe’nin tam da, başkentinde saray
ile birlikte gayet önemli bir temsiliyete sahip olan caminin harap durumudur.
Bu durumu, Açe’nin o dönem tecrübe ettiği ekonomik
zorluklarla açıklamak mümkün diyebilir bazıları.
Dikotomi: Varsıllık ve yolsulluk
Ancak eldeki bazı veriler bize Açe’nin 19. yüzyılın ilk
birkaç on yılından itibaren, giderek artan küresel baharat ticaretinde (spice
trade) yeniden önemli bir yer edindiğini de söylemesi Açe’de, iki temel
sembolik kurumdan birini teşkil eden caminin içinde bulunduğu durumla çelişik
bir görünüm ortaya koyuyor.
Siyasal ve toplumsal yapılaşması itibarıyla, örneğin
diyelim ki, Batı Asya ve Ortadoğu merkezli İslam siyasal sistemlerinden
farklılık sergileyen Malay siyasal yapılarında, merkezin rolünün göreceliliğine
karşılık, çevrenin kendinde özerk bir yapı sahibi olduğunu hatırlamak
gerekiyor.
Bu durum, bize baharat ticareti özelinde, gelir
kaynaklarının merkezde değil, gayet bariz bir şekilde çeper’de toplandığına
işaret ediyor. küresel çapta önem arz eden söz konusu baharat ticaretinden elde
edilen gelirlerin paylaşıldığı ve kendilerine uleebalang, raja gibi adlar
verilen yerel yöneticilerdir.
Bu yerel yöneticilerin merkezle yani, Sultanlık sarayı ve
sultanla ilişkilerinin “egemenlik tesisinin sultanla toplanması” gibi
siyasal-ontolojik-dini boyutu kadar, sultanlık makamına belirli aralıklarla
verilen vergilerle maddi bir boyutu bulunuyordu.
Baharat ticareti ile gayet yüzeysel olarak Açe’de ekonomi
yaşamından, hangi çevrelerin kazanım elde ettiğini gündeme taşımamın sebebi
Beytürrahman Camii’nin içinde bulunduğu durumla ne denli tezat teşkil ettiğini
göstermek içindir...
Mücadelede adalet arayışı
Bir diğer örnek, 1873 Mart sonu ve Nisan başında başlayan
Hollanda Savaşı’nın ilerleyen dönemlerinde Açelilerin direniş mücadelesinde
önemli rol oynayan Muhammed Saman Tiro’nun, aralarında bazı
uleebalang’lar/Raja’larla birlikte başkent Banda Açe’ye 40 kilometre mesafedeki
Seulimum’daki Dayah Tanoh Abee liderini ziyaretleridir.
1627 yılında Açe’de bu bölgele gelip yerleşen üç kardeşin
kurduğu ve zamanla gelişip, bölgede önemli bir eğitmi merkezi haline gelen
Dayah Tanoh Abee’ni oluşturduğu dini ve karizmatik bir durum söz konuudur.
Bu nedenledir ki, Saman Tiro diğer liderlerle birlikte
Tanoh Abee liderini ziyaret ederek, Hollanda karşısında verline mücadelede
destek talebinde bulunur.
Görüşme sırasında Chik Tanoh Abee uleebalanglara yani
bölgesel sivil elite karşı şunu söyler: “Önce halktan aldıklarını geri
verin!...”
Bu cümle ve belki buna eklemlenmiş olan benzeri cümleler
ve söylem, Chik Tanoh Abee’nin kendi topraklarındaki sivil ve siyasal elitin
geniş toplum kesimleriyle olan ilişkilerine dair net bir gözlem ve gerçeklik
niteliği taşır.
Burada, Chik Tanoh Abee’nin bir cihad mücadelesinde
ilkesel hareket etmenin koşullarını ortaya koyduğunu din sosyolojisi bağlamında
söylemek gerekiyor.
Böylesine kutsallık arz eden bir mücadelede, topluma
önderlik ettiği görülen uleebalang ve raja’ların savaş öncesinde, aynı toplum
kesimlerine yönelik yönetimlerindeki, -öyle anlaşılıyor ki, adaletsizlik ve
belki de zulme varan yaklaşımlarının, cihad gibi ulvi bir mücadele öncesinde,
‘maddi ve manevi olarak temizlenilmesi gereken’ bir olgu olduğu anlaşılıyor.
Müslüman toplumların, bugün -veya tarihsel arka plânda-
karşı karşıya kaldıkları sorunları ‘ötekilerin’ yapıp etmeleri üzerine inşa
etme konusundaki yaklaşımlarında doğruluk payı olduğu gözlemleniyor.
Ancak, Müslüman toplumların benzer bir yaklaşımı kendi iç
toplumsal ve siyasal bünyelerinde ne türden adaletsizlikler, zulümler olup
olmadığını sorgulama konusunda pek de göstermiyor oluşları, sorunun en temel
noktasını teşkil ediyor olmalıdır.
Tarihsel bağlamları geçmişte olup bitmiş değil, bugüne
etkisi gayet belirgin hadiseler olarak kabul edip hem tarihi anlama çabamızda
önemli revizyonlar yapma, hem de bugünkü sorunları anlamada yeni paradigmalar
geliştirmekte fayda var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder