Mehmet Özay 28.04.2024
Bu sorunun cevabının kolay olmadığı ortada.
Cevabın kolay olmadığı, iki ülkeyi doğrudan ilgilendiren
bölgesel ve küresel sorunların karmaşıklığından kaynaklanıyor.
Söz konusu sorunlar ve bunların karmaşıklığına, Güney Çin
Denizi’nde sürgit devam eden kıta sahanlığı ve güvenliği sorunu; Çin’in, Doğu
Avrupa’da yaşanan savaşta Rusya’ya verdiği destek; Çin’in Tayvan’a yönelik
egemenlik iddiası ile ABD-Çin arasında devam eden ticaret savaşında tanık
olunuyor.
Burada şunu söylemekte yarar var ki, söz konusu bu
sorunların çözümünü sadece, ABD-Çin arasındaki ilişkilerin düzeltilebileceğine
bağlayan çevrelerin, sorunları oldukça indirgemeci bir şekilde ele aldıkları
anlamı taşıyor.
‘Süper güç’ ilişkisi ve kutuplaşma
ABD ve Çin ilişkilerinde “süper güç” olgusunun
belirleyiciliğine kuşku yok.
Bu olgunun bizatihi kendi içinde zıtlaşmayı körükleyici
boyutunun varlığı sadece, bugünkü ilişkilerle anlaşılmakla kalmıyor.
Aksine, benzeri süreçlerin 20. yüzyıl ikinci yarısı
boyunca yaşandığı, “ilk Soğuk Savaş dönemi” anılarının da buna epeyce bir
katkısı bulunuyor.
Süper güç olma iddiası, iki ülkenin ilgili sorunlara
yönelik yaklaşımlarının, her iki tarafın birbirini anlamak ile birbirleri
arasında var olan rekabetin, daha da derinleşmesi şeklinde kendini ortaya koyan,
iki zıt kutup gerçekliğini gündeme getiriyor.
İki ülke arasında yaşanan bir diğer dikotomi ise, giderek
ağırlaşan ve tehdit gücü artan sorunlara karşın, -bazı basın organlarında dile
getirildiği üzere-, iki taraf arasında üst düzey görüşmelerin sıklığında
görülen artıştır.
İlkinin negatifliği ile ikincisinin pozitifliği aslında,
yukarıda dile getirdiğimiz üzere, “iki zıt kutup” olgusunun bir diğer
versiyonunu oluşturuyor.
Görüşmeler sürecinde, “Tarafların ilgili sorunlara bakışları
ve karşı tarafa sundukları olası çözümler nelerdir?” sorusunu gündeme
getirdiğimizde karşımıza, iki tarafın birbirini anlamakta zorlandığı intibaını
veren bir yaklaşım çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Fukuyamacılık!
ABD’nin hemen hemen tüm sorunlara yaklaşımında ise,
gizli/açık “Fukuyamacı” bir tutuma içkin olduğunu söylemek yanlış olmayacak.
Her ne kadar, Francis Fukuyama, Soğuk Savaş sonrasında
popülerleştirdiği, “Tarihin Sonu” kavramı ile Batı demokratik liberal değerler
ve bunun tüm ilgili kavramsal ve kurumsal olgularının, gelecek dönem küresel
ilişkilerinde belirleyici olduğu yönündeki iddiasından vazgeçmiş olsa da, ABD
yönetiminde “ötekilerle” ilişkilerde, aynı yönelimin devam ettiğine tanık
olunuyor.
Blinken’in Çin ziyaretinde bu yaklaşımın, şu veya bu
şekilde yansımalarını bulmak mümkün.
Örneğin, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin “... iki taraf,
kendi temel çıkarlarına saygı göstermeli” yaklaşımı, temelde muğlaklığı içinde
barındırıyor.
ABD Dışişleri bakanlığı görüşmeler sonrasında yaptığı
açıklamada, (diğer ifadeler arasından cımbızla çekip aldığım üzere) “... ABD
kendi çıkarları ve değerlerini savunmaya devam edecektir” cümlesi, ABD
açısından durumun, Fukuyamacı bağlama tekabül ettiğinin bir işaretidir.
Bunun pratik yansımasını, Blinken’in Çin’e ayak
basmasından çok kısa bir süre önce başkan Joe Biden’ın Tayvan’a 8 milyar
Dolarlık yardımı açıklaması oluşturuyor.
Bu noktada, ABD’nin nasıl bir Çin istediği ile, Çin’in
kendini nasıl ortaya koyduğu veya koymak istediği arasındaki fark, temelde
yukarıda dikkat çekilen “iki zıt kutpun” kavramsal alanını teşkil ediyor.
Çin: Kırmızı çizgiler vurgusu
Çin tarafı, örneğin, Güney Çin Denizi ve Tayvan
konularını tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde “kırmızı çizgi” vurgusu ile
gündeme taşırken, ticari ilişkiler noktasında ABD ile rekabeti değil,
“ortaklığı” benimsediklerine dair ifadelerle yumuşak bir diplomatik söylem
ortaya koyuyorlar.
Çin Dışişleri Bakanı Wang
Yi’nin, iki ülke ilişkilerine dair değerlendirmesindeki bazı cümleleri bize,
Çin’in duruşuna dair epeyce bir fikir veriyor.
Wang Yi, örneğin, Güney
Çin Denizi, Tayvan, insan hakları konularını ‘kırmızı çizgi’ perspektifinde
değerlendiriyor.
Bu noktada, yukarıda dile
getirdiğim, ABD’nin Tayvan’a yönelik yeni yardım paketinin Çin yönetiminde
oluşturduğu kızgınlık, tarafların birbirlerine yönelik ilgisine ve tartışma
ortamını izaha dair bir fikir veriyor.
Öte yandan, Şi Cinping
Blinken ile görüşmesinde, ABD ile ilişkilerde kapıyı kapatmadıklarının ifadesi
olarak da, “ortak zeminde buluşabiliriz” söylemi ile yukarıda dikkat çektiğim
“yumuşak bir diplomatik söylemi” gündeme taşıyor.
Burada, Şi Cinping’in
dile getirdiği ortak zemin, “kalkınma” olgusunda karşılık buluyor. ABD’nin
kalkınma olgusuna itirazı olduğunu söylenemez. Ancak, “kalkınma”nın kimin
liderliğinde sürdürüleceği konusunda önemli bir ayrışma olduğunu görmek
gerekiyor.
Asya-Pasifik ve Atlantik dengesi
ABD-Çin karşılaşmasında mevcut sorunları, daha ağırlıklı
olarak hisseden ve yaşayan tarafın ABD olduğunu söylemek mümkün.
Bu çerçevede, ABD, Asya-Pasifik’teki gizli/açık
müttefikleri ile bölgenin küresel jeo-politik ve jeo-ekonomik öneminden
kaynaklanan kaçınılmazlığına kayıtsız kal/a/madığı gibi, Atlantik ilişkilerinde
de, -tarihsel ve varoluşsal bağlamda- egemenliği elinde tutma arzu ve isteği
taşıyor.
Bu noktada, özellikle, Doğu Avrupa’da yaşanan gelişmeler,
ABD’nin önceliğinin Asya-Pasifik’ten yeniden Atlantiğe kaydığını ortaya
koyuyor.
Blinken’in görüşmelerde, “Çin’in Rusya’ya verdiği
desteğin sadece, Ukrayna için değil, bütün bir Avrupa için tehdit anlamına
geldiği” yolundaki söylemi, Çin yönetimini Rusya ile mesafeli olmaya davet
ederken, aynı zamanda bu sorunun ABD ve Avrupa Birliği (ve de İngiltere!)
ekseninde ne denli varoluşsal bir önem taşıdığını ortaya koyuyor.
Tabii ki, bu durum, Asya-Pasifik’in göz ardı edildiği
anlamına gelmiyor...
Zaten, ABD’den önce bu ayın ortasında Savunma Bakanı Lloyd J. Austin ile Çin
savunma bakanı Dong Jun’ın telekonferans toplantısı ve ardından, geçtiğimiz gün Dışişleri Bakanı Antony
Blinken’in Çin’e yaptığı ziyaret, bunun açık göstergesidir.
ABD-Çin ilişkilerinin bugün geldiği nokta, sadece iki
ülke çıkarları ile sınırlı olmayan bir boyuta taşınmıştır.
Güney Çin Denizi’nde kıta sahanlığı ve seyir
güvenliğinden, Çin’in Rusya’da askeri ve teknolojik yardımına değin var olan
sorunlar iki ülkeyi birbiriyle kutuplaşmacı bir söyleme taşımaya yetiyor.
Tarafların, artan sorunlara karşın, birbirleriyle
doğrudan görüşmelere verdikleri önem, ortada ikircikli bir durumun varlığını
işaret ediyor.
Bu durum, sorunların çözüme mi evrileceği yoksa, her iki
tarafın kendi ideolojik değerlerine ‘kaçınılmaz’ bağlılıkları nedeniyle,
anlaşmazlıkların çatışmacı evrene mi taşınacağı ya da üçüncü bir alanın var
olup olmadığı konusu üzerinde durmaya davet ediyor.