Mehmet Özay 31.12.2022
Ghazali’nin (Abu Hamid), görece kısa denilebilecek yaşamı hesaplamalara göre 1111 yılı Aralık ayında yani, bundan 911 yıl önce sona ermesine rağmen, ardında bıraktığı eserler günümüzde, Doğu’da ve Batı’da zihinleri aydınlatmaya, düşünmeye ve kışkırtmaya devam ediyor.
Toplumsal ve
siyasal kırılmalar
Ghazali’nin doğduğu
yıl (1056), İslam tarihinde önemli bir döneme tekabül eder. İslam’ın 5.
yüzyılında veya Miladi 11. yüzyıl ortalarında yani, 1055 yılında günümüz
Ortadoğu sınırlarının erken dönem merkezi niteliğindeki Mısır’da hakim olan Şii
Bûheyvi hanedanlığı ile Abbasi halifeliği merkezi Bağdat’da gelişmekte olan
Selçuklu eksenli siyasi yapının karşılaşmasına konu olmuştur.[1]
Bu gelişme, sadece
alternatif bir siyasi yapının ve halifeliğin varlığına karşı sahih geleneğin
devamını sağlamaya yönelik bir girişim olarak kalmadığı, aksine çeşitli toplumsal
ve dini yapılar ile düşüncelerde değişimi de gündeme getirdiği görülür.
İşte, Ghazali’nin erken
çocukluk ve gençlik yılları böylesi bir dönüşüme konu olduğu gibi, ilerleyen
yaşlarında bu dönüşüme ve bunun neden olduğu ve/ya temelinde bu süreci
tetikleyen çeşitli siyasal, toplumsal ve dini kırılmalara karşı cevap
niteliğinde bir düşünce sistemi geliştirdiğini söylemek mümkün.
Bireyden topluma
Yaşadığı dönemin,
içine doğduğu toplumun bir ferdi olarak kabul etmekle başlanması gereken
Ghazali’nin yaşamı, bize sadece bir (b)ilim adamının gelişme sürecini vermekle
kalmıyor.
Aynı zamanda, söz
konusu bu birey yani, Ghazali üzerinden yakın ve uzak çevresinden ve
coğrafyasından haberleri, ilişki ağlarını, sorunları ve çözümleri vb. bize
gizli-açık aktarmakla önemli bir işlev görüyor.
Bu nedenledir ki,
Ghazali çalışmalarında -en azından bir bölümünde-, yazarlar kısa da olsa, bu
alimin biyografisine yer vermeyi bir zorunluluk kabul ederler.
Böylesi bir yöntem
izlenmesinin ardındaki kasıt bir alimin, bir düşünürün hangi koşullarda
geliştiğine; eserlerini nasıl ve hangi koşullarda ortaya koyduğuna vb. dair
ipuçlarının yakalanması imkânını gözler önüne serme çabasıdır.
Söz konusu
biyografi anlatıları, -yazarların niyetinden bağımsız olarak- bize yani,
günümüz insanına, bizatihi bir kişi olarak Ghazali’nin ve içinde yer aldığı
toplumsal grupların sosyolojik gerçekliğine dair izlekleri sunmasıyla da önem
taşır.
Bu noktada, şunu
söylemekte yarar var ki, Ghazali’nin günümüz (b)ilim çevrelerinde anlaşılmasına
ve aynı zamanda, belirli çevreler tarafından eleştirilmesine neden olan tutum
ve yaklaşımları, onun biyografisi üzerinden kısaca değerlendirmek mümkün
gözükmektedir.
Ghazali’nin
çeşitli boyutlarıyla anlaşılmasında, Ghazali sonrasının ve bu anlamda, hiç
kuşku yok ki, uzun bir dönemin ardından ortaya çıkan modern dönemin veya çeşitli
boyutlarda modernleşmeyle giderek artan etkileşimin gündeme gelmeye
başlamasının doğurduğu toplumsal ve düşünce şartlarının dayatıcılığını göz ardı
etmemek gerekir.
Bu noktada,
toplumu anlamada yeni sorunlar ve bunları tanımlamada kullanılan kavramların
‘yükü’, kendi başına önem taşır.
Örneğin, merhum
Sabri Orman Hoca’nın “Ghazali düşüncesinde sosyal adalet” kavramı üzerine
çalışmasında dile getirdiği üzere,[2] bir kavram olarak ‘sosyal
adalet’i doğuran, -en azından, 17. yüzyıldan itibaren nüvelerini ortaya koymaya
başlayan Batı Avrupa’nın sosyolojik şartlarının farklılığı, 11. yüzyıl
düşünürünü anlamada ve/ya onun bu kavrama doğrudan, yakın ve ilintili duran
kavrama bakışını nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusunda bizi dikkatli
olmaya itiyor.
Tecrübe sınırları
Ghazali’nin erken
dönem ergenlik ve geç dönem yaşamlarında izini bırakan temel amilin sufizmle
bağlantılı olması, onun önemli bir yaşam tecrübesine sahip olduğunu ortaya
koyuyor.
Ghazali’nin hayatı
boyunca karşı karşıya kaldığı ve bizatihi aktörü olduğu tecrübenin hiç kuşku
yok ki, önemli bir bölümünü ise, ‘orta dönem’ diyebileceğimiz onun öğreticilik,
bir tür danışmanlık vb. gibi ilmi, akademik çabaları ile dönemin
yöneticileriyle ilişkileri üzerinden gelişen süreç oluşturuyor.
Bu dönemlere biraz
daha yakından bakmaya çalıştığımızda şöylesi bir görüntü ortaya çıkıyor.
Ghalazi’nin
yaşamının ilk dönemini, sıradan bir öğrencinin gayet kendinde bir öğrenme edimi
olarak kabul etmek ve bu noktada, içinde yer aldığı geniş topluma adapte olma
süreci olarak görmek mümkün.
Söz konusu birinci
dönemin dikkat çekin boyutu, üçüncü döneme hazırlık anlamı taşıması ve -bir
ölçüde- bu iki dönem arasında benzerliğin var olmasıdır. Bu dönemlerin ilkinde
Ghazali, -diğer ilim alanlarının ötesinde ve dışında- sufizmi öğrenme
sürecindeyken, ikincisinde bizatihi sufizmi bir ‘okul’ yaklaşımı bağlamında tecrübe
sürecine geçiyor.
Öte yandan, ikinci
dönem veya ‘orta dönem’, bunun tam aksine, -aradan geçen azımsanmayacak süre
zarfında edinilen -içinde İslam (b)ilim ve Yunan felsefi geleneklerinin de
olduğu şekilde diyalektik bilgilenme, devlet ve öğretim kurumu yapılarındaki
konumu ve işlevi gibi süreçlerin ardından, Ghazali’nin düşünce dünyasında
-zaten şu veya bu şekilde var olan- toplumsal yapıya yönelik eleştirinin
olgunlaştığı bir sürece tekabül ediyor.
Toplumsal eleştiri
Bu üç temel dönem,
Ghazali’nin bireysel yaşamındaki evrilmeyi, değişmeyi ve yenilenmeyi ortaya
koyduğu gibi, aslında tanık olduğu toplumsal, siyasal, dini yapılar karşısındaki
duruşu ve tutmumu üzerinde de belirleyici bir mahiyet taşıyor.
Bununla birlikte,
Ghazali’nin kavramın gerçek anlamıyla ‘sosyolojik’ bir bakış geliştirmediği
veya toplumsal sorunlara eğilmediği noktasındaki yaklaşımı[3] temkinli değerlendirmek
gerekir.
Bu noktada,
Ghazali’nin bu yaşam tecrübesinin geniş toplum kesimleri için ne anlam ifade
ettiği sorusu, hiç kuşku yok ki, gayet anlamlıdır ve üzerinde durulmaya
değerdir.
Bu çerçevede,
erken dönem öğretim sürecinde hasbel kader içinde yer aldığı öğretim kurumunun,
hocalarının ilmi yöntem, düşünce ve uygulamaları onun sufizmle ilişkisinin
başlangıcını oluşturuyor.
Bir anlamda bu
dönemi, henüz yerli yerine oturmamış veya bilinçlenme sürecinin başlarında
kendinde gelişen bir süreç kabul etmek mümkün.
Bununla birlikte,
bu döneme dair eleştirilerinin de gündeme gelmesi, aradan pek de fazla bir
sürecin geçmemesi üzerine, Ghazali’nin tanık olduğu sufi (mystic) yapıya
veya yapılanmalara karşı tutumunu, anlayışını belirlemede önemli bir etken gibi
gözüküyor.
Bu süreçle
birlikte gelişen ve ardından, giderek yoğunluk kazanan İslami (b)ilimlerin
çeşitli alanlarına dair eğilimi ve yönelimi onu, dönemin siyasi otoritesi/merkezi
tarafından keşfedilmesine yol açıyor.
Ghazali yaşamının,
ilmi tutum ve yaklaşımı ile -özellikle de, İslam hukuku (jurisprudence) alanında,
olgunlaştığına işaret eden pek de geç olmayan bir döneminde, -günümüz söylemi
ile ifade edecek olursak, mevki-makam sahibi olmaya elverişli bir ortama
çekildiği anlaşılıyor.
Ghazali’nin yaşamındaki
bu üç temel süreç, tedrici olarak onun ilmi kişiliğini ve düşünce yapısını inşa
ederken, -doğrudan kendinde bir durum olarak- Ghazali içine doğduğu, yaşam
sürdüğü ve tanık olduğu toplumu, dini ve düşünce sistemini temel bir hedef
haline getirerek eleştirileriyle bir anlamda onarmaya teşebbüs ediyor.
[1] A H. Johns.
(1993). “Political Authority in Islam: Some Reflections Relevant to Indonesia”,
(ed.), The Making of An Islamic Political
Discourse in Southeast Asia, (ed.), Anthony Reid, Aristoc Press Pty, Centre
of Southeast Asian Studies, Monash University, Clayton-Victoria, Australia, p.
23.
[2]
Sabri Orman. (2018). “Al-Ghazali on Justice and Social Justice”, TUJISE
(Turkish Journal of Islamic Economics), p. 2.
[3]
M. Amin Abdullah. (2000). Kant and Ghazali, Frankfurt: Verlag Y.
Landeck, p. 36.