Mehmet Özay 22.12.2022
Bir felsefi ve sosyolojik kavram olarak ‘modernite’ ile hesaplaşma süreçlerinde yaşanan değişim, dikkat çekici bir boyutta seyrediyor.
Batı düşünce sisteminde gerçekleşen uzun dönemli hesaplaşmanın, ötekileri -öteki
toplumları, öteki düşünce yapılarını vb.- dışarda bırakma eğilimi, yerini giderek
güçlü bir şekilde ötekini içine almaya evrilmiş durumdadır.
Öteki’ne davetiye
Bu noktada, ‘modernite’ ile hesaplaşmada, bir süredir aktör olma görevine
soyunan ve/ya kendisine böylesi bir görev bahşedilen yapılar arasında belki de,
en önceliklisi olarak, Doğulu toplumlar ve toplum düşünceleri yer alıyor.
Bir yandan globalleşmenin (globalization) kısmen, öte yandan post-modernitenin
çokça katkıda bulunduğu veya daha doğrusunu söylemek gerekirse, Doğulu
toplumlara -dönemin özelliği gereği bunu, Güneyli toplumlar olarak da adlandırmak
mümkün- davetiye çıkarttığı bu gelişme dikkatle incelenmeyi hak ediyor.
Doğulu ve/ya Güneyli toplumları temsil kabiliyetindeki kurumların, entellektüellerin,
düşünürlerin, akademisyenlerin kendilerine verilen bu görevi hakkıyla yerine
getirme konusunda istekli olduklarına kuşku bulunmamaktadır.
Burada, her ne kadar, Doğulu ve/ya Güneyli gerçeklikleriyle bu çevreler görünür
aktör (visible actor) konumunda olsalar veya bu konuma taşınmış bulunsalar
da, moderniteyi üreten düşünce sisteminin devam ettiricilerinin, söz konusu bu
düşünce ve eylem süreçlerinde görünmeyen aktör (invisible actor) olarak
gayet önemli bir işlev sergiledikleri yaklaşımını dikkatle ve ısrarla gündeme
getirilmelidir.
Bu durum, ortada bir işbirliğinin (collaboration) olduğu mesajı
olduğunu güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. İlk etapta, yaşanan bu durumu, değişen
ve/ya değişme arzusundaki modernite olarak anlamak mümkün.
Devamlılık olgusu: ‘dış-öteki’nin desteği
Bu düşüncenin devamı olarak, modernite’nin bu türden bir devam ettirici
yapıya ihtiyaç duymasının, bizatihi kendi iç zaafiyeti olduğu ve bu durumun mantıki
bir çıkarımı olarak, çöküşünün de yakın olduğu düşüncesinin akla gelmesinin
doğurduğu bir tür gizli/açık memnuniyet/hoşluk kendini eleveriyor.
Oysa, tarihi gelişim sürecinde modernitenin, ne tür evrelerden geçtiği ve
bu geçtiği evreler üzerinde gizli/açık yeniden kendini nasıl var kıldığı hatırlandığında,
bugün olan bitenin uyanık bir bilinçle ele alınmasını zorunlu kılıyor.
Bu noktada, modernite kayda değer bir şekilde yani, kurumsal bağlamı ve
düşünce ağları özelinde gündeme gelmeye başladığı 16. yüzyıldan itibaren, durağan
(static) değil aksine, kendi içinde dönümüşü (self-transformation)
ve değişimi sürekli gözetmiş ve hatta gizli/açık bunu teşvik etmiş felsefi bir
bağlama sahiptir.
Böylesi bir sistemik yapı bunu gerçekleştirirken, dün yanı başındaki ‘iç-öteki’den
yararlanırken, bugün ‘dış-öteki’nden yararlanmakta herhangi bir mahzur
görmemektedir.
Hiç kuşku yok ki, burada, bir bilinçten söz ettiğimiz ortadadır. Söz konusu
bu bilinç, modernitenin kasıtlı ve belirleyici olacak şekilde kendini ortaya
koyduğu ve geleceğe dair ilerlemeci (progressive) bir mantıkla
sürdürülebilirliğini gerçekleştirmekte olduğuyla alâkalıdır.
Bir başka açıdan veya tam tezat içeren bir bağlamda ele alındığında,
modernitenin -Weberci bir yaklaşımla- bir tür ‘niyetlenilmemiş sonuç’ (unintended
consequence) olarak değerlendirilmesi mümkündür. Bu durumda bile, bu
niyetlenilmemişliğin bir tür devamlılık (recurrencess) sergilemekte oluşu,
bir tür kaçınılmazlığı akla getiriyor.
Bugün modernite’nin kendi varlığını devam ettirme konusunda davet ettiği
düşünce yapılarının ki, bunlar arasında özellikle, İslami düşüncenin veya bir
başka şekilde söylemek gerekirse, kendini İslami düşünceye köklendirmiş,
temellendirmiş çeşitli düşünce açılımlarının giderek gözle görülür bir nitelik
taşıdığını söylemek mümkün.
Modernite’nin zaafiyetinin
varlığına kuşku yok…
Ancak, modernite’nin
bugüne kadar çeşitli aşamalardan geçirerek bugüne taşınmasını sağlayan iç
dinamizmi, kendini yenileyebilme bağlamı onun, devamlılık konusunda pek de
sorun taşımadığına işaret ediyor.
İkircikli yapı
Modernite’nin
zaaflarının onun kendi iç bünyesinde oluşturduğu yıkımların sonucu olduğu
ortadadır. Öyle ki, bu gelişmeyi veya değişmeyi Batı’daki sosyal kurumlar, sosyal
düzenler ve sosyal yapılar üzerinden test etmek mümkün.
Veya bu durumun, çokça
dillendirildiği üzere, Batı Avrupa eksenli gelişen ve temelleri noktasında
ayrışsa da, bizatihi kendi Batı Avrupa gelişim sürecinde ve bu coğrafyayı
oluşturan unsurlar arasında tarihsel olarak süreklilik arz ettiği üzere din
savaşları, dünya savaşları ve sömürge savaşları bağlamında gerçekleştiğini hatırlamakta
yarar var.
Modernite’nin iç
evriminin güncel, sıradan söylemlere kadar inmiş hali olan post-modernizm
sürecinde doğal düzenin bozuluşu ve tek tek dünya bireylerinin tanık olduğu
üzere, küresel pandemi ile kendini ortaya koyan acziyet karşısında gizli/açık artan
çığlıklar aslında, biten bir modernite’den değil, genişleyen bir modernite’den
bahsedilmesi gerektiğini bize hatırlatıyor.
Belki de, bu
gelinen durum, yani genişleyen modernite’nin, kaçınılmaz olarak -içinde İslami
düşünce yapılarının da yer aldığı- ‘dış-öteki’nin varlığına ihtiyaç duymasını
zorunlu kılıyor.
Bu varlıktan
beklentinin, moderniteyi yineleyici bir şekilde ayakları üzerinde durmasını
sağlayacak, ona güven aşılayacak ve bu güveni aynı zamanda ‘dış-öteki’ne
yansıtacak bir boyutta seyrettiği iddiasını gündeme getirebiliriz. Burada ikircikli
bir durum olduğuna kuşku yok.
Bu ikirciklilik
kendini, modernitenin bir yandan ‘dış-öteki’ni içine alırken, aynı zamanda onu
kendi bünyesinde bir değişimi körükleyecek bir araç kılma noktasında gizli/açık
zorlayıcı bir nitelik sergilemesinde ortaya koyuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder