26 Şubat 2021 Cuma

Post-sekülerizm durumuna dair (1) / About Post-secularism (1)

Mehmet Özay                                                                                                                            26.02.2021

Bir süredir sosyal bilimlerde özellikle de sosyolojide ve din sosyolojisinde yeni bir paradigma adı verilerek dikkat çekilen ‘post-sekülerizm’in neye tekabül ettiğine dair temellerden başlayarak bazı açıklamalar getirmekte yarar var.

Günün getirdiği toplumsal koşullarda, giderek popülerleşme süreçlerine de yansıyan post-sekülerizm kavramını, yerli yerine oturtma çabasına gerek vardır. Bu çabanın, bir yandan sosyal bilimlerin işlerliğini ortaya koyarken, bir yandan da popülerliğin neden olabileceği yanlış anlamaların ve manipülasyonların önüne geçilmesini sağlayacağı umulur.

Çağdaş dünyanın bir araştırma nesnesi olarak dine ilgisi, aynı zamanda modernleşme süreçleriyle yan yana ilerler. Bu dine ilgi vahyi/ilâhi veya dünyevi olsun, herhangi bir dini yapının insan kitlesinin yani mensuplarının sayısının artırılması, bu ilgili dini alanda olmayanları bu alana dahil etme yönünde bir misyonerlik faaliyeti değildir.

Aksine, dine yönelik bu ilgi, Batı Avrupa’da adına modernleşme denilen ve toplumsal hayatın neredeyse her alanını içine alan büyük anlam ve değişim sürecinde dinin nasıl bir yönelim kazandığı, değişime uğradığı ve anlamlandırıldığıyla ilgilidir.

Bu anlamlandırma, din olgusunu bizatihi kendi iç dinamikleri ile ele almayı öngörmez. Bu noktada, diyelim ki, vahyi/ilâhi veya dünyevi dinlerin kurulu ve bilgi içeren ve bilgi üreten yapılarına başvurmaz. Bu anlamda, inanç çevrelerince kutsanan, kutsal kabul edilen ve bu kutsallık etrafında oluşturulan bilgi ve bilince bakmaz.

İlgilendiği yegâne alan, toplumsal koşullarda dinin nerede durduğu, toplumdaki bireyler ve gruplarca nasıl algılanıp nasıl pratiğe geçirildiğiyle ilgilidir. Şayet bir toplumsal değişim var ise, bu değişim sürecinde herhangi bir dini yapının etkisi ve nüfuzu ile söz konusu değişimin yine herhangi bir dini yapı üzerine ne türden bir etkisi ve nüfuzu olduğunu ortaya koymaya çalışır.  

Buraya kadar baktığımızda karşımıza, dışardan bir gözlemcinin bir araştırma nesnesine gayet tarafsız bir yaklaşım sergileyerek ortaya bir bilgi koyma çabası olduğu anlaşılır. Bu alanı çalışan bilim dalının yani, sosyolojinin ve bu bilim dalının bir alt dalı olarak gelişen din sosyolojisi’nin yapıp ettiğinin, yukarıda dile getirilen unsurlarla sınırlı olmadığı görülür.

Adına bilim denilen çalışmaları kendine has kılan Batı Avrupa, tarihsel olarak kendi iç toplumsal değişimlerinden hareketle ortaya çıkan ilişkiler ağını fark etme, tanımlama, anlamlandırma ve ilişkilerin neden olduğu sorunlara yönelik varsa çözüm önerilerini ortaya koyma çabasında sorumluluğu pozitif bir bilim olarak varlığını ortaya koyduğu sosyoloji’ye vermiştir.

Sosyoloji’nin pozitifliği, ona bu adı veren ve adı ilk kurucular arasında geçen August Comte’un sosyal felsefesini yansıtmaktadır. Bu sosyal felsefe açıkçası, önemli insan-insan, insan-doğa ilişkisinde yeni anlamlar oluşturularak Batı Avrupa toplumlarında kırılma noktalarının görülmeye başlandığı 16. yüzyıldan başlayarak gelişme gösteren ve nihayetinde 18. yüzyılda Aydınlanma denilen felsefesiyi oluşturan sürecin izlerini içinde taşımaktadır. Bir başka deyişle söylemek gerekirse, Comte’un insan toplumlarını incelemenin bir aracı olarak pozitif biliminin, bilimsel temelleri Aydınlanma’nın doğrudan bir ürünüdür.

Comte’a, adının ‘pozitif’ olacağı bir bilim üretme imkânını tanıyan şey, kendi içinde gayet donanımlı bir sosyal felsefeyi barındıran düşünce yapısıdır. Comte’un yaşadığı döneme kadar ortaya çıkan değişimlerin bir sonucu olan bu düşünce yapısı, yine o döneme kadarki süreç zarfında, Batı Avrupa’daki dini yapılar hakkında geliştirdiği düşüncelerle ve yorumlarla bir dizi değişiklere yol açtığı gibi, bizatihi bu değişimin çıkış kaynağı olacak şekilde, dini yapıları açıktan veya gizli olarak reddetme konumuna ulaşmıştır.

Comte’un içinde yaşadığı dönemi tanımlama ve anlamlandırma çabasında, bütün bir insanlık tarihinin geçirdiğini varsaydığı ve adlarını teolojik, metafizik ve pozitivist olarak verdiği dönemlere ayırmaktadır. Bugünün popüler tabiriyle dönemlendirme denilen tarihe yönelik bu analitik yaklaşım, tüm insanlığın Batı Avrupa düşüncesinin bir ürünü olan bu dönemlendirmeye zorunlu olarak tabi olması gibi bir yaklaşımı doğurmuştur.

Söz konusu bu üç tarihi dönemlendirme, erken dönem evrimci yaklaşımın bir ürünü olduğu gibi, gelişimci/ilerlemeci Aydınlanma düşüncesinin gayet doğal bir göstergesini teşkil etmektedir. Buna göre, insanlık toplumu tarihin en erken evresinde adına ilâhi denilen dini bir bağlamla kendini anlamlandırır ve toplumsal yapısını buna göre temellendirmiştir. Bir sonraki safhada metafizik/idealar üzerinden geliştirilen varsayımlar üzerine inşa edilen bir düşünce ve toplum yapısı kendini ortaya koymuştur.

Comte’un bizatihi kendi yaşadığı dönemi içeren ve nihai safha olarak kabul edilen üçüncü dönem ise, bu iki safhanın dışında bizatihi insan olgusunun tam anlamıyla kendisini ortaya koyduğu dönem olduğu belirtilir. Bunda insan merkezli bir durum ortaya çıkarken, rasyonal düşünce ve bu rasyonalitenin dayandığı görünür alemin/doğal alemin/maddi varlığın üzerinde insan iradesinin işlemesine vurgu yapılır.

İnsan-merkezlilik, bilgi üretimini doğal alemi gözlemleme, onu deneme/sınama, inceleme, ölçme gibi yöntemlerle anlamlandırırken, bunun hakiki bir bilgi oluşumuna yol açtığını varsayar. İnsan-merkezlilik yani, insan aklının merkeze alındığı, bilgi üretme, edinme süreçlerinin bu akıl ile gerçekleştirileceği ve maddi alemin de buna aracı kılınması söz konusudur. Bu noktada, insanın tanımlanabilir olarak gördüğü maddi alemde, bulduğunu ifade ettiği kanunlar/yasalar vasıtasıyla bu alem üzerinde insan merkezli bir tasarrufa kapı aralanır.

Kısaca ifade ettiğimiz, Comte merkezli gelişen sosyolojinin, sosyal felsefi temellerinin aslında 17. ve 18. yüzyıllarda Batı Avrupa’da doğa bilimlerinin gelişiminin, nihai olarak adına sosyal bilim denilen alana nasıl yansıdığını göstermektedir. Comte, Aydınlanma düşünürlerinden de istifade ile ulaştığı bilgi düzeyinde tarihsel dönemlendirmede teolojik safhanın yani, temellerini ilâhi/dini bağlamlarda bulan düşünce yapısını ve onun ürettiği toplumsallığı geri kalmışlıkla ifadelendirir.

Yani, Batı Avrupa sosyal felsefesi, 16. yüzyıl başlarından itibaren kendi tarihsel sürecini anlama uğraşında, yorumsamacı bir yaklaşımla ulaştığı bu durumu genelleştirmek suretiyle bütün insanlığa mal etmektedir. Aydınlanmacı düşüncenin bir uzantısı olarak Comte’un düşüncesinde karşılığını bulan sosyal bilimin ‘pozitivist’ içerikli olma koşulu, bir yandan gizli/açık Batı Avrupa toplumlarının evrimci süreçte öncü rolü ile diğer dünya toplumlarından ayrıştığına işaret eder.  

Bu durum, diğer toplumlara yani Batı dışı toplumlara, böyle bir dönemlendirmeyi kabul edip etmeyecekleri ya da ilgil toplumlarının kendi bilgi temelleri bağlamında bir dönemlendirmeye sahip olup olmadıkları sorgulamasını yapma imkânı vermemektedir. Aksine, Comte düşüncesi üzerinden dikkat çekilen bu durum, bizatihi Batı Avrupa düşünce yapısının kendini diğer toplumlar karşısında konumlandırdığı üstün yeri göstermektedir.

Burada, Comte’dan hareketle söylemeye çalıştığımız ve tüm insanlık toplumlarını da yansıtılan tarihsel dönemlendirmenin açıkçası gizli açık bir illüzyona tekabül edip etmediği incelenmeye değerdir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/02/26/post-sekulerizm-durumuna-dair-1-about-post-secularism-1/

22 Şubat 2021 Pazartesi

Çin’den ABD’ye rest: Doğu Çin Denizi yasası kabul edildi / China pushes back aganist the US through adoption of South China Sea law

Mehmet Özay                                                    22.02.2021

Asya-Pasifik’te Doğu Çin Denizi özelinde düşük yoğunluklu süren kriz, Çin yönetimince kabul edilen bir yasa ile öngörülmesi zor bir döneme giriyor. 

Pekin yönetimi, söz konusu yasa ile egemenlik iddiasında bulunduğu Güney Çin Denizi’nde seyreden yabancı bandıralı gemileri inceleme ve sahil güvenlik birimlerine gerekirse ateş açma hakkı veriyor. 

Ayrıca, bu yasa bölgede irili ufaklı kumullar ve kayalıklar üzerine başka ülkelerin yapacağı inşa girişimlerini engellemeyi de içeriyor. Söz konusu bu yasa, bugünlerde öne çıkan bir konu olma özelliği taşıyor. 

Güney Çin Denizi’nde yeni yapılanma zorunluluğu 

Bu gelişmenin üç önemli hedefi olduğunu söylemek mümkün. Bunlardan ilki, Güney Çin Denizi’ne komşu ülkelerle yaşanan anlaşmazlıklarla ilgili. 

Bu noktada Çin yönetiminin, neredeyse son on yılı kapsayan dönemde, Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik iddialarına karşı Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’ne (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) mensup beş ülkenin, yani Vietnam, Filipinler, Bruney, Malezya ve Endonezya ile Çin’in kendisine bağlı bir ‘eyalet’ hükmünde gördüğü Tayvan’a göz dağı verdiğine kuşku bulunmuyor. 

İkinci hedef ise, açıkçası ABD’dir. Bu gelişme, ABD’nin 7. Filo donanma gücüyle kendini bölgede ortaya koyması karşısında, Çin yönetiminin ulusal güvenliği açısından bir tehdit olarak algılanmasının doğurduğu bir siyasi tavır almadır. 

ABD’nin bölgedeki askeri varlığı, Güney Çin Denizi’nin uluslararası suyolu olarak kabul edilmesinden ve bu suyolu üzerinde akışkan olan ve küresel ticaretteki payından kaynaklanıyor. Bu noktada, ABD yönetiminin bu suyolunda statükonun devamından yana tavır takındığını söylemek mümkün. 

Üçüncüsü ise, ABD yönetimlerinin Tayvan ile ilişkilerinde gelinen boyut. Sabık başkan Donald Trump’ın gider ayak Tayvan’a önemli miktarda silah satışına onay vermesi Pekin yönetimini kızdıran bir hamleydi. Joe Biden’ın atılmış bu önemli adımdan vazgeçeceğini düşünmek biraz hayal olur. 

Kaldı ki, 20 Ocak’taki yemin törenine, 1979’dan bu yana ilk kez Tayvan yönetiminden isimlerin davet edilmiş olması, Şi Cinping yönetimince kabul edilemez bir gelişme olarak kabul ediliyor. 

Tayvan’ın uluslararası tanınırlılığına ve bu anlamda siyasi meşruiyetini onaylamaya yönelik her girişimi engellemeye çalışan Çin için Tayvan bir kırmızı çizgi hükmünde. 

ABD’de henüz çiçeği burnunda başkan Joe Biden’in henüz Asya-Pasifik politikalarına etkin bir giriş yapmadığı hatırlandığında, ABD yönetiminin bölgedeki gelişmeler bir anlamda hazırlıksız yakalandığı anlamı taşıyor. 

Veya bir başka şekilde düşünüldüğünde, ABD’nin özellikle Güney Çin Denizi ve Tayvan konularında ortaya koyabileceği/geliştirebileceği potansiyel politikaların önünü almak istiyor.  

ABD’nin bölgeye ilgisi

ABD’de Joe Biden’ın yemin töreniyle başlayan süreçte, Asya-Pasifik bölgesine yönelik politikaları merak konusuydu. Ancak Pekin’den gelen karar, bu sürecin pek de fazla ertelenemeyeceğini ortaya koyuyor. 

Başkanlık yemininden bu yana bir ayı aşkın bir süre geçmesine rağmen, Biden yönetiminin bölge ile doğrudan ilişkilere başlamamış olmasında iki temel sorundan bahsetmek mümkün. 

İlki, kovid-19’la mücadele önceliğidir. ABD toplumuna moral bir etki yapacağına kuşku olmayan bu mücadele, aynı zamanda ülkede ekonomik üretim süreçlerinin de bir an önce hız kazanmasını sağlayacaktır. İkincisi ise, ABD’de yeni yönetimin karşı karşıya bulunduğu ulusal sorunları aşmaya yönelik politik çabaları öncelleme zorunluluğudur.

Açıkçası bu iki neden, normal şartlarda ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine yönelik ilgisini yenileme konusunda bir irade geliştirmesinin önündeki engelleri oluşturuyor. 

Bölgede beklenti

Bölgedeki bazı yapıların da ABD’nin bölgede olmasını arzu ettiği bir sır değil. Bu noktada birden fazla nedenle ve birden fazla ulus-devlet, ABD’yi bölgede sadece bir ticaret ortağı olarak değil, askeri anlamda da dengeleyici bir unsur olarak görmek istiyor. 

Adları ABD ile ittifak yapan güçler olarak da geçen Tayvan, Japonya, Güney Kore, Filipinler ile doğrudan bir ittifak tesisinden öte küresel güçlerin tek kutupluluğuna karşı çıkan Singapur, bir ölçüde Malezya, Tayland ve Endonezya’nın adlarını saymak mümkün. 

Bu ülkelerin aynı veya benzer düşüncelerle Çin karşısında ABD’nin varlığını olumlayan tutumlarına karşın, geliştirilmiş ortak bir stratejik yaklaşımdan bahsetmek pek de mümkün değil. 

Bunda, ABD eksenli ittifakın varlığına rağmen, öyle köklü ve bütünlüklü bir yapılaşma arz etmemesi öne çıkıyor. Bunun yanı sıra, yine adı geçen bu ilgili ülkelerin her birinin Çin’le olan ikili ilişkilerinin bu tutumlarının aldığı yönelimde gizli/açık bir belirleyiciliğinden bahsetmek mümkün. 

Egemenlik iddialarının yönetilebilirliği

Şi Cinping’in 2013 yılında başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana agresif bir kalkınma siyaseti izleyen Çin, aynı zamanda kendi bölgesel güvenliğini genişlemeci bir yaklaşımla ortaya koyuyor. Bunun en önemli göstergelerinden biri Güney Çin Denizi’ni tarihsel/geleneksel söyleme dayandırarak egemenlik iddiasında bulunması. 

Bugün gelinen noktada, bölgenin egemenliğini yasal bir temele dayandırma girişimini tamamlamış olan Çin’in bir yandan komşu ülkeler ve özellikle ASEAN ile öte yandan ABD’den gelecek tepkilere nasıl karşılık vereceği merak konusu. 

Öte yandan, bölge ABD açısından da gayet önemli bir coğrafya parçası. Amerikan yönetiminin gerek sabık başkan Donald Trump yönetimi olsun gerekse, iktidardaki Biden yönetimi olsun sadece ABD’nin değil, küresel kapitalizmin varlığını sürdürmesinde önemli aktörlerin var olduğu ve bu anlamda ana arter hükmündeki Güney Çin Denizi politikalarını Çin’e teslim etmeyeceği ortadadır. 

Tam da bu durum, ABD ile Çin deniz kuvvetlerinin sık aralıklarla bölgede karşı karşıya gelmelerine neden olmaktadır. 

ABD’nin pasif bir çatışma bölgesi olması hasebiyle Güney Çin Denizi’nde Pasifik donanmasına bağlı birimlerin faaliyetine açık olduğu biliniyor. 

Ancak ABD’nin bugüne kadar bölgede var olan donanma gücüne karşılık, Çin’in artık ikinci plânda kalmak istemediğine dair teorik ve pratik gelişmeler bölgenin önümüzdeki dönemde adının yine sıklıkla anılmasına neden olacaktır. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/02/22/cinden-abdye-rest-dogu-cin-denizi-yasasi-kabul-edildi-china-pushes-back-aganist-the-us-through-adoption-of-south-china-sea-law/



19 Şubat 2021 Cuma

Dr. Mahathir Muhammed UMNO’ya mı dönüyor? Dr. Mahathir Mohamad returns back to UMNO?

Mehmet Özay                                                                                                                            20.02.2021

Malezya siyasetinde bir süredir sessizliği ile dikkat çeken Dr. Mahathir Muhammed, yeni bir öneriyle yine gündem olmayı başardı.

Dr. Muhammed yeniden Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (United Malay National Organization-UMNO) dönmek istediğini açıkladı. Ancak bir şartla, ülkenin kurucu partisi hükmündeki UMNO’da “yolsuzluklara bulaşmış liderlerin ayrılması şartıyla”.

Dr. Mahathir’in ortaya koymuş olduğu UMNO’ya dönme isteğini, iki açıdan değerlendirmek mümkün.

İlki, 95 yaşındaki Dr. Mahathir’in halen sahip olduğu siyasi hırsı... Elbette, Dr. Mahathir uzun yıllar başkanlığını yaptığı partiye dönme gerekçesini bu şekilde izah etmiyor. Daha ‘smart’ bir yola başvurarak UMNO’yu hâlâ sevdiğini söyleyerek duygusal bir tonla mevcut durumu dile getiriyor.

İkincisi ise, UMNO’nun uzunca bir süredir yaşadığı hizipler arası mücadele nedeniyle sürekli kan kaybetmesidir. Buna çare olarak da, güçlü ve birleştirici bir ismin -ki gelişmelere bakılırsa bu Dr. Mahathir’den başkası değil- partiyi toparlayabileceği konusunda bazı çevrelerin güttüğü yaklaşımdır.

Söz konusu bu birleştiriciliği, sadece UMNO ile sınırlı tutmayan, aksine Malay etnik partilerinin dağılmışlığı karşısında birleştirici kuvve olarak Dr. Mahathir’li UMNO formülünü ileri sürenlerin görüşlerini de zikretmekte yarar var.

Parti sevgisi

Bugün Dr. Mahathir’in bu duygu dolu söylemine tanık olunca, insanın aklına yaklaşık yirmi yıl önceki bir gelişme geliyor.

Dr. Mahathir, 2002 yılında 21 yıllık başbakanlığının ardından Müslüman Malay toplumunda gereken değişiklikleri yapamadığını belirterek göz yaşlarıyla partiden ayrılma kararını açıkladığı konuşma geliyor.

O dönem herkesi şok eden bu karar, onun parti sevgisi ile Malay Müslüman toplumunu sosyolojik olarak değiştirme süreci arasındaki ilişkiyi ortaya koyuyordu.

Bunun ardından, parti içerisinde kendisini seven siyasilerin ısrarları üzerine, bir süre daha başbakanlığı devam ettiren Dr. Mahathir, 2003 yılında kapalı kapılar ardından UMNO’yu yönetmek amacıyla aktif siyasetten ayrılmıştı.

İkinci neden: UMNO’daki karmaşa

Dr. Mahathir’in UMNO’ya katılmak istemesinin salt bireysel bir talebin ötesinde, uzunca bir süredir UMNO içerisinde yaşanan kaosun rolü bulunuyor.

Diğer bazı faktörler bir yana, Parti içerisindeki hizipleşmeler partiyi ne iktidar yapabildi, ne de sayısal olarak güçlü olduğu mevcut Ulusal İttifak (Perikatan Nasional-PN) iktidar yapısı içerisinde sahip olduğu sayısal güce paralel bir temsil hakkı kazanabildi.

Şu an UMNO’da genel başkan olarak görev yapan Ahmed Zahid Hamidi, partiyi tek bir vücud haline getirebilecek karizmadan yoksun. Ancak, Ahmed Zahid’in başkan olmasında onun belli bir grubun temsilcisi olması kadar, yaşca ‘senior’ bir konumda olmasının da etkisi var.

Bir diğer neden ise, 2009-2018 yılları arasında başbakan ve parti başkanı olan Necib bin Rezzak’ın ve hem ailesinden hem de parti içerisinden kendisine yakın çevrenin maruz kaldığı yolsuzluk skandalları nedeniyle, hakkında açılan davaların en azından bir bölümünün sürmesi nedeniyle, parti içerisinde arzu ettiği siyasi hareketi gerçekleştirememiş olmasıdır.

Güçlü ama zaafiyetiyle öne çıkan UMNO

1 Mart 2020 tarihinden bu yana iktidarda olan Muhyiddin Yasin başbakanlığındaki sivil darbe ürünü PN hükümetinde daha çok bakanlık alma yönünde Ahmed Zahid Hamidi’nin bugüne kadarki çabaları sonuç vermedi. Aynı şekilde, bu hükümeti devirme konusunda bütçe görüşmeleri başta olmak üzere önüne çıkan birkaç fırsatı da kullanabilme cesaretini gösteremedi.

Muhalefet lideri Enver İbrahim’in, 2020 Eylül ayının sonlarında federal parlamentoda çoğunluğu ilân ettiğini açıkladığında, arkasında UMNO’dan yaklaşık on kişilik bir grubun olduğu ileri sürülmüştü.

UMNO’da böylesi bir desteğin başkan Ahmed Zahid Hamidi’nin açık bilgisi ve desteği olmadan gerçekleşmesi mümkün değildi. Ancak, UMNO lideri bu noktada da kararlılık gösteremeyerek, belirli çevrelerin baskısı karşısında bir süre sonra, Enver İbrahim’e desteğini geri çektiğini gösteren gelişmeler yaşanmıştı.

Eski tüfek Tengku Razaleigh

Enver İbrahim’in başbakanlığının engellenmesi anlamı taşıyan yaklaşık altı ay önceki bu gelişmede, kapalı kapılar ardındaki aktörlerden biri Dr. Mahathir’di. UMNO içerisinde özellikle eski tüfek ve partinin danışma kurulu başkanı Tengku Razaleigh ile birlikte hareket eden Dr. Mahathir Enver İbrahim’in başbakan olmaması için çalışmıştı.

Bu ikilinin siyasi bir karar olarak Enver İbrahim’i hedef almaları makul görülebilir. Ancak Dr. Mahathir ve Tengku Razaleigh’in UMNO içerisinde zamanında birbirine rakip oldukları hatırlandığında ortada temel dinamiklerin farklı bağlamlarda şekillendiği bir siyasi yapının olduğunu söylemek mümkün.

Bu noktada, bugün Dr. Mahathir’in UMNO’ya yeniden katılma projesinin ardında Tengku Razaleigh’in rolünün gayet önemli olduğunu söylemek mümkün.

Başta parti başkanı Ahmed Zahid Hamidi olmak üzere parti içerisinden Dr. Mahathir’in bu teşebbüsüne karşı temkinli yaklaşımların Dr. Mahathir’e yönelik öyle bütüncül bir kabulün olmadığını da ortaya koyuyor.

Üstüne üstlük partinin ilgili kanallarından yapılan açıklamalar dikkate alınacak olursa, Dr. Mahathir’in “hiçbir talep öne sürmeksizin partiye katılmak için başvuru yapabileceği” dile getiriliyor. Söz konusu bu “hiçbir talep”ten kasıt, açıkçası parti yönetiminde söz sahibi olma konusunda bir talep, irade ortaya koymaması şeklinde algılanması lazım.

Yolsuzluklar ve UMNO

Ancak girişte dikkat çekildiği üzere, Dr. Mahathir, UMNO’ya dönme konusunda bir şart ortaya koyuyor. O da yolsuzluklara karışmış olanların partiden ayrılması... Bu noktada, partideki yolsuzluk konusunun sadece Necib bin Rezzak’la sınırlı olmadığı, aynı zamanda Ahmed Zahid Hamidi’yi de içine alan bir grubu içine aldığını hatırlatmak gerekir.

Bunun dışında, Dr. Mahathir’in herhangi bir taleple ortaya çıkmamasını beklemek beyhude bir girişim. Bunun için son yirmi yıllık süreçte belli başlı gelişmelere bakmak yeterlidir.

Şöyle ki, 2002’deki istifa konuşması; 2003’de partiden ayrılırken yerine Abdullah Badawi’yi, 2009’da Necib bin Rezzak’ı getirmesi; 2013’de Necib bin Rezzak’ın parti başkanlığını bırakması konusunda gayet önemli girişimlerden sonuç alamaması üzerine bizzat kendisinin 2016’da partiden ayrılması ve Yerli Birlik Partisi’ni (Parti Pribumi Bersatu Malaysia-Bersatu) kurması; 2018’de o güne kadar kanlı bıçaklı olduğu Enver İbrahim’le ittifak kurarak 61 yıllık UMNO iktidarına son vermesi; 24 Şubat 2020’de sivil darbeye giden süreçte şu veya bu şekilde aktif rol alması gibi süreçler dikkate alındığında Dr. Mahathir’in UMNO’ya kabul edilmesi halinde öyle yerinde sessiz sedasız oturacağını düşünmek gayet büyük bir saflık olur.

Sevgi siyaseti!

Bugün Dr. Mahathir’in, UMNO’ya katılma arzusunun, sadece ‘sevgi’ ile açıklanamayacak yönü olmadığı aşikâr.

Bugüne kadar, siyasi iradesi ve karizmasıyla ülke siyasetinde önemli bir yer edinmekle kalmayan ve her daim bu yerini bir şekilde koruyarak belirleyiciliğini devam ettirmek isteyen Dr. Mahathir’in bu sefer bu hedefini eski partisine dönerek gerçekleştirmek istiyor.

Yaklaşık bir yıl önce, 24 Şubat 2020 tarihinde yaşanan gelişmelerle meşru Umut Koalisyonu hükümetinin yıkılmasında gizli/açık manipülasyonlara maruz kalan Dr. Mahathir, aradan geçen süre zarfında, ne yeniden başbakan olma hedefini gerçekleştirebildi, ne de 2018 Mayıs-2020 Şubat ayları arasında aynı iktidar koalisyonunda birlikte yer aldığı Enver İbrahim’in başbakanlığına destek verdi.

Dr. Mahathir, 2016 yılında birlikte UMNO’dan ayrıldığı ve Bersatu’yu kurduğu Muhyiddin Yasin’in, 24 Şubat sürecindeki söz konusu sivil darbenin mimarlarından olması ve bu darbenin hedeflerinden birinin kendisi olduğunu açıklamasının ardından, Vatan Mücadelesi Partisi’nin (Parti Pejuang Tanah Air-PPTA) adıyla yeni bir parti kurdu.

Malay ittifakı mı?

Şu an bu partinin başkanı olan Dr. Mahathir yeniden iktidar çevresinde yer alabilmesi amacıyla “büyük” koalisyonlara ihtiyaç duyuyor. Bugün yaşanmakta olan gelişmelere bakıldığında, bunun yollarından en makul olanı, yeniden UMNO’ya girerek faaliyetlerini orada yürütmek teşkil ediyor.

Bazı siyasi analistlerin görüşlerine kulak kabartılırsa, bugün Malay etnik kökenli siyasi hareketin bölünmüşlüğü karşısında toparlayıcı figür olarak Dr. Mahathir görülüyor. Bu görüşte haklılık payı olmadığı söylenemez.

O zaman şu soruyu sormak gerekir. Mevcut sivil darbe mahsulü PN hükümetinin başındaki Muhyiddin Yasin’e UMNO’yu, Malezya İslam Partisi’ni (PAS) ve Halkın Adaleti Partisi’nden (Partai Keadilan Rakyat-PKR) kopartılan 11 milletvekili katılımıyla kurulan ittifakla Malayları birleştirme görevini veren kimdi acaba?

Kaldı ki, 2000’li yılların başlarından itibaren ülkede yolsuzluklara, adaletsizliklere karşı Halk Cephesi ve daha sonra Umut Koalisyonu adıyla siyaset yapan yapıyla ittifak yaparak yolsuzluklara bulaşmış 61 yıllık UMNO iktidarına son veren Dr. Mahathir, 24 Şubat 2020’deki sivil darbe ile ülkede reformları öncelleyen bu koalisyon hükümetinin ortadan kalkmasında şu veya bu şekilde aktör olarak yer almıştı.

Bugün aynı Dr. Mahathir, Enver İbrahim’in neredeyse her konuşmasında vurgu yaptığı “yolsuzluklar”, “adaletsizlikler” konusunu bir ön şart olarak UMNO’ya karşı kullanarak kendine yeni bir siyasi gelecek çizmeyi hedefliyor.

Tüm bu olup bitenlere bakıldığında, ülke siyasetinde hâlâ gayet önemli tuhaflıklar olduğuna kuşku yok.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/02/20/dr-mahathir-muhammed-umnoya-mi-donuyor-dr-mahathir-mohamad-returns-back-to-umno/

14 Şubat 2021 Pazar

ABD-Çin ilişkilerinde yeni döneme farklı bir bakış / A different view of the new era in US-China relations

Mehmet Özay                                                                                                                            15.02.2021

ABD’de Joe Biden yönetiminin Çin’le ilişkileri yenileme çabası içerisinde olacağına dair tahminler yapılıyor. Bu yaklaşımı destekleyecek şekilde, Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerin bu yönde bir talep ve beklenti içinde oldukları da biliniyor.

Bu noktada, Joe Biden-Şi Cinping arasında ilk görüşmenin, 25-28 Mayıs tarihlerinde, Singapur’da yapılacak olan Dünya Ekonomi Forumu toplantıları çerçevesinde gerçekleşme ihtimali bu iki görüşü, en azından bugünden bakıldığında, haklı çıkaracak gibi gözüküyor.

Dünyanın iki büyük ekonomi gücünü yöneten başkanların, birbirleriyle doğrudan görüşmelere başlamalarının önemli olduğuna şüphe yok. Bununla birlikte, son dönemde, ABD-Çin rekabetinde görünenin ötesinde bir gerçeklik olduğu görüşüne dikkat çekmek suretiyle, olan bitene yeni bir perspektiften bakmakta yarar var.

Çin’in köklü bürokrasisi

ABD ile Çin arasında yaşanmakta olan rekabet kendini, sadece ekonomik alanda ortaya koymuyor.

Görünür bir ekonomik rekabetin olmasının doğallığı bir yana, bunun ötesinde Weberyen bir yaklaşımla ifade etmek gerekirse, bir anlam dünyası ve bunun yansıması olarak Çin’in köklü tarihsel yapılaşmasının belirleyici bir nitelik olarak ortaya çıkmakta olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Bu durum, özellikle bürokratik yapılanmada somut bir şekilde görülüyor.

Siyasi ideolojik rejim olarak komünizm, ekonomi yönetimi olarak liberal değerlere sarılmış olmasının ötesinde, Çin’i bugün yönetim mekanizmalarında dikkat çekici boyuta taşıyan ve bu anlamda ABD karşısında öne çıkaran husus, kaynağını tarihsel bütünlükten alan söz konusu bu bürokratik yapısıyla bağlantılıdır.

Bunu söylerken, daha önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz, Çin’in kapitalizmi bir ekonomi modeli olarak belirlemesinin ve uygulamasının, Batı kapitalizmi veya küresel kapitalizm için bir tehdit veya kapitalizm hedefinden sapma değil, aksine gayet doğal ve arzu edilir bir sürece tekabül ettiği yönündeki görüşümüzden uzaklaşmadığımızı ifade etmekte fayda var.

Bu yaklaşımla, açıkçası son beş yüzyıllık süreçte özellikle, küresel ekonomik ve ardından politik gerçekliği oluşturma konusunda bir sistem olarak kapitalizm ve onun temsilci bazı ülkelerce ortaya konulan güç yapılaşmasının, bugün için aşılabilir olmadığını hatırlatmak gerekir. Zaten Çin’i yukarıda dikkat çekilen dikotomik duruma iten, bir anlamda zorlayan da bu ekonomik gerçekliktir.

Ancak bugün gelinen noktada, özellikle Pasifik Savaşı’nın ardından kapitalizmin lokomotifi unvanını taşıyan bir ülke olarak öne çıkan ABD’de yaşanmakta olan iç sorunlar, ortaya aynı ekonomi sistemine tabi bir başka ülkenin rakip olarak çıkmasına neden olmaktadır.

Sovyetlerin hatasını tekrarlamayan Çin

Bu noktada, Sovyetler Birliği ideolojik tıkanmışlığı kadar, ekonomi yönetimindeki beceriksizliğinin sonucunu 1980’lerin sonlarında yıkım ile öderken, Çin’in aynı süreci yönetebilir olmasında, kapitalizmin bizatihi kendinde taşıdığı rasyonalite kadar, bundan ayrı olarak bazı olguların da bir dizi değişkenler olarak ele alınmasında yarar var.

Bugün, Çin denilen ülkenin ekonomik gerçekliğinin ortaya çıkmasında, önemli katkısı olan son kırk elli yıldaki yapılaşmasında dikkat çeken dönemleri genel hatlarıyla hatırlamak gerekir.

ABD yönetimi, 1970’lerin ortalarında Henry Kissinger ile Çin’in küresel ekonomik yapıya entegre sürecinin ilk adımlarını atmaya başladı. Bir sonraki süreçte, 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasını, dönemin dışişleri bakanı George Schultz ve ekibi marifetiyle yönetebilirken, yine o günlerde komünist rejimle idare edilen bir diğer ülke olan Çin’i, küresel ekonomi sistemine entegre etmeyi de başardı.

Yüzyılın başında Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olarak kabul edilmesi, 2008 yılında küresel ekonomide Japonya’yı arkada bırakarak ikinici sıraya yükselmesi ve 2013 yılından itibaren geleneksel ve tarihsel kara ve deniz ipek yolları projelerini hayata geçirmesi, bu iki temel projeyi destekleyecek ikili ve bölgesel anlaşmalarla Orta Asya’dan, Hint Okyanusu’na ve Afrika’dan Avrupa’ya kadar geniş bir coğrafi alanı ekonomik tesiri altına alması ve nihayetinde 2020 yılı Aralık ayı ortalarında, 15 üye ülkeli Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP) anlaşmasının imzalamasına ön ayak olması, yeni bir kapitalist gücün ortaya çıkma sürecini oluşturmaktadır.

Çin’in kapitalizme entegrasyonu

Çin’in, bu uzun döneme yayılan küresel kapitalist düzene entegrasyonu 1976’da Mao Zedong’un vefatının hemen ardından ortaya konulmaya başlandı.

Bununla birlikte, bu süreçte sadece ABD’nin bu ülke siyasi elitini davet konusunda sergilediği gizli/açık veya yumuşak/sert baskıyı değil, aynı zamanda yukarıda dikkat çekildiği üzere, Çin’in erken imparatorluk dönemlerinden bu yana var olan, köklü devlet geleneğinin yapısallaştırıcı unsurlarının bu davete icabetteki katkısından ve etkisinden de bahsetmek mümkün.

Söz konusu bu karşılık, görünür siyasi ideolojisi komünizm olmakla birlikte, örneğin Sovyetler Birliği gibi yayılmacı, küresel bir komünist ideal, bir başka deyişle enternasyonal bir komünist düşünce ile ortaya çıkmadı.

Bazı araştırmacıların gündeme getirmeye çalıştığı gibi, yanı başındaki komşu bölge Güneydoğu Asya topraklarında, bir başka deyişle ASEAN da bile, komünist ideolojisini Sovyetlerin diğer bazı coğrafyalarda yaptığına benzer şekilde üst düzeyde bir agresif yapılaşma sergilediğini söylemek bile güç.

ABD yeni dönemi yönetebilecek mi?

Çin tarafında ekonomik kalkınma bağlamında tüm bu gelişmeler olurken, ABD tarafından Çin’in yükselişine yöneltilen eleştirilere bakıldığında, ortada farklılaşan bir eko-politik yönelimin olduğunu görülmektedir.

Çin’in Soğuk Savaş dönemindeki yıkım sürecini gayet yumuşak bir şekilde atlatması, ekonomik yapılaşmasını liberalizme kaydırma ve giderek adaptasyonu başarıyla gerçekleştirmesi, bu devlet yönetimine aynı zamanda bir güven aşıladığı da ortadadır.

Bu güvenin giderek pekiştirici bir nitelik kazanması ve bugün ABD’deki kimi çevrelerin de kabul ettiği üzere, meritokrasiyi öne çıkaran ve yukardan aşağıya bürokratik yapılanmanın kendini yoğun bir şekilde hissettirdiği bir yönetim biçimi Çin’i, ABD karşısında bir rakip konumuna taşımaktadır.

İşte bu temel yapı, Çin’in sadece ekonomide liberal değerlere sarılmış olmasıyla ve bunun küresel ticaret süreçlerine pozitif yansımasıyla açıklanmayacak bir duruma işaret etmektedir.

Bunun ardında, Max Weber’in gayet detaylı bir şekilde ortaya koyduğu bürokratik sistemin, Çin tarafından uzun bir geçmiş tecrübesi ve birikimiyle sürdürülüyor olmasında aramak gerekir. ABD yönetimini endişelendirenin de, açıkçası böylesi bir yapıyla karşı karşıya kalmak olduğunu söyleyebiliriz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/02/14/abd-cin-iliskilerinde-yeni-doneme-farkli-bir-bakis-a-different-view-of-the-new-era-in-us-china-relations/

13 Şubat 2021 Cumartesi

Öğrencilerin zihinsel yapılaşma süreçleri / Students' mental structuring processes

Mehmet Özay                                                                                                                            13.02.2021

Yüksek öğretim kurumlarının, genel olarak farklı eğitim kurumları içerisinde kapladığı yer, başına eklenen ‘yüksek’ sıfatı ile taçlandırılırken, bu yüksekliğin öğrenciler için ne anlama geldiği konusu gayet önemlidir.

“Üniversite hangi öğrencileri seçmeli” konusunu ele aldığımız daha önceki yazımıza bir devam mahiyetinde ya da en azından bununla ilintili olacağı düşüncesiyle, öğrenci kitlesinin yüksek öğrenime zihinsel olarak nasıl hazırlandığı ya da bir başka deyişle yüksek öğretime nasıl bir zihinsel formasyonla geldiği üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Bir başka deyişle, söz konusu bu kurumlara gelen öğrenci kitlesinin, ne türden bir zihin koduna sahip olduğu meselesidir burada ele alınacak olan.

Öğrenci tekinin zihinsel yapılaştırılması

Öğrenci kitlesinin kendini orta öğretim sıralarından yüksek öğretime attıkları süreçte, yakın ve uzak çevreleri, okul ve medya ile belki de daha çok dershane/özel eğitim merkezleri gibi yapılar tarafından nasıl bir düşünceye itildikleri konusu öylesine geçiştirilecek bir konu değildir.

Bu durum, öğrenci kitlesinin gerek ruh ve akıl sağlığı ve zihinsel gelişimi, gerekse sosyal düzen ve ihtiyaçlar ile genel itibarıyla toplumsal yapı açısından gayet önemli bir duruma işaret etmesi nedeniyle, üzerinde özenle durulmayı ve hatta gayet önemli araştırmalara konu edilmeyi beklemektedir.

Ancak bu süreç, sanıldığının aksine adına üniversite denilen, bizimse yüksek lise olarak adlandırdığımız sözde eğitim kurumlarına girişteki sadece birkaç yıllık hazırlıklarla sınırlı değildir. Aksine o döneme kadarki yaşamlarını kuşatan ve ilerki dönemi de bir anlamda belirleyici kılan bir dizi toplumsal yapılaştırıcılık söz konusudur.

Doğum öncesi ve sonrası süreç

Daha ana karnındayken sosyal medya ile tanışan günümüz nesilleri, eğitim-öğretim süreçlerine, amaçlarına ve niteliklerine dair bilgilerin ilk nüvelerini, söz konusu bu sosyal medya tüketicisi ebeveynlerinin süreçte gizli/açık etkileşimlerine ve yaptırımlarına konu olmalarıyla edinmektedirler.

Ardından, adına ‘okul öncesi eğitim’ denilen ancak, gayet tabii olarak okullaşmanın (schooling) ilk aşaması kabul edilen bu kurumlardan başlayarak gerçekleştirilen ya da ‘maruz kalınan’ erken yaşlardaki ve devamındaki eğitim süreçleriyle birlikte, bu tek tek öğrenci bireylerinin ruhlarının ve zihinlerinin gizli/açık bir şekilde kapitalistleşmiş kurumsal baskıya maruz kalması, zamanla üstesinden gelinmesi gayet zor ve neredeyse imkânsız kalıplaşmış duygu ve düşünce yapılarının oluşmasına neden olmaktadır.

Bu durum, söz konusu öğrenci kitlesinin yüksek lise adı verilen kurumlarda sözde eğitim süreçlerine başlamalarıyla birlikte ortaya çıktığı üzere, son derece belirgin bir hâl aldığı gözlemlenmektedir.

Kapitalistleşme ya da şeyleri yerli yerine koyamama

Önce-sinden (pre) yüksek-ine (higher) kadar, adına “eğitim kurumları” denilen bu yapıların bizatihi kendileri, kapitalist yapılaşmanın unsurları olmalarıyla ve böylesi bir sistemi kurgulamaları ve öğrenci kitlelerini buna hazırlamalarıyla dikkat çekmektedir.

Aslında, hiç de abartmadan söylemek gerekirse, şu veya bu şekilde toplumsal ilişkiler ağının kapitalistleşmesinden dolayı, söz konusu eğitim kurumlarının böylesi bir nitelikle anılıyor olmalarında sakınılacak bir durumun olmadığını ileri sürenler olabilir.

Kapitalistleşme olgusundan ne kastettiğimiz kısaca izahta yarar var. Bu kavram, sadece bireylerin kendi yaşam tarzlarını ideolojik anlamda belirli bir ekonomi yapıda inşa etmeleriyle ve/ya böylesi bir ekonomi yapısına eklemlenmeleriyle ya da hayatlarını üretim-tüketim süreçleri çerçevesinde, maddi temeller üzerine indirgemecilikle oluşturmalarıyla sınırlı değildir. Tabii ki, kapitalistleşme bu durumu veya durumları içermektedir.

Ancak bunun ötesinde bir özne olarak ‘ben’ ve bu beni çevreleyen toplum, doğa, evrenle ilgili bütün bir anlam dünyasının oluşturulma süreçlerinin, -sanki bir tür  gereklilik addedilirmişcesine, maddi temeller üzerine inşasıyla da gayet sorunlu bir durum ortaya çıkmaktadır. Yani, kapitalistleşme kavramı burada bireyin karşı karşıya kaldığı, öznesi veya nesnesi olduğu ilişkiler ağını maddi ilişkilere konu etmesiyle ilintili olması anlamına gelmektedir.

Yerini bilme sorunu

Burada öğrenci tekinin, bizatihi toplumda, doğada ve evrende kendi yerini bilme/öğrenme eksikliği kadar ve bundan da öte ailesinde, yakın ve uzak çevresinde, geniş toplumda ve nihayetinde doğada ve hatta evrende ‘şeylerin’ yerli yerindeliği konusunu maddi anlam ve ilişkiler dışında bir bağlama oturt/a/mama sorunu kendini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Üstüne üstlük bu öğrenci kitlesi, yukarıda dikkat çekilen şeylerin yerli yerindeliğini belirleme konusunda sorumluluk alma konusunda istek, niyet ve amaç gütmemektedir. Kaldı ki, böylesine ağır bir sorumluluk almaya teşebbüs edecek alt yapılarının olmaması, onlara bahane üretme konusunda gayet önemli bir kolaylık da sağlamaktadır.

Yukarıda dikkat çekilen söz konusu içselleştirilmiş kapitalizm eksenli düşünce, tutum ve davranışlarının ne kadar bilinçli bir şekilde ortaya konup konmadığı bir yana, belki de daha çok taklidi öğrenmenin bir sonucu olarak aile, eğitim kurumları, ‘sosyal’-medya vb. unsurlarca yukardan aşağıya hiyerarşik olarak toplumsal yapıdan öğrenci tekine aktarılmakta ve/ya bu bireylerce gizli/açık çeşitli ‘öğrenme’ mekanizmalarıyla devşirilmektedir.

Öğrenci kitlesinin, daha ana karnındayken ebeveynlerinin düşünce yapılarının ve tutumlarının çeşitli mekanizmalarla onları kapitalist ilişki ağına yönlendirmeleri süreci, ilerleyen yıllarda fiziki olarak karşı karşıya kaldıkları eğitim süreçlerince ve bu süreçlerin katkılarıyla devam etmektedir.

Bu eğitim sürecinin geldiği, bir anlamda son noktada yani yüksek lise eğitiminde öğrenci kitlesinin yerini bilmeme konusu ve yaşanan bu sorunun farkında olmaması, bu öğrenci kitlesinin kendini, mensubu olduğu sosyal çevreyi, maruz kaldığı eğitimi, yaşam imkânı bulduğu doğayı anlamlandırma ve şeyleri yerli yerine koymada kalıcı bir tutum bozukluğuyla karşı karşı kalmasına neden olmaktadır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/02/13/ogrencilerin-zihinsel-yapilasma-surecleri-students-mental-structuring-processes/

8 Şubat 2021 Pazartesi

Myanmar’da darbe, toplumsal tepki ve ASEAN’da çelişki / The coup and reactions in Myanyar and dilemma in ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                              08.02.2021

Myanmar’da bir hafta önce, 1 Şubat sabahı gerçekleşen askeri darbenin ardından ülkede toplum kesimlerinin tepkiselliği ve hareketliliği göze çarpıyor.

Başta ABD ve Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası çevreler, Myanmar’da ordu yönetimine darbeye son verme çağrılarına devam ediyor.

Öte yandan, Myanmar’ın üyesi olduğu Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nden (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) gelen çelişkili açıklamalar ise bu bölgesel yapının siyasi birliğe ne denli ihtiyaç duyduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Darbe karşıtı gösteriler

Darbe günü ve ertesinde sosyal medya erişimlerini kesen ordu yönetimine yönelik kitlesel tepkilerin özellikle, hafta sonunda başlayarak birkaç gündür devam etmesi, farklı haberleşme kanallarıyla çeşitli toplum kesimlerinin darbecilere yönelik tepkiyi ortaya koymalarına neden oluyor.

Gösterilerde Ulusal Demokrasi Birliği (National League for Democracy-NLD) lideri Suu Kyi’nin posterlerine yer verilmesi, parti mekanizmasının bu gösterilerin ardında olduğunu ortaya koyuyor.

Ülkenin başkenti Nay Pyi Daw, eski başkent ve ticaret şehri Yangon ile Mandalay gibi önemli şehirlerinde kalabalıklar meydanları doldururken, ordu şu ana kadar sert bir müdahalede bulunmadı.

Bununla birlikte, bazı şehirlerde sokağa çıkma yasağı uygulamasına geçilmesi karşısında, kitleler kararlılıklarını göstermeleri halinde, ortaya şiddet içerikli bir tablonun çıkabilecektir.

Darbeye konu olan Myanmar’da halkın elektrik erişiminin bile yüzde kırklarda olması, iletişim araçlarının kısıtlılığı gibi faktörler, darbe karşıtı gösterilerin belirli şehirlerle sınırlı olacağını akla getiriyor.

Son birkaç günde ortaya çıkan gösterilere bakıldığında bu gelişmeyi önemli kılan husus, başta sağlık çalışanları olmak üzere çeşitli meslek gruplarının ve ülkenin kuzey-kuzeydoğusu’ndaki Kachin etnik yapısının da destek vermesidir.

Burada özellikle, sağlık çalışanlarının, yaşanan kovid-19 nedeniyle toplumsal görünürlüklerinin farkında olarak topluma yaptıkları çağrının karşılık bulduğunu söylemek mümkün.

Bununla birlikte, basın organlarında bazı Budist yapılarının da gösterilerde yer aldığı söylense de, bunların bireysel katılımlar olduğu, örneğin 1988 ve 2007‘deki gibi kayda değer bir çoğunlukta Budist rahipler meydanlarda yer almıyor.

En azından şu anki durumda böylesine bir gelişme yok. Ancak rahiplerin kabalık gruplar halinde meydana inmesi, sivil halkın katılımını teşvik edici bir rol oynayacaktır.

Etnik yapılar fark oluşturabilir

Söz konusu kitlesel eylemlerin devamlılık arz etmesi ve ülke genelinde ses getirmesi, biraz da  sınır boylarındaki Karen, Kaçin, Shan, Chin, Mon ve Rakhine bölgelerindeki etnik yapıların da tıpkı Kachinler gibi seslerini yükseltmelerinden geçiyor.

Bununla birlikte, ortada gayet önemli bir çelişkiler ağının da olduğunu söylemek gerekiyor. ülkede var olduğu söylenen ya da en azından geçiş aşamasındaki demokratik yaşamda tek aktörün Suu Kyi olması ve gerek seçimlerin gerekse şu anda darbe sonrası sürecin bu siyasetçi merkezli yürümesi aslında demokrasinin ne denli yanlış anlaşıldığını da ortaya koyuyor.

Demokrasiye geçiş dönemi olarak adlandırılan son on yıllık dönemde, kurumsallaşmış bir yapının olmaması, ülkenin sınır boylarındaki etnik yapıların hak ve taleplerinin verilmesi konusunda büyük umutlar beslenen Panglong Konferansı’nın ve bu çerçevede kalıcı barışın gerçekleştirilememiş olması, üstüne üstlük Arakanlı Müslümanlara yönelik soykırım ile bu kitlenin ülkeden sürgün edilmelerinde, vatandaşlık haklarının kabul edilmemesinde ortaya gayet sorunlu bir demokratikleşme süreci olduğuna işaret ediyor.

Uluslararası baskılardan söz edilebilir mi?

Uluslararası çevrelerin tepkilerinin özellikle ABD’de yeni yönetimin Myanmar’a yaptırım kararı alınacağını ilân etmesinin açıkçası, sözde bir eylemden başka bir anlam ifade etmiyor.

2010 yılından yani, Barack Obama döneminden itibaren Myanmar’daki demokratikleşme sürecine destek veren ABD ekonomik yardımları devlet kurumlarından ziyade özel sektöre ve sivil toplum kurumlarına yapıyor.

Ve başta darbenin başındaki general Min Augn Hlaing olmak üzere önde gelen bazı ordu mensuplarına yönelik yaptırımlar zaten mevcut durumda.

Özellikle, 2017 yılında ülkenin Batısında Rakhine Eyaleti’nde Müslüman Arakanlılara yönelik etnik soykırımdan sorumlu tutulan bu askerlere 2019 yılında ABD tarafından yaptırımlar uygulanmaya başlandı.

Bu durumda, ABD’de Joe Biden yönetiminin yaptığı bu açıklamanın bir göz dağı vermenin ötesinde bir anlamı bulunduğunu söylemek güç.

Öte yandan, dünyanın Batı’dan ibaret olmadığını aradan geçen süreçte Myanmar yönetimi ve özellikle de ordu gayet iyi biliyor. Bu çerçevede, Batı’nın kınama ve yaptırımları karşısında ordunun Çin, İsrail, Vietnam ve Rusya gibi ülkelerle yakın ilişkisi hiç kuşku yok ki, sadece askeri ilişki ile değerlendirilemeyecek boyutlar taşıyor.

ABD yönetimi, Arakanlı Müslümanlara yönelik etnik soykırım suçlamasıyla general Hlaing’a yaptırımda bulunurken, o dönemde ve 2019 yılı Kasım ayında, den Haag’da Uluslararası Adalet Mahkemesi’ndeki yargılanmada Müslümanlara yönelik yapılanları savunan ve böylece açıkça ülke ordusuyla yan yana duran Syu Kii’ye veya NLD hükümetine yönelik herhangi bir yaptırım gündeme getirilmedi.

Bu durum, yukarıda dikkat çekildiği üzere, ülkedeki sözde demokratik yaşamında Suu Kyi’den başka ikinci bir ismin ortada bulunmaması. Batı’nın bu çerçevede karşısında muhatap olarak sadece Suu Kyi’i bulması, ona yönelik herhangi bir siyasi yaptırımın gündeme getirilmesine bile mani oluyor.

ASEAN çelişkisi aşılabilir mi?

Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) ülkelerinden gelen tepkiler ise, bölgesel birliğin arzu edilir siyasi bir yapılaşma göstermediğini bir kez daha ortaya koyuyor.

Neredeyse her ülke kendi ‘reel-politiği’ çerçevesinde konuyu ele alırken, özellikle Malezya ve Endonezya’nın tutumlarının bizatihi kendi politikalarına dönüp bakmalarını gerektirecek ölçüde çelişkilerle dolu.

2008 yılı sonu 2009 yılından itibaren baş gösteren teknelerle göç hadiselerinde, binlerce Arakanlı Müslüman, deniz ve iklim özellikleri nedeniyle Endonezya’nın en batısında, Kuzey Sumatra’ya ulaşırken, kısmen karadan ancak çoğunlukla sahil bölgelerinden Malezya’ya sığınmaya çalışanlara yönelik uygulanan resmi politikalar ortada.

Malezya’nın çeşitli sektörlerde ucuz işgücü ihtiyacının gizli/açık insan tacirlerince Arakanlı Müslümanların araçsallaştırılmaları, Ramazan ayında Kuala Lumpur’un merkezinde baskınlara maruz bırakılarak sınır dışı edilmeleri, Tayland sınırında ortaya çıkarıldığı üzere karşı karşıya kaldıkları zulmün sonucu olarak toplu mezarların bulunması vb. örnekler Arakan sorununun sadece Myanmar sınırlarında konuşulamayacağını ortaya koyuyor.

ASEAN genel sekreterliği yapmış olan merhum Surin Putsiwan (2008-2012) dile getirdiği üzere, ASEAN içerisinde siyasi birlik yoluna adım atacak ve bunun mekanizmasını kuracak yeni bir yapılanmaya ihtiyaç olduğuna kuşku bulunmuyor. Batı’ya özgü liberal anlayış kabul edilmese de, bölgenin dini, kültürel ve tarihsel değerlerinden hareketle insan hakları vb. konularda yeni açılımlara ihtiyaç olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/02/08/myanmarda-darbe-toplumsal-tepki-ve-aseanda-celiski-the-coup-and-reactions-in-myanyar-and-dilemma-in-asean/

3 Şubat 2021 Çarşamba

Myanmar’da darbeye tepkiler ve Suu Kyi / Reactions to the coup in Myanmar and Suu Kyi

Mehmet Özay                                                                                                                            03.02.2021

Myanmar’da yaşanan darbenin ardından, Suu Kyi’i koruma kollama vazifesinde görevin Batılı devletlerin siyasi elitine düştüğü gözlemleniyor.

ABD ve AB’nin yanı sıra, G-7 üye ülkelerinin açıklamaları bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Birleşmiş Milletler genel sekreterinden benzer bir yaklaşım gelse de, güvenlik konseyi Çin ve Rusya’nın yaklaşımı daha doğrusu gizli/açık vetosu karşısında ortak bir karar alamadı.

Liberal değerler ve Suu Kyi’e özel ilgi

Bu yaklaşımda, Batı’nın tarihsel olarak geliştirdiğini düşündüğü liberal demokratik değerlerin Asya’nın bir köşesinde karşılık bulması konusundaki hissiyatının ve düşüncesinin rolü olduğunu ve bunun da, tüm eko-politik yapılaşmanın dışında-, gayet iyimser bir niyete tekabül ettiğini söylemek mümkün.

Bununla birlikte, bu tutumu sergileyen çevrelerin bugüne kadar Myanmar’ın farklı köşelerindeki etnik toplulukların karşı karşıya bulunduğu baskı ve zulüm karşısında ne türden bir desteğin samimi ve rasyonel olarak ortaya konduğu da sorgulanmayı hak ediyor.

Bu durumda, karşımıza çıkartılan tabloda Suu Kyi’nin şahsına münhasır bir tutum geliştirildiği ortada.

Oxford eğitimli ve zamanında bir İngiliz ile evli olan Suu Kyi, Barma etnik kökenine mensup bir Myanmarlı olmaktan daha çok, Batılı unsurlar tarafından bir nevi İngiliz temsiliyetine daha yakın gözüken ve bu anlamda kendilerinden saydıkları bir siyasi elit konumunda.

1980’li yılların ikinci yarısından itibaren Myanmar’da halkın önemli bir kesiminin, dönemin cunta yönetiminden kurtulmanın bir yolu olarak, Suu Kyi’ye biçtikleri temsili siyasi rolün, bu bayana gayet iyi yakıştığını son birkaç on yılda gördük, tanık olduk.

Suu Kyi’nin Batılı eğitim almış ve demokratik geleneği teneffüs etmiş olması gibi kendi bireysel tarihindeki gelişmelerden ziyade, Myanmar halkının bu bayanı sivil lider olarak belirlemelerinde bölgenin ‘manevi’ inanış ve eğilimlerinin kayda değer bir rolü bulunuyor.

Bu noktada Myanmar halkının, 1948 yılındaki bağımsızlığın mimarlarından ve bağımsızlıktan sadece birkaç ay önce bir suikaste kurban giden babası Ang San’a saygı ve hürmetten dolayı, Suu Kyi’e böylesi bir önderlik rolü biçtiler.

Bölge ülkelerinin gelişme karşısındaki tutumu

Batılı ülkelerin yukarıda dikkat çekilen tepkilerine karşılık, Güneydoğu Asya toplumlarının Myanmar’daki gelişme karşısında tamamen tepkisiz kalmış değil.

Aksine, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nin (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN), sözünü sakınmayan liderlerinden Singapur Başbakanı Lee Hsien Lhoong, Myanmar’daki gelişmeye açıkça tepki gösteriyor.

Siyasilerin ötesinde, Güneydoğu Asya toplumlarının Myanmar’daki cunta rejiminin varlığından rahatsız olmadıkları söylenemez. Nihayetinde, bölgenin yakın ve uzak geçmişinde böylesi bir ordu hegemonyasına maruz kalmış diğer toplumlar da bulunuyor.

Benzer süreçlere konu olmuş toplumların Myanmar halkının genelinin karşı karşıya olduğu bu darbe karşısında empati beslememeleri mümkün değil.

Endonezya bu konuda neredeyse yirminci yüzyıl ikinci yarısında sivil kıyafetli ordu yönetimine maruz kalırken, Tayland darbeler ülkesi olarak anılmasını haklı kılacak şekilde 2014’den bu yana, darbecilerin oluşturduğu hükümet tarafından yönetiliyor.

Malezya Federasyonu, kendine özgü Westminster modeli ile tarihsel olarak ev sahipliği yaptığı çok etnikliliğin siyasal sorunlara yol açmayacak bir formülasyonuna başvurarak, aynı siyasi hareketin yani, Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu’nun (United Malay National Organization-UMNO) yönetiminde geçen altmış yıla konu oldu. 61. yılın sonunda ülke siyasetini ve toplumsal egemenlik paylaşımını günün getirdiği rasyonel koşullara taşıyacak reformcu bir paradigma uygulamasına geçilirken, gelen bir sivil darbeye maruz kaldı.

Bu saydığımız ülkelerden Tayland ve Malezya’da yaşananlar kitlesel kıyımlara yol açmadığı ortada. Endonezya ise, konu olduğu her türlü handikaba rağmen, 20. yüzyıl ikinci yarısında ve bu yüzyılın hemen başında yaşadıklarını affetttirmeye yönelik çabalarıyla dikkat çekiyor.

Kamboçya Khmerleri dışarda tutulduğunda, Myanmar’ın cunta yönetiminde kendine özgü bir geçmişi var. Bu anlamda, Myanmar’da yaşandığı ölçüde zulmü reva gören bir siyasi yapı olmadı.

Bölge ülkeleri içinde hem ekonomik yapılaşması ve gelişmişliği ile hem de siyasal reformları ile dikkat çeken Malezya, Endonezya, Tayland gibi ülkelerin halklarının, Myanmar’daki darbe karşısında sessiz kaldıklarını söylemek mümkün değil. Bugün her ülkenin kovid-19 gerçeği karşısında verdiği kendi mücadelesi bu anlamda tepkilerin yeterince ortaya konulmasına mani oluyor.

Suu Kyi-Asker işbirliği mi?

Bununla birlikte, görüşlerini açıklayan kimi yazarların ve yakından izleme ve hissetme imkânı bulduğumuz çevrelerin ise Suu Kyi özelinde iktidardaki NLD yönetiminin maruz kaldığı askeri darbeyi bizzat kendileri davet ettikleri yönünde bir algının var olduğunu söylemek gerekiyor.

Bir yandan, 2008 yılı anayasasının ardından yasaklı konumuna düşmesiyle, partisi Ulusal Demokrasi Birliği (National League for Democracy-NLD) 2010 seçimlerine katılmayı reddederken, 2012 yılı Mayıs ayından itibaren Arakanlı Müslümanlara yönelik şiddet eylemleri ve bu şiddet olgusunun 2015 seçimlerinin ardından güncellenerek 2017’de zirve noktasına ulaşması karşısında Suu Kyi’nin ve de iktidardaki partisinin siyasi tutumunun o dönem barakalarındaki askerlerle aynı görüşü yansıtması gayet açık bir çelişkiler zincirinin varlığına işaret ediyor(du).  

On yıllarca, demokrasi ikonu olarak sadece Myanmar toplumuna değil, gizli/açık Güneydoğu Asya toplumlarına model olarak sunulan Suu Kyi’nin 2010’dan bu yana sergilediği demokratikleşme, haklar ve özgürlükler konusundaki siyasi duruşu giderek ivme kaybettiğini kanıtlıyordu.

Bunun uluslararası arenadaki en görünür kanıtı 2019 yılında Hollanda başkentinde Myanmar devletine yönelik Uluslararası Adalet Mahkemesi’nce açılan davada ordunun Arakanlı Müslümanlara karşı yaptıklarını savunması oldu.

Öyle ki, bu süreçte Suu Kyi’e verilen nobel ödülü dahil neredeyse tüm ödüllerin uluslararası camia tarafından geri alınması ile sembolik olarak bu bayanın cezalandırılması anlamı taşıyordu.

Oysa, Arakanlı Müslümanlar sanki Suu Kyi’nin ülkesinde tıpkı diğerleri gibi yaşayan etnik bir azınlık değilmiş; sanki bu kitle Pasifik Savaşı’nın ardından verilen bağımsızlık mücadelesinde yer almamış ve bu kitle 1980’lerin ikinci yarısındaki cunta karşıtlığında Suu Kyi’ye destek vermemiş gibi, Suu Kyi 2012’den bu yana söz konusu bu kitleye karşı ordu ve milislerin ortaya koyduğu ve soykırıma ulaşan eylemlerini haklı kılacak açıklamalarda bulunuyor(du).

Yaşanan darbe ile sadece Suu Kyi ve partisi NLD başta olmak üzere bütün bir Myanmar toplumu imtihandan geçiyor. Bu süreç, en azından geçen on yılın muhasebesini yapmak için gayet iyi bir sınav olacaktır.

Myanmar’da yaşanan ve demokratikleşme sürecinde gayet ciddi gerileme anlamı taşıyan darbe sonrasında tüm handikaplarına karşın ASEAN başta olmak üzere bölge ülkelerinin de kendi değerleriyle Myanmar’a destek olmaları gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/02/03/myanmarda-darbeye-tepkiler-ve-suu-kyi-reactions-to-the-coup-in-myanmar-and-suu-kyi/

2 Şubat 2021 Salı

Myanmar’da Demokrasi Sorunu / The issue of democracy in Myanmar

Mehmet Özay                                                                                                                            02.02.2021

Myanmar’da ordunun 1 Şubat sabahı gerçekleştirdiği darbenin ardından, ele alınması gereken bazı hususlar bulunuyor.

Bunlar ülke siyasal ve toplumsal yaşamında son on yılda yaşanan süreçler dikkate alındığında demokratikleşme, Myanmar ordusunun sadece siyasetle değil aynı zamanda ülke ekonomiyle ilişkisi, Batılı ülkelerin bu süreci doğru değerlendirip değerlendirmemesi, ASEAN’ın Myanmar’daki gelişmelerdeki rolü ve tumumu gibi konularla ilişkilidir.

Tüm bu hususlar kendi başına önem taşıdığı gibi, bunların dışında Suu Kyi’nin bizatihi kendisinin ve partisinin bu süreçte oynadığı rol de göz ardı edilemeyecek bir boyut içeriyor.

Bu noktada, bir başka şekilde söylemek gerekirse, ülkenin bugün darbeye maruz kalmasında Ulusal Demokrasi Birliği’nin (National League for Democracy-NLD) bir rolü var mıdır?

Bir önceki dönemde yani, 8 Kasım 2015 seçimlerini kazanmasının ardından, beş yıl boyunca iktidarda olan ve başında Suu Kyi’nin bulunduğu NLD’nin demokratikleşme konusunda ülke genelinde ne gibi adımlar atmadığı konusu gayet önemlidir.

Suu Kyi’de darbe 2015’de oldu!

Burada, hem önde gelen bir siyasetçi olarak Suu Kyi’nin bizatihi kendisi, hem de ülkenin ulusal siyaseti açısından önem taşıyan ilk konu, Suu Kyi’nin 2015 seçimlerinin ardından karşı karşıya kaldığı siyasal açmazdır.

Söz konusu bu siyasi açmazdan kastımız, 2015 seçimlerinin hemen ardından, ordu yumuşak gücü vasıtasıyla, Suu Kyi’nin devlet başkanlığına seçilmesini engellemesidir.

Bu çerçevede, açık bir şekilde söylemek gerekirse, aslında ordu bizatihi Suu Kyi’e bireysel darbeyi, 2015 seçimlerinin hemen ardından onun devlet başkanı olmasının engellenmesiyle ortaya koydu.

Suu Kyi’ye yönelik bu bireysel darbenin sadece onun devlet başkanı seçilmemesi ile sınırlı olmayan aksine bunun ötesinde sembolik ve demokrasi pratiği açısından önemli sonuçları bulunuyordu.

Ülke siyasal yapısında çok partili yaşam, sivilleşmenin genişletilmesi ve artırılması anlamında toplumsal değişim, Myanmar halkının beklentileri ve demokratikleşme süreci, uluslararası çevrelerin Suu Kyi ile yakın çalışma arzusu gibi bağlamların bir anda donması ve hareketsizleşmesi anlamı taşıyordu.

Dikkatle ele alınması gereken ikinci konu ise, Myanmar’ın bir ulus devlet olabilme imkânını içinde taşıyan süreçleri yönetememe sorunudur.

Suu Kyi süreci yönetebildi mi?

Suu Kyi, kendi şahsını da hedef alan yukarıda dikkat çekilen müdahalenin yanı sıra, o dönem iki önemli sorunla karşı karşıya bulunuyordu.

Bunlardan ilki, 2012 yılı ortalarından başlayan şiddet olayları nedeniyle 2015 yılında, uluslararası bir boyuta taşınmış olan Arakanlı Müslümanlar sorunu.

İkincisi ise, ülkenin dört bir yanındaki sınır boylarında yaşam süren etnik yapılar ve bunları temsil eden siyasi organizasyonlarla, neredeyse ülkenin kuruluşundan itibaren var olan çatışmaların sona erdirilmesi ve barış ortamının sağlanması konusunda gerekli adımların atılması beklentisiydi.

Suu Kyi, bu her iki süreci yönetemediği gibi, sivil hükümetin yani, NLD iktidarı hem Arakanlı Müslümanlar konusunda hem de Karen, Kachin, Mon, Budist Arakan vd. etnik yapılarla ilgili gündeme gelen barış görüşmelerinde arzu edilir bir gelişme sağlayamamıştır.

Bu durum açıkçası, ordunun gayet hassas olduğu bilinen bu konularda, NLD hükümetinin ordunun talep ve beklentilerine uygun şekilde hareket ettiği bugün daha iyi anlaşılmaktadır.

2015 seçimleri öncesinde Batılı ülkeler tarafından demokrasi ikonu olarak kabul edilen ve uluslararası ödüllere layık görülen Suu Kyi, iktidara geldikten sonra bu iki önemli uluslararası sorunla ilgili adımlar atamamış, atmaktan çekinmiş ya da ordu tarafından kendisine yapılan baskılara boyun eğmiştir.

Üstüne üstlük, Arakanlı Müslümanlara yönelik etnik soykırım suçlamasıyla uluslararası insan hakları mahkesemince açılan davada Suu Kyi, ordunun arkasında bulunduğu şiddet sürecini ulusal güvenlik gibi bağlamlara oturtarak haklılaştırmaya çalışmıştır.

Ordu egemen toplum

Ülkenin merkez yönetiminde söz sahibi olan Bamar kökenli ve babasının zamanında merkezdeki konumundan ötürü merkezi gayet iyi tanıyan akademisyen ve aktivist Maung Zarni’nin Pazartesi günkü darbenin ardından yaptığı, “Darbe olsun veya olmasın ordunun oyunun kurallarını kontrol ettiği Myanmar demokratikleşmeyi başaramamıştır” anlamına gelecek açıklaması, yukarıda dikkat çekilen iki önemli gelişmenin bir başka şekilde ifadesidir aslında.

Bugün yaşananlar açıkçası, 20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca ülkeyi yöneten ordunun, bir kez daha siyaset sahnesinde gücü somut olarak eline geçirmesi anlamı taşıyor.

Suu Kyi’i ulusal gündeme taşıyan 1980’lerin ikinci yarısındaki gelişmeler hatırlandığında, o dönem sivil bir lider olarak ortaya çıkan Suu Kyi’ye aralarında Arakanlı Müslümanların da olduğu farklı etnik grupların verdiği desteğin ve bunun 2015 yılındaki seçimlerde tekrarlanmasına rağmen, Suu Kyi ve partisi NLD’nin bu kitlelere yönelik ne tür olumlu bir karşılık verilebildiği şüphelidir.

Gerek 1980’ler ve sonrasında gerekse bugün yaşanan darbe sonrasında Batılı devletlerin aldıkları yaptırım kararlarının Myanmar’ı ve Myanmar’daki askeri eliti ne denli bağlayıcı kılacağı ise gayet sorunludur.

Batılı güçlerin Myanmar’ı uluslararası arenada etkisizleştirme ve yaptırım çabalarına karşın Myanmar’da değişim maalesef gerçekleşmemiştir.

2010 yılında yaşanan ve yarı sivil yönetime adım olarak değerlendirilen seçimlerin ve ardından gelen Thein Sein hükümetinin ortaya çıkmasında ise, 21. yüzyıl başlarında ortaya çıkan şartlarla bağlantılı olduğu ortadadır.

Tüm bu süreçlere bakıldığında, Batılı ülkelerin Myanmar’da demokratikleşmeden beklentilerinin, sadece Suu Kyi faktörüyle ilişkilendirildiğini söylemek gerekiyor.

Bugün ise, Myanmar ordusunun yine darbe teşebbüsünde bulunabilme gücünü kendinde bulabilmesini, sadece ülke içi güç yapılaşması ile açıklamak mümkün değildir.

Aksine, bir yanda Doğu Asya’da Çin ve Kuzey Kore, öte yandan ASEAN’da Tayland ve Malezya’da yaşananlar ile dünyanın farklı bölgelerinde bu yüzyıl başında belki de, öngörülmeyen demokrasi karşıtı gelişmelerin de, adına küreselleşme denilen ve her alanda kendini gösteren  gelişmeler çerçevesinde Myanmar’da bugünkü durumun ortaya çıkmasında bir ölçüde katkısı olduğunu düşünmek mümkün.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/02/02/myanmarda-demokrasi-sorunu-the-issue-of-democracy-in-myanmar/