28 Ekim 2019 Pazartesi

Endonezya’da yeni kabine ve yüksek beklentiler / New Cabinet and high expectations in Indonesia


Mehmet Özay                                                                                                                      28.10.2019

Endonezya’da Joko Widodo’nun (Jokowi) başkanlık yeminin ardından yeni kabine açıklandı.

Jokowi’nin kabine üyelerini seçerken bazı yeniliklere imza attığını söylemeliyiz. 20 Ekim’de yapılan başkanlık yemin töreninde ekonomiyi öncelleyen bir konuşma yapan başkan Jokowi, hafta içinde kabineyi açıklamasıyla hedefinin sadece ekonomi olmadığını ortaya koymuş oldu.

Yeni dönemde, alt yapı çalışmaları ile kalkınma hamlesine hız verme, imalat sanayiinde teknolojik yeniliklerle yeni pazarlara açılma hiç kuşku yok ki, işsizlikle ve yoksullukla mücadeledeye etkisi ile ülkede ekonomik gelişmeyi hedefliyor.

Ancak siyasi istikrarın tehlikeye girdiği ve/ya siyasi istikrarsızlığın hakim olduğu bir süreçte söz konusu bu alanlarda gerekli hamleleri yapabilmek mümkün değil. Dolayısıyla Jokowi’nin yeni kabineyi oluştururken aldığı kararların siyasi ve ekonomik bütünlük içerisinde değerlendirilmesi gerekiyor.

Jokowi’den siyasi birlik hamlesi

Jokowi’nin ikinci dönem devlet başkanlığında görev yapacak kabinenin öncelikle siyasal istikrarı sağlamayı hedefleyen ve bu anlamda mümkün olduğunca farklı siyasi parti ve çevrelerden kişileri biraraya getiren yepyeni bir yapı ortaya koyduğu görülüyor.

Bu yapı içerisinde, adı daha önce başkan yardımcılığı için kesin gözüyle bakılan anayasa mahkemesi eski başkanı Mahfud MD ile Jokowi’nin 2014 ve 2019 başkanlık seçimlerindeki rakibi, Büyük Endonezya Hareketi Partisi (Partai Gerakan Indonesia Raya-Gerindra) lideri Prabowo Subianto da bulunuyor.

Bir diğer yenilik, ise kabinede sayısı üç olan bakan yardımcılıklarını on ikiye çıkarması oldu. Bu teknik bir değişiklikten öte, Nisan ayındaki başkanlık ve parlamento seçimlerinde Jokowi’ye destek veren partilerin bazı temsilcilerinin parlamentoya girmemelerine rağmen, ortada koydukları desteğin bir karşılığı olarak çeşitli bakanlıklarda yardımcı olarak atanmaları ile siyasi birliği kabineye taşıması anlamı taşıyor.

Bakan yardımcılarının farklı siyasi ve toplumsal kesimlerden gelmesi, bir anlamda Jokowi’nin yakın gelecekte ülke siyasetinde öne çıkması beklenen yeni bir siyasetçi neslinin hazırlığı olarak yorumlanmaya açık.

Mahfud-Prabowo'nun siyasi karşılığı

Mahfud MD Siyasi, Hukuki ve Güvenlik İşleri’nden Sorumlu Koordinasyon Bakanı, Prabowo Subianto ise Savunma Bakanlığı görevine getirildi. Bu iki ismin sembolik değerinin oldukça yüksek olması ve böylesine önemli bakanlıklara atanmaları nedeniyle hiç kuşku yok ki, Jokowi’nin daha birinci günden elini sağlamlaştırdığı anlamı taşıyor.

Bu noktada, liberal kanat diyebileceğimiz çevreleri temsil eden Mohammad Mahfud MD ile siyasi rakibi olmakla kalmayan, aynı zamanda ülkede yolları keşismesi pek de beklenmeyen ultra milliyetçi kesimler ile yine bazı sözde İslamcı partilerin destekçisi olarak ortaya çıkan Prabowo Subianto’nun aynı kabinede biraraya getirilmiş olmaları Endonezya’da yeni bir siyasi aklın varlığına işaret ediyor.

Bu noktada, sonra söyleyeceğimiz bir ifadeyi hemen burada dile getirmekte fayda var. Jokowi bu önemli kabine hamlesi ile mevcut siyasi liderlerin ve de partilerin önünde olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Temiz bir siyasetçi kimliğinin yanı sıra, her ne kadar Endonezya Mücadeleci Demokrasi Partisi (Partai Demokrasi Indonesia-Pejuang-PDI-P) gibi bir partinin adayı olarak başkan seçilmiş olsa da, ülke birliği noktasında gerektiğinde farklı kesimlerle biraraya gelebileceğini ve birlikte çalışabileceğini bir kez daha göstermiş oldu.  

Jokowi’nin, geçen Ağustos ayında başkan yardımcısı belirlenme sürecinde Mohammad Mahfud MD’nin adı adı ilk sıraya kadar çıkmıştı. Ancak siyasetteki farklılaşma nedeniyle son anda adayını Alimler Hareketi (Nahdat’ul Ulama-NU) liderlerinden Ma’ruf Amin Hoca’dan yana kullandı. Bugün Jokowi, Mahfud MD’yi kabineye almasıyla hem Mahfud’a destek çevreleri hem de NU çevresini kendine, bir başka deyişle merkeze yaklaştırmış oldu.

Mohammad Mahfud MD’nin kabineye alınmasının ülke siyasetini güçlendirecek bir etki olduğunu birkaç veri ile de desteklemek mümkün.

Bunlardan ilki, Mohammad Mahfud, 2013 yılında Anayasa Mahkemesi’nden emekli olmasının ardından, adı devlet başkanlığına aday isimler arasında geçiyor olmasıydı. İkincisi ise, yeni oluşan kabinede Siyasi, Hukuki ve Güvenlik İşleri’nden Sorumlu Koordinasyon Bakanı olarak görev yapacak olmasıdır.

Bu bakanlığın daha önceki süreçlerde asker kökenlilerce doldurulduğu hatırlanacak olursa, Mahfud MD’nin bu görevi üstlenmesi sivilleşmeye yönelik bir eğilimin olduğunu ortaya koyuyor.

Anayasa Mahkemesi başkanlığı yapmış olan Mahfud MD’nin kabinenin açıklamısının hemen ardından verdiği ilk demeçte, ülkenin yakın geçmişinde yaşanan insan hakları ihlallerinin bir an önce çözüme kavuşturulacağına yaptığı vurgu önemliydi.

Bu açıklamanın, bir anlamda Jokowi’nin yeni dönemde bu bakanlık üzerinden uluslararası güvenlik vb. konular yerine ülke içerisinde halen çözüme kavuşturulamamış ve geniş toplum kesimlerinde kırılganlığa yol açan konuları bir an önce çözüme kavuşturmak istediğini düşünmek mümkün.

Hak ihlallerinin çözümü

30 Eylül 1965 tarihinde yaşanan darbe ve onu takip eden süreçte mağduriyete uğrayan kesimler, Açe ve Papua Eyaletleri’nde ordu maharetiyle gerçekleştirilen hak ihlalleri, bazı sivil toplum temsilcilerinin hayatlarını kaybetmesi gibi konular hiç kuşku yok ki, Mahfud MD’nin açıklamasıyla ülke gündeminde önemli bir yer işgal edecek.

Mahfud MD’nin yukarıda dikkat çekilen açıklamasından hareketle, geçmişteki insan hakları ihlallerine yönelik çözüm odaklı böylesi bir çabanın istikrarlı ve sürdürülebilir bir şekilde yerine getirilebilmesi için sadece kabinenin değil, dini-sivil grupların, siyasi partilerin ve hatta ordu içerisinden önemli bir desteğin oluşmasına bağlı.

Bu noktada, 15 Ağustos 2005 tarihinde imzalanan Helsinki Barış Anlaşması ile Açe topraklarında yaklaşık otuz yıla varan çatışma ortamının sona erdirilmesiyle yeni bir döneme geçiş yapılmıştı. Uluslararası tanınırlığı olan böylesi bir anlaşmada yer alan geçmişteki hak ihlallerinin üzerine gidilmesin de bile yeterli çabanın ortaya konamamış olması ve ilgili anlaşma maddelerinin kağıt üzerinde kalması, Mahfud MD’nin işinin hiç de kolay olmadığının somut bir göstergesi olarak okunmalıdır.

Öyle ki, uzun bir dönem ordunun ve ordu kökenli sivil siyasetçilerin egemenliğinde hüküm süren ülkede böylesine hassas bir konunun nasıl ve hangi süreçlerde çözüme kavuşturulabileceği ise üzerinde durulması gereken bir konu.

Bu husus, sadece bir bakanlığa atanan kişinin kimliği ile değil, çok daha büyük yapısal oluşumlarla bağlantılıdır. Bu noktada, ülkede ordunun sahip olduğu konum bizatihi önem taşıyor. Ordunun sadece güvenlik değil, siyaset ve ekonomi ile içiçe bir yapı oluşturması öncelikle üzerinde durulması gereker bir konuyu teşkil ediyor.

Jokowi’nin bu ikinci dönemde Mahfud MD üzerinden geliştirmeyi arzu ettiği böylesi bir reform düşüncesi içerisinde olup olmadığını söylemek güç. Ancak şayet bu yönde bir politika şekillendirilebilirse hiç kuşku yok ki, siyasetin demokratikleştirilmesi kadar, ordunun kendi asli görevine dönmesinin getireceği avantajlardan konuşmak mümkün olacaktır.  

Jokowi siyasette önde gidiyor

Daha önceki yazılarımızda, dile getirdiğimiz üzere özellikle 2016 Ağustos’undan bu yana ülke siyasetinde görülen ve  acilen çözülmesi gereken çatışmacı ortamın sonlandırılması adımını atması gerektiğini ileri sürdüğümüz sözde bazı İslamcı partiler yerine, bu adımı Jokowi’nin atmış olması üzerinde oldukça düşünülmeyi hak ediyor.

Bu sözde İslamcı partiler kendi parti ilkeleri ve temsilcisi oldukları geniş kitlelerin düşünce ve hissiyatlarını gözetmemek ve/ya bu düşünce ve hissiyatları farklı yönlere kanalize etmek gibi bir yanlış politika sürecini sürdürmeye devam ediyorlar. Ve bunu da son iki dönemdir destek verdikleri siyasi hareket ve liderler ile ittifakları ile kanıtlamış durumdalar.

Bugün bu ittifak yapısının artık fiili olarak ortada olmadığının kanıtı Mohd. Mahfud MD, Prabowo Subianto gibi isimlerin yeni kabinede yer almalarıdır. Kabineye bakıldığında, daha düne kadar Prabowo’nun ardından siyaset yapmayı bir beceri zanneden bu yapıların bugün ne denli siyasetin dışında kaldıkları açık seçik ortadadır.

Şayet siyaset bir satranç mücadelesi ise, bu mücadelede Jokowi bir kez daha öne çıkmayı başardı. Jokowi, ortaya koyduğu Prawobo hamlesi ile hem 2016’dan bu yana var olan çatışmacı ortamı bertaraf etti, hem de önümüzdeki beş yıl boyunca kendisine siyasi ve toplumsal muhalefetin öncüsü olabilecek Prabowo’yu bu rolden saf dışı etmiş oldu.

Kabine değişiklikleri ülke siyasetinin çok sesliliğini yansıtırken, yeni dönemde hedefin uzun süredir üzerinde durulan reform çabalarının mümkün olduğunca gerçekleştirilmesine yönelik olduğunu söylemek mümkün.

20 Ekim 2019 Pazar

Jokowi ikinci dönem başkanlığı resmen başladı: 2019-2024 / Jokowi inaugurated for the second term: 2019-2024


Mehmet Özay                                                                                                                         20.10.2019

Endonezya siyasetinde yeni dönem 20 Ekim Pazar günü yapılan törenle resmi olarak başladı. Joko Widodo (Jokowi) 2019-2024 yılları arasında beş yıl boyunca ülkeyi yönetecek.

Bu süre zarfında, ülkede başkan yardımcılığı makamında ise Ma’ruf Amin Hoca bulunacak.

Jokowi, bugün yapılan törenle ikinci kez devlet başkanlığı koltuğuna oturdu. Bu durum, aynı zamanda 1998 yılında başlayan reform sürecinde bugüne kadar iki defa üst üste devlet başkanlığı koltuğuna oturan ikinci siyasetçi unvanına sahip olduğu anlamı taşıyor.

Daha önce 2004-2014 yılları arasında Demokrat Parti başkanı Susilo Bambang Yudhoyono iki dönem üst üste devlet başkanlığı görevi yapmıştı.

Jokowi’nin ilk döneminde yani, 2014-2019 yılları arasındaki görev sürecinde yardımcılığını deneyimli politikacı Yusuf Kalla üstlenmişti.

Başkanlık sistemi ve Halk Meclisi

Başkanlık sistemi çerçevesinde, Jokowi-Ma’ruf ikilisi ülke yönetiminde belirleyici olacağını söylemek mümkünse de, Meclisteki siyasi güç yapılaşması bunu aşan boyutlar taşıyor.

Jokowi’nin mensubu olduğu Mücadeleci Demokratik Parti (PDI-P) ile koalisyon kuran partilere karşılık, başkanlık yarışında yer alan diğer isim olan Prabowo Subianto’nun partisi Büyük Endonezya Partisi (Gerindra) ile koalisyon kuran diğer partilerin meclis çatısı altında iki blok oluşturuyor.

Ülke siyasal yaşamında var olan siyasi hareketlerin çeşitli çıkar grupları ve ideolojiler üzerine inşa edildiği düşünüldüğünde Jokowi’ye destek veren partileri tek bir siyasi hareket olarak görmek yanıltıcı olacaktır.

Bu noktada, özellikle kabineyi oluşturacak bakanlıklar ile çeşitli kurumların başlarına atanacak isimlerin belirlenmesinde hiç kuşku yok ki, parti çıkarları başkana verilen destekten farklı anlamlar taşıyacaktır.

Gelinen bu noktada, her dönem tanık olunduğu üzere, seçimler öncesinde oluşan ve sonrasında da bazı değişiklere konu olarak devam eden koalisyon bloklaşmaları nedeniyle çok partili bir hükümet yapısı yine gündemde. Bu durum, bu dönemde de, Cakarta siyasetinde iktidar yapılaşmasının parti merkezli güç bloklarının gölgesinde gelişeceğinin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.

Herhangi bir siyasi partinin tek başına çoğunluğu sağlayamadığı seçimler partileri çeşitli ideolojik temelde koalisyonlar içinde yer almaya itiyor.

Çeşitli ideolojik ve çıkar merkezli partilerin genel kamuoyu nezdinde cazibe merkezi olamamaları, meclis çatışı altında çoklu partilerin varlığını zorunlu kılıyor. Bazı bakış açılarına göre, bu durum bir tür demokratikleşme olarak adlandırılsa da, ülkelerin sahip olduğu karakteristikler bu denli farklılaşmaların ülke siyasetine ve toplumsal ilişkilerin bir kazanım değil, aksine bir zaafiyet nedeni olarak yansıyor.

Ekonomi öncelikli konu

Başkan Jokowi ve yardımcısı Ma’ruf Hoca’nın yeni dönemde üstesinden gelmeleri gereken en önemli sorunun, ekonomik darboğazın aşılması, sürdürülebilir bir ekonomik yaşamın var kılınması olduğu konusunda neredeyse herkes hem fikir.

Jokowi başkanlık yemin töreninde yaptığı konuşmada, ekonomi konusunu ön plana alırken, hedefler konusunda ne kadar ciddi olduğunu ve bir o kadar da işinin ne denli zor olduğunu ortaya koyuyordu.

Jokowi 2045 yılında, yani ülkenin bağımsızlığını kazanmasının yüzüncü yıl dönümünde, orta gelir düzeyini aşıp, kişi başı milli gelirin 22 bin dolar olmasını hedeflediklerini söylerken ciddi olduğuna kuşku yok. Daha 25 yıllık bir sürenin olduğu dikkate alındığında bu hedefin gerçekleştirilmesi için yeterli zaman olduğu düşüncesi söz konusu olsa da, bu yolda hangi ciddi adımların, hangi kadrolarla ve hangi toplumsal ve yapısal değişikliklerle atılacağı konusunda epeyce kafa yormak gerekiyor.

Bu bağlamda, Pazartesi günü veya hafta ortasında açıklanması beklenen yeni kabinede gözler hiç kuşku yok ki, ekonomiden, yatırımlardan, maliyeden sorumlu bakanlıklara kimlerin getirileceği merakla bekleniyor.

Bununla birlikte, ülkede sorunun sadece ekonomi yönetimi olmadığı, teorik olarak ülkenin oldukça zengin kaynaklara sahip olduğu, insan kaynağı konusunda sıkıntısı olmadığı vb. yapılar dikkate alındığında, “o zaman sorun ne?” sorusu akla geliyor.

İki dönem devlet başkan yardımcılığı yapmış ve ülkenin önemli iş adamları arasında sayılan Yusuf Kalla, Jokowi’nin ikinci döneminde yok. Yerini alimler çevresinden bir isim almasının bu noktada bir anlama olmalı.

Ma’ruf Hoca’nın temsil gücü

Bu dönem ise, özellikle 2016 yılında bu yana yaşanan muhalif söylemler ve toplumsal tepkiler bir anlamda Jokowi’yi, toplumsal temsil gücü olan bir dini liderle yoluna devam etmesini zorunlu kıldı diyebiliriz.

Ma’ruf Amin Hoca, Alimler Hareketi’nin (Nahdat’ul Ulama-NU) danışma kurulunda yer alan ve aynı zamanda yarı resmi bir özelliğe sahip Endonezya Alimler Birliği’nin (Majelis Ulama Indonesia-MUI) başkanlığını yürütüyordu.

2014 başkanlık seçim yarışında olduğu gibi 2019 başkanlık seçimlerinde de aday olan Büyük Endonezya Partisi (Gerindra) genel başkanı, eski komutan Prabowo Subianto’nun öne çıktığı ve onun aktörlüğünde öne çıkartılan bağlamlarda, mevcut iktidarı hedef alan yaklaşımı toplumsal gösteriler şeklinde gündeme geldi.

Bu çerçevede, 2014 yılında olduğu gibi, 2019 seçimlerini de tanımayan Prabowo, özellikle 2016 yılı Ağustos ayından itibaren Cakarta valisinin bazı yaklaşım ve görüşlerinden hareketle baş gösteren ve giderek tansiyonun yükseldiği gösterilerle başkanı doğrudan ve dolaylı hedef alan yönelimiyle dikkat çekmişti.

Bu süreçte, Prabowo’nun 1990’lar ve 2000’lerin başlarındaki ordudaki görevi sırasında sergilediği performans, aşırı milliyetçi duruşu, içe kapanmacı vb. gibi ideolojik yaklaşımlarını hiçe sayan ve içlerinde sözde İslamcı olduğu ifade edilebilecek bazı siyasi partilerin farklı gerekçelerle de olsa, mevcut iktidara karşı sergiledikleri muhalefet Jokowi’yi -bazı gözlemciler için belki de sürpriz denilebilecek bir şekilde- ülkede yaygın kabul görmüş olan NU liderliğine yaklaştırdı.

Yukarıda dikkat çekildiği üzere, ülkede en önemli gündem maddesinin veya maddelerinden birinin ekonomi olduğu bir ortamda, birici döneminde yanı başında tecrübeli bir iş adamı ve siyasetçi Yusuf Kalla gibi bir yardımcıdan, daha çok dini-kültürel ve sosyal alanla bağlantılı Ma’ruf Amin Hoca gibi bir yardımcıya yönelmiş olmasının hiç kuşku yok ki, çok önemli nedenleri olsa gerek.

Başkan yardımcılığı üzerinden değerlendirildiğinde, aslında ekonominin mi, dini-toplumsal yapının mı ülkenin birincil sorunu olup olmadığı tartışmasını gündeme getirmek mümkün.

Bu noktada, sadece Prabowo ve ona eklemlenen diğer siyasilerin Jokowi iktidarına yönelik eleştirilerinden neşet eden bir İslami temsil gücünü bünyesinde barındırma çabası değil elbette Jokowi’nin yapmakta olduğu.

Ortadoğu’daki gelişmelerin bölge ülkeleri içerisinde belki de en çok etkisi duyulan ülke Endonezya olduğu birkaç hafta önce Savunma ve Güvenlikten sorumlu bakana yapılan suikast girişimi ve bu girişimin ardındaki örgüt bağlantısına bakıldığında kendini ortaya koyuyordu.

Nusantara İslamı
Jokowi’nin ikinci dönemi hiç kuşku yok ki, ekonomi, yatırımlar, yolsuzlukla mücadele gibi yapısal sorunlar kadar, ülkede İslami yaşamı, eğitimi, kurumları sağlıklı bir şekilde yapılandırma gibi önemli bir görevi de içerdiğini unutmamak gerekir.

Bu noktada, Jokowi’nin yanında yer alan Ma’ruf Hoca’nın önemli bir görev üstlendiğini söylemek hiç abartı olmayacaktır.

Daha önce de dile getirdiğimiz üzere, bölgedeki İslami hassasiyetleri tarihsel ve geleneksel bağlamı içerisinde değerlendiren ve kendine Nusantara İslamı adı verilen yapının varlığı ortadadır.

Bu yapıyı daha güçlü bir şekilde yeniden tesisini gündeme getirmek Endonezya’yı Ortadoğu’dan uzaklaştırmak değil, belki de Ortadoğu’da bugüne kadar yaşananların ortaya koyduğu üzere yanlışlanan ve İslamın içindenmiş gibi gözüken bazı hatalı pratiklerin ve yönelimlerin çok daha eleştirel bir şekilde ele alınmasını ve buna karşılık sağlıklı yapıların -en azından bölgesel olarak konuşursak Malay dünyasında- oluşturulmasında tarihsel ve geleneksel yapıların nasıl güncellenebileceği üzerinde kafa yormayı getirmektedir.

Bu nedenle, Jokowi’nin böylesi bir tercihte bulunmasının salt bireysel iktidar kaygısıyla açıklamak ülkedeki gelişmeleri hakkıyla okuyamamak anlamı taşıyacaktır.

17 Ekim 2019 Perşembe

Hong Kong sorunu uluslararasılaşırken / Internationalization of the Issue of Hong Kong

Mehmet Özay                                                                                                                         17.10.2019

foto:channelnewsasia.com
Ana kıta Çin’e bağlı Hong Kong özerk bölgesinde gösteriler sürerken, gelişmelerin uluslararası boyutu giderek ön plâna çıkmaya başladı.

Geçen Salı günü ABD senato alt komisyonunda Hong Kong İnsan Hakları ve Demokrasi Yasası’nın kabulü bu anlamda önemli bir gelişme olarak ele alınmayı hak ediyor. Bu gelişmenin ortaya çıkmasında hiç kuşku yok ki, Eylül ayı boyunca yaşanan gelişmeler oldukça önemliydi.

Sorun yasal düzenleme değil, demokratikleşme

Hong Kong’daki gösterilerin, sadece tek bir yasal düzenlemeye karşı gerçekleştirilen geçici bir eylem olmadığı artık son derece açık.

Ada yönetiminin başında bulunan Carrie Lam’ın, Eylül ayı başında Haziran ayındaki gösterilere neden olan yasal düzenlemeyi geri çekmesine rağmen, gösterilerin sona erme ihtimali bir yana, gösterilerin öncüsü kitlelerin Ada’daki direnişi canlı tutma konusundaki çabaları devam ediyor.

Bu çerçevede, Ada halkına demokratik hakların verilmesi ve hatta bağımsızlık taleplerin yükselmesiyle sürdürülebilir bir yönelim sergiliyor.

Öyle ki, bu talebin Ada ile sınırlı olmayan, hatta ana kıta Çin’de benzer bir talep ve gösteri eğilimini ortaya çıkarmaya matuf bir veçhesi olduğu da görülüyor. Bu bağlamda, daha önceki yazılarımızda öngörülerimizin doğrulanmakta olduğunu söyleyebiliriz.

Bu durum, ana kıta Çin yönetiminin bugüne kadar gösterilere güvenlik güçleri ile sınırlı bir karşılık vermesi, önümüzdeki dönemde devam edeceği anlaşılan demokratikleşme ve bağımsızlık talepleri karşısında nasıl bir alternatif geliştireceği sorusunu da akla getiriyor. Bu süreçte, Çin yönetimini meşgul edecek veya zorlayacak bir diğer husus ise, hiç kuşku yok ki, Hong Kong sorununun artık iyiden iyiye uluslararası bir boyut kazanmış olmasıdır.

Ada’da yaşanan gelişmelerin, sadece Hong Kongluların özerk parlamentodaki bir yasal düzenlemeye karşı ortaya koydukları bir tepkiyle sınırlı olmadığı, aksine ana kıta Çin yönetiminin, Hong Kong’u siyasi ve toplumsal bağlamda giderek daha çok kendine tabi tutma politikalarının bir an önce önüne geçilmesi anlamı taşıyor. Bu nedenledir ki, gösterileri yöneten öncü kitle demokratikleşme ve bağımsızlık taleplerini diri tutacak stratejiler geliştirmeye uğraşında.

Hong Kong yönetiminin bu süreçte göstericiler ile diyalog sürecini başlatma eğilimine karşılık kendine muhatap bulamamaması, yine gösterileri yöneten ve gençlerin başını çektiği hareketin kararlılığının bir ifadesi.

Ada’da gösterilere destek büyürse…

Gösterilerde öğrencilerin doğal bir liderliğinden ve katılımlarındaki devamlılıklarından bahsedebiliriz. Bunun toplumsal hareketlerin doğasıyla bir zıtlık taşımadığı, aksine doğrular mahiyette olduğunu da söyleyebiliriz. Gösterilerin öncü gücünü oluşturan öğrencilere geniş kitlelerden gelen desteğe yaz boyunca yapılan dev gösteriler sırasında tanık olunmuştu.

Öyle ki, Ada’da genç yaşlı toplumun her kesiminden insanların aileleriyle birlikte meydanları doldurmaları, ana kıta Çin yönetiminin kendini hissettiren baskısına karşı ciddi bir direnişin mevcudiyetine işaret ediyor.

Haziran ayından bu yana yaşanan gelişmelerde öğrencilerin havalimanı ‘kuşatması’ gerilimindeki bazı eylemleri dışında genelde bir hata yapmadıkları gözlemlenirken, hareketin liderliğini yürüten öğrencilerin Ada’daki sorunu aktif olarak uluslararası arenaya taşıma sürecini aktif olarak yürütmeye başladılar.

Demokrasi taleplerine Batı’dan destek

Yaz boyunca yapılan gösterilerde bazı katılımcıların ABD bayrağı taşıması dikkat çekmişti. Ardından, Eylül ayı başlarında ABD konsolosluğu önünde yapılan gösterilerle ABD yönetiminden Hong Kong sorununa müdahil olması çağrısı, yine aynı günlerde Alman şansölyesi Angela Merkel’in Çin’e yaptığı resmi ziyarette başbakan Li Keqiang’a Hong Kong’da hak ve özgürlüklerin “garanti altına alınması” gerektiği konusunda görüşlerini dile getirmesi hiç kuşku yok ki, ana kıta Çin yönetimi tarafından hoş karşılanan gelişmeler değildi.

O günlerde Alman basını, yatırımlar ve ticari ilişkiler çerçevesinde Merkel’e eşlik eden iş çevrelerini hedef alarak Hong Kong’daki yaşanan özgürlük sorununa dikkatleri çekiyordu. Ada’daki gelişmelerin Almanya’yla belki de en önemli bağlarından biri, geçen Mayıs ayında ilk defa iki Hong Kong’lu aktiviste siyasal sığınma hakkının verilmiş olmasıydı.

Destek arayışları sadece Ada sınırları içerisindeki gelişmelerle sınırlı kalmadı. Hong Kong’daki gösterilerin ve de 2016 yılı Nisan ayında kurulan Demosisto partisinin genç lideri Joshua Wong proaktif bir yaklaşım sergileyerek, Eylül ayı başlarında Alman dışişleri bakanıyla Berlin’de görüşmesinin ardından, ABD’de Kongre üyeleriyle biraraya geldi.

Wong’un Washington’da ABD Kongresi Çin komisyonunda yetkililerle yaptığı görüşmede, Çin’e yaptırım konusunda kongreye çağrıda bulundu.

Bu çağrının ardından, Hong Kong insan hakları ve demokrasi yasası adıyla belgenin çıkması konusunda gelişme sağlanması için Demokrat ve Cumhuriyetçilerin ortak hareket etmesi konusundaki eğilim, geçen Salı günü yapılan görüşmelerde Senato alt komisyonunda somut bir hal aldı ve yasalaşması konusunda görüş birliğine varıldı.

Alınan bu kararın yasalaşması halinde, Hong Kong yönetimine bazı ekonomik yaptırımlar ile bazı siyasetçilere yasaklar gelmesi söz konusu olacak.

Bu son gelişme, Eylül ayında ABD Savunma Bakanı Jim Mattis’in gösterilerin Çin’in iç işleri olmayan bir boyuta taşındığı ve ABD’nin göstericilere ‘moral destek’ sağlaması gerektiği şeklinde yaptığı açıklamayı tamamlar maiyette gözüküyor.

1997 yılında İngiliz sömürge yönetiminden Çin’e devredilen Hong Kong’da son yirmi yılda yaşananların Ada halkına vaad edilen haklarının korunamamış olduğunu ortaya koyuyor.

Joshua Wong’un, Çin yönetiminin Ada gençliğini karşısına aldığını ileri sürmesi bunun en bariz göstergesi durumunda. Gelinen noktada, toplumsal huzursuzluğun Çin ve Batılı ülkeler arasındaki bir sürtüşme kadar, Çin’in geneline yansıma ihtimalini de içinde barındıran kritik bir noktada bulunmasıdır. Bu süreçte, ana kıta Çin yönetiminin nasıl bir politika izleyeceği hiç kuşku yok ki, Ada siyasetinde belirleyici olacaktır.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/10/17/hong-kong-sorunu-uluslararasilasirken-internationalization-of-the-issue-of-hong-kong/

12 Ekim 2019 Cumartesi

Endonezya’da Bakan’a suikast ve güvenlik sorunu / Assassination to the minister and security issue in Indonesia


Mehmet Özay                                                                                                                       11.10.2019

foto:thejakartapost.com
Endonezya’da siyasi ve güvenlik işleri koordinasyonundan sorumlu bakanı Wiranto’nun dün uğradığı suikast girişimi, ülkede terörle mücadelede güvenlik sorunun yeniden tartışılması anlamı taşıyor.

Güvenlik sorunlarından sorumlu bakan olması hasebiyle başkan Joko Widodo’ya yakın bir isim kabul edilen 72 yaşındaki Wiranto’nun aldığı bıçak darbesiyle yaralanmasına neden gelişme, son dönemde ülkedeki toplumsal ve siyasal karışıklığın yanı sıra, bazı açılardan küresel bağlamı ile de ele alınmayı hak ediyor.

Bakan Wiranto, saldırı sonrası karnına aldığı bıçak darbeleriyle yaralanırken, ilk tedavinin ardından helikopterle başkent Jakarta’ya getirilerek ameliyata alındı.

DAEŞ bağlantısı ya da yerli unsurlar

Bakan Wiranto’nun bir açılış töreni için geldiği Cava Adası’nın batısında tarihi Banten şehrine bağlı Pandeglang’da uğradığı saldırı, DAEŞ tarafından radikalize olduğu ve aynı zamanda ülkede yasadışı ilân edilen Jemaah Anshar’ut Daulah (JAD) adlı örgüte mensup oldukları belirtilen karı koca iki kişi tarafından gerçekleştirildi.

Bakan Wiranto’nun açılışın yapılacağı bölgede aracından iner inmez, saldırıya uğradı. Saldırgan, korumaların arasından elindeki bıçakla Bakanı ve bölge polis şefini yaralaması sıradan bir hadise olarak ele alınamayacak ölçüde önem taşıyor.

Bunlardan birincisi, saldırganların kabinede siyasi ve güvenlik işlerden sorumlu ve bu anlamda en önemli bakanlardan biri olarak öne çıkan Wiranto’yu hedef almaları oldukça önemli. Bu noktada, Saldırının, 1990’larda ordunun en önemli birimlerinden olan Özel Kuvvetler Komutanı makamına kadar yükselmiş üst düzey bir subay olan Wiranto’yu hedef almasının cesurane bir girişim olduğuna kuşku yok.

Saldırganların ülkede yasadışı JAD’a mensubiyetlerinin yanı sıra, Ortadoğu merkezli DAEŞ sempatizanı oldukları yolundaki polis tarafından yapılan ilk açıklamalara temkinli yaklaşmak gerekse de, Ortadoğu’da neredeyse bitti gözüyle bakılan bu terör oluşumunun Endonezya’da bazı çevrelerde halen etkinliğini sürdürdüğü anlamı taşıdığı göz ardı edilmemeli. 

Bu noktada, saldırının Endonezya hükümetinin Ortadoğu’daki DAEŞ yapılanmasına destek verenlere yönelik tedbirlerine dışardan yönlendirmeli bir tepki mi, yoksa ülkede Nisan ayından bu yana yaşanan siyasi çekişmede bazı tarafların, toplumsal kaos çıkarma adına potansiyel terör hücrelerini kendi emelleri doğrultusunda harekete geçirmelerinin bir ürünü mü olduğunu ancak polis soruşturması sonunda görmek mümkün olacak.

Saldırganın JAD üyeliği nedeniyle istihbarat tarafından izlenmesine rağmen, Bakan Wiranto’ya yönelik saldırıyı gerçekleştirebilmiş olması, bir tür güvenlik açığına işaret ettiği ortada. Öyle ki, bu durum akıllara, Başkan Jokowi gibi halkla iç içe olan bir başkanın da benzeri bir saldırıyla karşılaşabileceği ihtimalini gündeme getirmiyor değil.

Başkanlık yemini öncesi hassas gelişme

Dünkü saldırının, önümüzdeki beş yıl boyunca ülkeyi yönetecek olan Joko Widodo ve yardımcısı Ma’ruf Amin Hoca’nın 20 Ekim’de gerçekleştirilecek yemin töreninden hemen önce gerçekleşmesi ise bir başka önemli hususa işaret ediyor.

Söz konusu saldırının, 17 Nisan’daki başkanlık seçimlerin resmi sonuçlarının Jokowi lehine sonuçlandığının ilân edilmesinin ardından Mayıs ayı sonlarında, muhalefet tarafından seçimlere hile karıştırıldığı iddiasıyla başkent Jakarta’da başlatılan, can ve mal kaybına neden olan gösterilerle ilişkisi olup olmadığını söylemek için şimdilik erken.

Muhalefetin seçim sonuçlarıyla ilgili seçim komisyonu nezdindeki itirazlarına olumlu karşılık alamamasına rağmen, bazı gelişmeler fırsat bilinerek toplumsal gösterilerle kamusal yaşamda huzursuzluk çıkarma eğilimlerinin devam ettiği gözleniyor.

Örneğin, görev süresi dolan mecliste bazı milletvekillerinin girişimiyle Yolsuzlukla Mücadele Kurumu’yla (Komisi Pembarantasan Korupsi-KPK) ilgili yasal düzenlemeye gidilmesine yönelik tepkilere şiddet unsurunun eklenmesi, temelde haklı sayılabilecek kamusal tepkilerin bazı siyasi gruplarca farklı amaçlara yönelik kullanılabilirliğine işaret ediyordu.

KPK yasası üzerine öğrencilerin ağırlıkta olduğu gösterilerin şiddet boyutuna ulaşması ve bu gelişmeyi 1998 yılında Suharto’nun iktidardan indirilmesindeki gelişmelerle ilişkilendirmek ülke için tarihi bir hata hükmünde.  

Tam da bu noktada, ülkede güvenlik koordinasyonundan sorumlu bakan Wiranto’nun hükümet adına görüşleri açıklayan kişi olması nedeniyle kamuoyunda adı ön sıralarda yer alıyor. Öyle ki, son gelişmeler çerçevesinde birkaç ay önce, kendisine yönelik başarısız suikast girişiminde bulunulduğu da polisin yaptığı açıklamalar arasında bulunuyor.

Bu nedenle dün Bakan Wiranto’ya yönelik saldırının bir tesadüf olmanın ötesinde, farklı bağlamlarıyla ele alınabileceğini akla getiriyor.

Aklı selim bir duruş

Mayıs ayından bu yana baş gösteren şiddet eğilimli gösterilerin bir son bulması için, gösterilerin nedeni kabul edilen başkanlık seçimleriyle ilgili seçim komisyonunun aldığı resmi kararın açık seçik tanınması ve bunun siyasal hayatta öne çıkan tüm siyasi partiler ve güçlü dini-sivil toplum kesimlerince desteklenmesi ve deklare edilmesi gerekiyor.

Bunun maddi temelleri oldukça aşikâr. Seçimlerde Jokowi-Maruf ikilisine destek veren siyasi partiler ulusal parlamentoda yüzde 61’lik çoğunluğu elinde tutuyor. Seçim sonrası ittifak görüşmelerinin sürdüğü ve hatta yukarıda dikkat çekilen saldırının gerçekleştiği dün, Demokrat Parti başkanı ve 2004-2014 yılları arasında başkanlık yapan Susilo Bambang Yudhoyono’nun başkan Jokowi ile görüşmesinin olumlu sonuç verebileceğinden hareketle, önümüzdeki dönemde Jokowi’ye desteğin parlamentoda artışı anlamı taşıyacağı tahmin edilebilir.

2014 seçimlerinde Jokowi’ye destek veren partilerin o dönemki parlamentodaki oranının yüzde 37 olduğu hatırlandığında aradan geçen beş yılda Jokowi yönetiminin siyasi partiler ve halk nezdinde kazandığı destek ortada.

Bu noktada, mecliste milletvekili hesabı, hükümette bakanlık ve/ya başkent valiliğinde başkan yardımcılığı kapma gibi küçük hesaplarla iş görme sevdalısı partilerin ülkenin içinde bulunduğu durumu bölgesel ve küresel gelişmeler içerisinde ele almalarında fayda var. Seçim sonucunda halkın talepleri doğrultusunda ortaya çıkan siyasi yapının meşruiyetinin sağlanması ülkedeki herkes için önem taşıyor.


5 Ekim 2019 Cumartesi

Padang Depremi’nin 10. Yılı: Doğal afetler ve ‘kirlilik’ / 10th anniversary of the Padang earthquake: Natural disasters and ‘corruption’

Mehmet Özay                                                                                                                         06.10.2019

foto:asianitinerary.com
30 Eylül, Padang depremininin onuncu yılıydı. Endonezya’da Batı Sumatra eyaleti başkenti Padang’ın 32 mil açığında Meranti Adası yakınlarında deniz tabanında meydan gelen 7.6 şiddetindeki deprem eyalet başkenti Padang ve kuzeyindeki Pariaman’da etkili olmuştu. 2009 yılındaki bu depremde, bini aşkın kişi hayatını kaybettiği deprem, daha çok ses getiren ilginç olayları ile akıllarda yer etmişti.

Söz konusu insan kaybının depremin doğrudan etkisi ve/ya onun neden olduğu tahmin edilebilecek tsunamiden ziyade, aksine dağlık bölgede depremin tetiklediği toprak kaymaları sonucu bazı köy yerleşimlerinin toprak altında kalmasından kaynaklanıyordu.

Bununla birlikte, daha ilk arama kurtarma çalışmalarının tam anlamıyla başlamadığı ilk günlerde bölgedeki kayıpları yüksek gösteren özellikle, aralarında BM’nin de olduğu çeşitli uluslararası kuruluşlar ile basının etkisiyle bölgeye yardım kuruluşlarının akınına uğramıştı.

Akıllarda 2004

Gerek tahminlerin yüksek gösterilmesi gerekse yardım kuruluşlarının bölgeye akın etmesinin bir gerekçesi olduğu düşünülebilir.

Bunun temel nedeni 2004 yılında yaşanan ve aynı adanın kuzeyinde deniz tabanında meydana gelen yüzyılın felâketi olarak adlandırılan gelişmenin hâlâ akıllarda bıraktığı izdi.

Bu noktada Padang depremine dikkat çekmemizin bir nedeni var. Açıkçası, 2009’dan sonra başka depremler görülmedi değil Endonezya’da. Ancak Padang depremi, 2004’de aynı adada yani, Sumatra Adası’nın kuzeyinde Açe eyaletini vuran deprem ve tsunamiden sonra, bölgedeki doğal felaketlere karşı alınabilecek tedbirler için dönüm noktalarından biri olma özelliği taşıyordu.  

Endonezya’nın üzerinde yükseldiği Takımadaları’n, Hint-Avustralya ve Pasifik kıtalararası üzerinde bulunması dolayısıyla sık sık depremlere konu olan Endonezya özellikle 2004 yılında, aynı adanın kuzeyinde Açe Eyaleti ile Hint Okyanusu’na kıyısı olan on bir ülkeyi etkilemesi ile bir anda küresel basının gündeminde yer işgal etmeye başladı.

Öyle ki, 2004’ten sonra bir anda Endonezya küresel medyada duyulmasının bu depremler sayesinde olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Bölgenin doğal hadiselerine doğrudan maruz kalan halkın bir tür alışkanlık kesbettiği özellikle depremler, başka bölgelerdeki depremlerden ayrılan özellikleriyle görece daha az yıkıcı etki bırakıyor.

Buna ilâve olarak, zaman zaman görülen yıkımların ise, insan etkisinin neden olduğu alt yapı eksikliğinden kaynaklandığı ise yakinen bilinen bir durum.

Halkın alışkanlık kesbettiği derken, temelde sadece Sumatra ve Takımadalar’ın diğer bölgeleri değil, neredeyse bütün Asya-Pasifik bölgesinin batı sahillerini etkileyen, yıl içerisinde meydana gelen periyodik doğal gelişmelerin zaman zaman felâket halini almasının yeni bir olgu olmadığını söylemek istiyorum.

Özellikle, adına Muson (mausim/season) denilen ve yılda iki defa gerçekleşen yağış dönemi farklı yönlerde esen sert rüzgârlar nedeniyle tayfun, kasırga halini alıp yerleşim yerlerini vurabiliyor, uçak ve deniz seferlerini durdurabiliyor; sel baskınlarıyla yaşam ve tarım alanlarında önemli hasarlara yol açabiliyor.

Bu anlamda, bölge halklarının depremlerin, tayfun ve kasırgaların içine doğduğunu söylersek yanılmış olmayız.

Padang depremi vesilesiyle bunları hatırlatmamızın nedeni, doğal hadiseler adı verilen gelişmelerin insan eliyle, gerek öncesinde gerek sonrasında alınabilecek tedbirlerin alınamaması, basit ihmalkârlıklardan aşikâr yolsuzluklara kadar uzanan yapısal bir nitelik arz ediyor.

Kalkınmacı modernleşme ve felâketler

Bununla birlikte, dikkat çekilmesi gereken bir diğer özellik, bölge ülkelerinin sanayileşme, şehirleşme, küresel talepler karşısında yağmur ormanlarının tarümar edilerek yeni tarım arazilerinin açılması, kısaca adına kalkınmacı modernleşme denilen süreçler çerçevesinde insan–doğa ilişkilerinin çoktan beridir değişmeye yüz tutmuş olmasıdır.

Daha çok bu, küresel mekanizmaların devreye girmesiyle iklim değişikliği şeklinde zuhur eden bu değişimin, aslında yerelden başlayarak insan-doğa ilişkilerinin tarım alanları, deniz ve nehirler, barajlar, yerleşim yerlerinin inşaası ve benzeri özelliklerle birbiriyle ilintili süreçlere konu oluyor.

Yıkıcı etkinin büyükçe bir bölümünün yukarıda zikredilen ikinci şıktaki gelişmelerle bağlantılı olması, insanın doğa ile olan ilişkilerini yeniden düşünmesini sağlayacak zeminlerin oluşmasına yol açıp açmadığı ise şüpheli.

Batı başkentlerinde zirveler üzerinden gündeme getirilen iklim değişiklikleri söylemlerinin, yine batı merkezli çok uluslu şirketlerin ürünü oldukları kapitalizmin körüklediği tüketimcilik olgusu, dünün sömürge toprakları, modern zamanların üçüncü dünya ülkeleri, bugünün ise gelişmekte olan ülkeleri ile anılan topraklarda aslında olumlu değişmelerin önünün alındığı bir sisteme gönderme yapıyor.

Yukarıda değinildiği üzere, bölge doğal afetlerle yeni karşılaşmıyor. Yeni olan bir şey varsa o da, adına küreselleşme denilen olgunun medya organları üzerinden kendini yeniden üretmesi ve bu üretim sürecinde doğal afetlerin araçsallaştırılmasıdır.

Medyanın ilgisi

Bu nedenle, doğal afetler neden olduğu zarar gücü, coğrafi etki alanının genişliği, olağanüstü görsel etkileri gibi faktörleriyle, küresel medyanın kaçırmak istemediği gelişmelerden biri.

Adına ‘en çok seyredilme’ denilen olgunun doğurduğu rekabetçilik -bir yerlerde yarar denilebilecek bir anlayışı gündeme taşısa da- sıradan gelişmelerin medya tarafından aslından uzak, abartılı, yanlış vb. şekillerde hazırlanması ve sunulmasını da beraberinde getiriyor.

Bir süredir gündemde olan ve adına yalan haber (fake news) denilen maharetin doğal afetlerle pek de mahir bir şekilde yeniden üretilir hale gelmesine dikkat çekmekte fayda var.  

Padang’a ilk ulaşan ve depremin etkilediği söylenen yerleri yakinen müşahade eden ilk gruplara mensup kişiler olarak, küresel medyanın bölgede nasıl bir rol oynadığına da şahit olma imkânı bulmuştuk o dönemde.

Deprem nedeniyle kara yolunda açılan yarıkların, görsel mahiyetini abartabilecek teknolojik imkânları ile bölgeye gelen uluslararası basın çalışanları, gece yarılarına kadar depremin yıkıcılığını küresel ortama aktarmanın mücadelesini vermelerini biraz da şaşkınlıkla izliyorduk.

Bilgisizlik ve yolsuzluk

Küresel medya rolünü icra etmenin memnuniyetini taşımış olduğuna kuşku yok. Ancak sürecin başka adımlarının da, bunun peşi sıra gelmesi hiç kuşku yok ki, bilgisizlik ile yolsuzlukların etkileşiminin ne denli güçlü etkiler doğurabileceğini de göstermektedir.

Eyalet başkenti Padang ve Pariaman’da görece az sayıda ‘yüksek’ binanın çökmesiyle oluşan enkazlara rağmen, bütün bölgenin önemli bir yıkıma konu olduğu haberi nasıl olsa ortalığı kaplamıştı. Genel sekreterinin yanlış yönlendirildiği aşikâr olan bir uluslararası kuruluşla adına uluslararası denilen naif bir sivil kuruluşun nadide işbirliğinin bir örneği olarak Medan’dan ambulansla yiyecek getirenlere; bölgeye gelip gözlem yapanların, “Bari ülkemize dönerken elimiz boş dönmeyelim, söyleyecek lafımız olsun” diyerek, Padang’daki açık marketlerden bölgenin standard yiyeceklerini alıp dağıtanlara; Körfez bölgesinin ultra-gelişkin Arap ülkelerinin kendini yeni yeni göstermeye başlayan yardım kuruluşlarının 4x4’lü full ekipmanlı araçlarıyla günler sonra bölgeye ulaşması ve yapacak pek de bir şeylerinin olmamalarıyla karşılaşmaları gibi bir dizi tuhaflıkları başka bir şekilde izah etmenin yolu olmasa gerek. Üstüne üstlük bir başka tuhaflık da vardı o dönem ortalıkta dolaşan. Türkiye’ye daha sonra darbe yapmaya yelteneceklerin el çabukluğuyla, “Acaba Padang’da nasıl okul açabilirizin” hesabıyla bir mezarlıkta kazara karşılaştıkları ‘Türk’ ismi üzerinden nasıl bir bilgisizlik ürettiklerini de da o zamanlar yazmıştık zaten.

Adına doğal afetler denilen süreçlerin kimileri için ne kadar verimli imkânlar olduğuna dair örnekleri akademik çalışmalarla destekleyecek akademisyenlere ihtiyacımız olduğu ne kadar da aşikâr.

Endonezya kendi mücadelesini kendi verebilir

Bir diğer tuhaf durum, Endonezya gibi sürekli doğal afetlere maruz kalan, bununla birlikte 2004 deprem ve tsunamisini tecrübe etmiş bir ülkenin, Padang gibi hem de ülkenin en gelişmiş alt yapısının olduğu bir bölgede nasıl olup da işin içinden çıkamamış olması bulunmaktadır.

2004’te bölgeye sadece yedi milyar dolar gibi bir meblağ yardım maksadıyla girmedi. Bununla birlikte, teknik bilgi ve yardım, eğitim, vb. süreçlerin Endonezya resmi ve özel kuruluşlarıyla paylaşıldığına tanık olundu.

Ancak adına gelişme denilebilecek bu süreçlerin nedense ülkede daha sonra baş gösteren doğal afetlerle mücadelelerde etkin kullanılıp kullanılmadığı şüphesi sürekli gündemde olmaya devam etti. Hemen burada ister istemez akıllara, 2016 yılı Aralık ayında Açe’de meydana gelen depremde sahil bölgelerine yerleştirilen tsunami uyarı cihazlarının çalışmadığı haberleri geliyor!

250 milyona yaklaşan dinamik ve giderek eğitim düzeyi yükselen, bürokrasisi merkezden en küçük adaya kadar intizamlı bir şekilde ulaşan, demokrasisi gelişmeye yüz tutmuş, kalkınmacı ekonomiler içerisinde yer alan Endonezya gibi bir ülkenin böylesi doğal afetlerle mücadele edebilecek kapasiteye sahip olmadığını kimse söyleyemez. Sorulması gereken, bu süreçlerin niçin hak ettiği şekilde işletilemediğidir.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/10/06/padang-depreminin-10-yili-dogal-afetler-ve-kirlilik-10th-anniversary-of-the-padang-earthquake-natural-disasters-and-corruption/