Mehmet
Özay 15 Ağustos 2019
“Aile Krizde” başlığı, Batılı endüstrileşmiş toplumlarda gündeme gelse de,
zamanla ekonomik modernleşmeye konu olan diğer toplumlarda da benzer bir
sürecin ortaya çıktığına kuşku yok. Aile kurumundaki değişime vurgu yapan kriz
olgusu, toplumsal dinamikleri harekete geçirici bir neden teşkil ediyor.
Bu noktada, Batılı toplumlar modernleşmeden taviz vermeden, modernite
içerisinde bu sorunu çözümleme gayreti gösteriyorlar. Ancak Batı, çözüm
arayışlarında geleneğe yaslanmak yerine, ki böyle bir yaslanmaya olanak
tanıyacak mekanizmaları çoktan ortadan kaldırmış olması nedeniyle, yeni tür
aile yapıları icad etmeye yöneldi. Bugün tek ebeveynli ve ayrı yaşayan
ebeveynler, kadar, evlilik dışı birliktelikler ve aynı cinsiyetin birarada
yaşaması gibi çoğulcu aile manzaraları ortaya çıkıyor.
Bu çerçevede, “Biz de mi o yöne doğru gidiyoruz?” türünden sorular akla
gelmiyor değil. Hatta bu soruyu sormanın kimi çevrelerde, neredeyse abesle
iştigal kabul edilecek şekilde kabul edilerek, hızla hüküm süren toplumsal
değişim ve dönüşümün meşrulaştırıldığını söylemek mümkün.
Modernleşme ve Batılılaşma tecrübelerimiz kırmızı çizgilerimizin ne denli
solgunlaştığını ortaya koyarken, bugün aile sorunları ile yüz yüze kaldığımızda
gücümüzün kırıldığını hissediyoruz. Her işin başı eğitim derken, eğitimin
kurumsallaşması ve nicelikselleşmesi bağlamında önemli “başarılar!”
yakalanmasına rağmen, aile kurumundaki sorunlarda bir azalmadan söz edilemiyor.
Uzun bir dönem siyasal elitlerin yönlendirdiği devlet politikalarının ve
medya unsurlarının dejenerasyon yönelimli çabalarıyla aile kurumunun
zedelenmesi arasındaki doğrudan bağa dikkat çekilirdi. Öte yandan, muhafazakâr
çevrelerin yönetimdeki varlıklarına rağmen, ailede yaşanan sorunların aşılması
bir yana, artış göstermesi çözüm konusunda kısırlaşmayı ortaya koyması
açısından dikkat çekici.
Yakın tarihi süreç bağlamında aşındırılan bir Müslüman kimlik olgusunun
varlığı inkâr edilemez. Bu sürecin Müslüman kitleler üzerinde bıraktığı
içselleştirme olgusu ile aşındırıcı unsurların gizli ve açık araçlarla hedef
belirleme mekanizmalarındaki varlığı, Müslüman kitleyi kısır bir döngüye
sürüklüyor. Red ve kabul arasında gidip gelen ilişkiler bireylerin gündelik
yaşamları kadar, üst politik söylem ve eylemlere kadar sirayet ediyor.
Aile kurumundaki çözülmeler İslami hassasiyetlerin dejenerasyonu olarak
değerlendirilebileceği gibi, “göreceliliğin monopolleşmesi” ile de kavramsallaştırılabilir.
Modernleşme süreçlerinde karşımıza çıkan eğitim, şehirleşme, kapitalist
ekonomik model ve bireyselcilik gibi olgular çerçevesinde yaşanan süreçlerin
göreceliliği ön şart kabul etmesi neredeyse her birey tarafından
içselleştiriliyor.
Hayata bu perspektiften bakmaya alıştırılan Müslüman birey,
kasıtlı/kasıtsız eylemleri ile alışkanlıklarını yapıcı unsurlara dönüştürerek
hayata intibak çabası sergiliyor. Müslüman bireyin ikilemlerinin başında da bu
husus geliyor. Bir yandan kendi eliyle alışkanlıklarını inşa ederken, öte
yandan bu alışkanlıkların üstesinden gelmek için çaba harcamak zorunda kalıyor.
Öyle gözüküyor ki, geniş kitleler bu iki yönlü süreçten rahatsız oldukları
izlenimi verseler de, ailede krizin çözülmek yerine giderek kronik bir hâl
alması, Müslüman kitlenin modern kurumlar çerçevesinde toplumsallaşma süreçlerini,
bir tezat teşkil etmekle birlikte, meşrulaştırma süreçleriyle birlikte ortaya
çıkıyor.
Açık Medeniyet. Ağustos 2019, Yıl 2 - Sayı 16, s. 44. Ibn Haldun Üniversitesi Aylık Gazetesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder