Mehmet Özay 16.08.2019
Türkiye’nin dış
politikasında Asya yönelimi konusu birkaç açıdan ele alınmayı hak ediyor. İlgili
siyasetçinin yaptığı açıklamadan sonra, bazı gazetecilerin hükümetin Asya
politikasına yönelik eleştirileri ve getirdiği çözüm önerileri bu konunun
hassas olduğu kadar, ilgili çevrelerde hak ettiği ölçüde tartışılmasının
gerekliliğine işaret ediyor.
Öncelikle, yapılan
açıklamada ‘Batılı dostlara’ mesaj niteliğinde olduğu bir tonlama dikkat
çekiyor. Bunu ilgili siyasetçinin başında bulunduğu kurumun ‘kökleri’ kadar,
Türkiye devletinin Batı ile ilişkilerini kopartamayacak denli bağdaşık olduğunun
bir işareti olarak değerlendirilebilir.
Bununla birlikte,
küresel dönemin sona ermesinin ardından bir süredir kendi içine kapanarak iç
toplumsal ve de siyasal sorunları içinde çözüm arayışlarındaki Avrupa’nın
Türkiye’nin nereye gittiği ve/ya gitmekte olduğuyla ne kadar ilgili olduğu üzerinde
durulabilir. Ancak çıkmamış candan ümit kesilmeyeceği ilkesinden hareketle
Avrupa’nın yaşadığı onca soruna karşılık, öncelikle ve temel manada güvenlik
bağlamında ele alıp değerlendirdiği bir Türkiye’nin dış politika ve
uluslararası politik yapılanmalarda nasıl hareket ettiğini tastamam göz ardı
etmeyeceği de olarak ortada duruyor.
Türkiye’nin dış politikasında
ölçütlerinin Batı ile mi Batı’dan bağımsız mı olacağı ihtimalleri üzerinde
düşündürten bu açıklamanın ardından deneyimli bir gazetecinin eleştirel
yaklaşımın ardında mevcut hükümete yönelik bir genel arka planın olduğu aşikâr.
Her ne kadar mevcut
iktidarı iki ana dönem üzerinden değerlendirerek ilk ve de başarılı addettiği
dönemle kıyaslamayla bugünkü mevcut duruma yüklenen bir tutum sergiliyor. İlk döneme
dair verdiği örnekler ile Türkiye’nin dış politikasının çeşitliliği ve bir
türden ‘Asyalılığı’na dikkat çekmeye çalışıyor.
Burada ciddi bir
yarılmanın olduğuna işaret etmekte fayda var. O da şu... Bir ülkenin, hem de
çok kısa süre/ler içerisinde dış politikasının öyle derin bir ayrıma konu
olması söz konusu olamaz. Şayet mevcut hükümet/iktidarın ilk döneminde hakikat
ciddi manada bir Asyalılık seziliyor ise, bunun nasıl olup da ikinci dönemde
gerçekleşmemiş olduğuna veya yönelimlerin nasıl olup da ciddi kırılmalara yol
açtığını izah etmek gerekir.
Ancak ilgili
gazetecinin yazısında verdiği örneklere bakılacak olursa bazı kurumlara yapılan
atamalar ile dış politikanın başarı kazandığına dair vurgusu da detaylara
inildikçe palyatif tedbirler olduğunu ortaya koymaya yetecektir. Hele bu
örnekler içerisinde bizzat yakından tecrübe ettiğimiz bazı uygulama/lar ve
uzantıları var ki, masa başı politikacılığı ile sahada göz boyamacılık arasında
gidip gelen süreçlerin birbirini desteklermiş gibi gözüken, ancak nihayetinde bu
ülkeyi bir tür başarısızlıkla karşı karşıya getirmeye yettiğini bugün daha iyi
anlamak mümkün.
Adının İslam İşbirliği
Teşkilatı olarak değiştirildiği dünün İslam Konferansı Teşkilatı bağlamındaki
örnek, belki o dönem ülke içinde hoş bir sedaya yol açmış olabilir. Ancak yine
o dönemde, örneğin Güneydoğu Asya’daki bazı toplumlarda, bu kurumun baş harflerinin
İngilizce telaffuzundan hareketle yani OIC “Ohhh. I seeeee.” ifadesiyle
anılıyordu. Yani ‘anlamsızlığa’ tekabül eden boyutuyla... Sahada bu ifadenin neye
karşılık geldiğini, başka analiz yazılarına bakarak ve/ya ileride yazılacak
diğer bazı çalışmalara havale ederek iktifa edelim.
…. İşlerin birden
ters yüz olmaya başladığı bir dönemde ülkeye yeni bir Cumhurbaşkanı seçilmesine
yakın dönemlerde Ankara’dan gelen bir konukla Cakarta sokaklarında gezerken, “Aman
ha! Aday ismi olarak onu gündeme getirmeyeceksiniz değil mi?” ifademe “Yok. O
kadar da değil!” cevabını almıştım.
Siyasetin sıcak
kulvarlarında işim olmadığından dışardan bir gözlemci ve daha çok da sahada nelerin
yapılıp yapılmadığıyla ilgilenen biri olarak bu cevabın beni teskin edip
etmemesi önemli değil. Ancak önemli olan şuydu ki, söz konusu kurumun başındaki
kişi eli çabuk bazı çevreler tarafından o dönem Cumhurbaşkanı olarak aday
gösterilmiş idi. Burada bir ilim alanında kariyer sahibi olmak ile siyaset ve
hele uluslararası bir kurumun başında küresel siyasete çerçeve çizmeye
çalışmak, oradan ulusal siyasette sürpriz bir isim olarak yer almak arasındaki
farkı unutmayalım!
Hasılı şuna dikkat
çekmek gerekiyor… Türkiye’yi dış politikada öne çıkaran veya çıkarttığı var
sayılan kurum ve kişilerin nasıl olup da birden o politikaların sahibi ve
üreticisi hükümete -ve hatta devlete- karşı bir mahiyette ortaya çıkabildiği
sorusunun önemli olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Bugünkü ortamda
Türkiye şayet bu ve benzeri kurumlar üzerinden dış politikasında bazı kayıplar
yaşadığı ileri sürülüyor ise kanımca hatalı bir değerlendirme yapılıyor
demektir. Çünkü dış politika sabun köpüğü misali birden çıkıp kaybolan bir olgu
değil, aksine ciddi birikimlere, tecrübelere ve bunların ilgili ulus ve
uluslara ne türden pratik faydalar sağladığı ve ne tür sürdürülebilirliklere
yol açtığıyla ele alınması gereken bir konu olduğu unutmamalıdır.
Meselenin ikinci veçhesi
üzerinde duralım birazda… Yani Türkiye dış politikasında Asyalılık konusunun ne
kadar reel olup olmadığı hususu. Yukarıda dikkat çekilen gazetecinin yaklaşımında
görüldüğü üzere, Asyalılık bağlamını Rusya ve Çin ile sınırlandırmak öyle anlaşılıyor
ki, bu iki ülkenin uluslararası siyasetteki belirleyicilikleriyle ilintilidir.
Bununla birlikte,
bu belirleyicilikte sağlam ekonomik temellerin küresel siyasette söz
sahipliğine götüren önemli bir özellik olduğu dikkate alındığında, Asya’nın
doğusunda, güneyinde diğer bazı ülkeleri saymamak için bir neden bulunmuyor.
Hele hele çok
kutupluluk söyleminin ciddi bir yer aldığı günümüz uluslararası siyaset
arenasında kalkınmış ve kalkınmakta olan ülkeler skalasında söz konusu bölge
ülkelerinin yeri ve önemi bunu ortaya koymaktadır. Türkiye’nin şayet, Asya’ya
açılma niyeti var ise, bunu Rusya ve Çin ile değil daha geniş bir çerçevede
değerlendirebileceği bir ortamın olduğunu hatırlatalım.
Her ne türden
açılım olursa olsun, “ilgili konuda bilgi kaynakları ve süreçlerin devamlılığı
konusunda ne türden bir donanıma sahibiz?” sorusunu burada gündeme getirmekte
fayda var. Dış politika, siyaset kurumunun aktörlerinin kendi başlarına ve/ya
bireysel kararlarla yönetebilecekleri bir saha değil. Gerek Batı’yla olsun
gerekse Asya ile olsun dış politikanın yapıcı unsurları uzun erimli çabalar ve
uğraşlar sonrasında ortaya konulabilir.
Bazı hususiyetleri
ile dikkat çeken iki ülkeyi bakalım… Bugün adına Tayvan denilen, ancak Çin’le
yakın tarihsel dönemde yaşanan ayrışmanın bir sonucu olarak hasıl olan güç
dengeleri nedeniyle dünyanın pek çok ülkesince siyasi meşruiyeti kabul
edilmeyen bir ‘devlet’ kendi ayakları üzerinde nasıl durabilmektedir? … Ya da
yaklaşık yedi yüz kilometre karelik bir Ada ülkesi olan Singapur kendini
geliştirmekle kalmayıp, Çin’in son birkaç on yılda kat ettiği süreçlere
azımsanmayacak entelektüel, siyasi ve ekonomik katkısı olan Singapur bu gücü
nereden devşirmektedir? Başka örnekleri de sıralamak mümkün…
Bu noktada, “Bugün,
koca kıtanın yani Asya’nın kaç ülkesi ve bölgesi hakkında sözüne kulak
kesileceğimiz işini bilen ehil insanımız vardır?” “Hangi kurumlarımız hangi
süreçlerle bu koca kıtayı gündemlerine alabilmektedirler?” Herhalde işin en
başında ‘Asya’ açılımı olgusunu gündeme getiren siyasetçinin başında bulunduğu
kurumdan başlayarak, Asya’ya bakmak isteyenlerin üstesinden gelmesi gereken çok
temel sorunları konuşmak ve bunların üstesinden gelmek gerekiyor.
http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/08/16/bir-dis-politika-yonelimi-olarak-asya-olgusu-asia-as-a-political-orientation-in-foreign-policy/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder